Belgelerde,
esas itibariyle Almanya’nın İstanbul’daki, kısmen de Avrupa’nın önemli başkentlerindeki
temsilcileri, aldıkları istihbarata, gözlemlerine ve yerel basında çıkan
haberlere dayanarak, Kurtuluş Savaşı’nın geleceğini sezinlemeye çalışmakta ve
çeşitli yorumlar yapmaktadırlar.
Elimizdeki
ilk belge, 9 Nisan 1920 tarihlidir ve Almanya’nın Bern büyükelçiliği’nden
A.A.’a gelen rapordur: “Sultan, uyrukları üzerindeki otoritesini ve onların
güvenini kaybetti. İngiltere’nin elinde bir araç olarak görülüyor ve giderek
artan sayıda insan, onun hanedanı için ülkesini riske soktuğunu düşünüyor. Sultan,
İtilaf Devletlerinin barış şartlarını kabul ederken, halkın genel isteklerini
de nazara almalıydı. Ülkenin iç durumu çok üzücü. Genel bir anarşi var. Buna
rağmen gelişmeler görülüyor. Milliyetçiler, Türkiye’nin durumunu garanti altına
almanın kendilerine düştüğünden şüphe etmiyorlar”‘.
15 Temmuz
1920’de İstanbul’dan yazılan raporda ise genel bir değerlendirme yapılarak
ülkenin içinde bulunduğu acıklı durum şöyle anlatılıyor2:
“Türkiye’nin
önünde kaderini belirleyecek saatler uzanıyor. Mondros Ateşkesi’nin ilk
haftalarında ülkenin büyük bir kısmını işgal eden İngiltere ve Fransa’nın eski
dostluklarının geri gelmesi ümit ve beklentilerinde kendilerini aldatılmış
hisseden tüm Türklerde bir ümitsizlik ve nefret gözleniyor. Bir zamanlar Batı
Avrupa gazetelerinde “Alman militarizmi ve barbarlığından” söz ediliyor,
Almanya dünyaya bela ve entrika saçan bir devlet olarak suçlanıyor ve savaşta
onun pençelerinde ölündüğü yazılıyordu. Sonra onun pençelerinden kurtulunduğu
yazıldı ve pek az kişi Almanya’dan dostça söz etti.
Ne kadar
üzücü. Şimdi silahsız Türk polisi ortada yok. Türk hastahaneleri hastaları
dışarı atıyor. Her sokak başında İtilaf Devletlerinin polisi var. Onların
kurduğu bir pasaport bürosu önünde, yüzlerce kişi uzun kuyruklarda, gün boyu
bekliyor. Ülke içinde veya dışına seyahat izni almak istiyorlar. Her yarım
saatte bir atlı İtilaf Devleti polislerinin sopasına maruz kalıyorlar. Polis
böylece bir kısmının gönüllü olarak sıradan ayrılmasını sağlıyor. Politikayla
hiç ilgisi olmayan insanlar bile geceleri dövülerek (kanlı bir şekilde)
yataklarından kaldırılıp Malta’ya gönderiliyorlar. İşgal güçleri Doğululara ne
kadar küçük ve hor görüldüklerini göstermek için herşeyi yaptılar ve
yapıyorlar.
Pek çok kişi
tekrar Alman dostluğuna dönüyor. İtilaf Devletlerini destekleyen, Alman yanlısı
olmayan pek az insan var. En kayda değer olay ise, İtilaf Devletlerine düşman,
Türklerin arasında bazı Yunanlı, Ermeni ve kendilerini hep Alman hisseden
Yahudilerin olması ve ses çıkarmamaları. Rum ve Ermeniler bu ani politik
değişiklik ve üzücü ekonomik durum nedeniyle varlarını yoklarını yitirdiler,
Savaş öncesi, eski İngilizlerine özlem duyuyorlar. İtilaf Devletleri Doğu’daki
politik ve ekonomik fiyasko ile bu halk kesimleriyle de oynadılar.
Ermeniler
Türklerle bir mutabakatı memnuniyetle karşılayabilirlerdi. Bir kısım Rumlar da
öyle. Ama Rumların bir kısmı aşırı bir partinin etkisi altında. Bu parti
İstanbul’u Rumlaştırma amacı için çalışıyor ve herkesi, herşeyi, Türk
Rumlarının Türklüğe karşı nefretini alevlendirmek için kullanıyor. Bir kısım
Rumlar bu megalomaniden korkmaya başladılar. Yunan ordusuna katılan aşırı
düşünceli yerli Rumların sayısı azalıyor.
İtilaf
Devletlerinin nüfuzunu kırmak için çıkartılan olaylar ise İstanbul ve
çevresinde güvenliği sağlanamaz hale getirdi. Bir saldırı da Beykoz’da, Mustafa
Kemal yanlılarından geldi. 3-4 gün orada kaldılar. İngiliz panzerlerinin 2
taraflı koruma ateşinin yardımları ile Yunan askerleri onları uzaklaştırdı.
Onlarla savaşmak için bir Yunan birliği Haydarpaşa’ya geldi. Şimdi, Kemalistler
Gebze’deler. Mustafa Kemal kendi adamlarınca elde tutulan bölgede düzeni
koruyor. İç Anadolu’daki trenler düzenli olarak işliyor. Yunan askerleri ise
işgalden sonra İzmir-Alaşehir-Bursa hattına kendi askerlerini yerleştirdiler.
Tüm Müslüman
halk, Padişah’dan İngiliz taraftarı düşüncelerinden dolayı çok nefret ediyor.
Taht’da kalması kesinlikle imkansız. Sadece İngiliz koruyuculuğu onu tahtta
tutabilir. Buradaki İngiliz çevre, İtalyan ve Fransız çevrelerinin kızgınlığına
rağmen, bu konuda çalışmalar yapıyor.
Ekonomi
dünyası ise canlandı. İngiliz ve Fransız fabrikatörler önceden satmış oldukları
fabrikalarını geri almaya geldiler. İlginç olan, İngiliz, Fransız malları
üzerindeki korumaya rağmen Almanya’ya sürekli mal ısmarlanması ve bol miktarda
Alman lambaları, gümüşleri, ilaçları, grama-fon plakları ve özellikle
gazetelerinin gelmesi”.
Bu rapordan
yaklaşık iki ay sonra gönderilen 23 Eylül 1920 tarihli bir diğer raporda3 da,
Türkiye’deki durum bu kez Anadolu karşıtı olan çeşitli kaynaklardan alıntılarla
değerlendirilerek şöyle deniliyor: “Yunan kaynaklarına göre, Mustafa Kemal
İstanbul Hükümeti’nden, Türk ordusunda komutan olarak kalma kaydıyla af
dilemiş(!)”, Parole Libre Gazetesi ekonomik nedenlerle Mustafa Kemal’i tanımayı
ve İslam dostu bir politika izlemeyi tavsiye ediyor.
Alemdar
Gazetesine göre M. Kemal bir apandisit ameliyatı geçirecek-miş ve durumu
ağırmış. Sabah’a (Peyam-ı Sabah’ta bahsediyor) göre, An-kara’daki muhalifleri
yüzünden Konya’ya kaçmak zorunda kalmış. Anti-milliyetçi gazeteler, Kemalistler
arasındaki sürtüşmelere dair haberlerle dolu.
Uşak’tan
Yunanlılar aracılığıyla ve Yunanistan’dan edinilen diğer bilgilere göre,
Ankara’da Millet Meclisi gizli bir oturum yapmış ve epey münakaşa olmuş.
Mustafa Kemal Meclis’ten çıkarken binanın önünde toplanan halka yaptığı
konuşmada, Uşak’ın işgalinin önemsiz olduğunu, kısa zamanda büyük zafer
haberlerinin duyulacağını söylemiş. Bu konuşma halkı yatıştırmış, Yunus Nadi ve
Muhiddin, (eskiden Taninde çalışmış), İslamiyet’e geçmiş bir Yahudi olan (!)
Halide Edip’in de yardımları ile Ankara’da “Yenigün” adlı bir gazete
neşrettiler (10 Ağ. 1920’de çıkmaya başlamıştır) Bu gazetede M. Kemal’i
aczinden dolayı (!) suçluyorlar. Ankara’da çıkan diğer gazeteler de aynı
şekilde düşmanca (!) bir tutum içindeler. Kemalistler para sıkıntısı
çekiyorlar.
Pontus
bölgesinde Rum halkı silahlanmış ve kemalistlere karşı başarılı çatışmalara
girmiş. M. Kemal’in Ankara’dan Erzurum’a gitmek üzere yaptırdığı tren yolunun
Sivas’a kadar olan kısmı bitti. Onu, Bolşevik arkadaşlarına (!) bağlayan telsiz
istasyonu ise Ankara’ya yarım saat uzaklıkta olan Kireçköy’dedir.
Kemalist
binbaşı Topal Osman, Türklere karşı direnen Ermenileri (!) kovmak üzere Ordu’ya
yollandı.
Peyam-ı
sabah gazetesi ise Kemalist harekete karşı iki tür tavır alınabileceğini,
yazıyor : “Eski sadrazamın (Ali Paşa) (A. Rıza’dan sözediyor) denediği gibi
onunla anlaşmak ki Kemalist eğilimli olanlarca bu yol tavsiye ediliyor veya
politik tedbirler ve baskı. İki yol birleştirilebilir, Mustafa Kemal’le
müzakerelere girilebilir, ona, davranışlarında ısrar ederse tüm Anadolu’nun
yabancılarca işgal edileceği anlatılır. Bizce milliyetçi Donki-şot kendini
gülünç düşürmektedir(i) Serbesti Gazetesi ise şunları yazmaktadır : “İstanbul,
Türklerin ruhu, Halifelerin makamı tehlikededir. Anka-ra’dakiler bilmiyorlar ki
İstanbul’da hilal batmakta ve Anadolu bir kiliseler alanı olmaktadır.”
Sabah, Yunan
ordusunun belki Ankara’ya kadar geleceğini yazmaktadır.
Yunan
gazeteleri ise Hükümet’in Kemalistlere karşı silahlanmasını komik bulmaktadır.
Patris Gazetesi şunları yazıyor: “Kısa bir süre önce Sadrazam (köprüden) yoldan
geçen bir avuç insana yaptığı konuşmada “Tüm dünyanın kıskandığı bir arslan
olan halkımız yok olmasın” demiştir”.
Görüldüğü
gibi, bu rapor sadece Yunan kaynakları ve Mustafa Kemal düşmanı iç basından
yararlanılarak hazırlanmıştır ve hemen tamamı uydurma haberler ve Milli
Hareketin küçümsenmesi ile doludur. Halide Edip Hanım’ın Yahudilikten
İslamiyet’e geçmiş olması ve Topal Osman’ın Karadeniz’de Ermenilere karşı
savaştığı gibi yanlış bilgiler de hemen göze çarpmaktadır.
10 Aralık
1921 tarihinde İstanbul’dan Berlin’e yollanan raporda ise şunlar yazılıdır4:
“İstanbul’daki
politik durum tüm Türkiye’de olduğu gibi hala büyük bir kaos içinde. Eğer
çatışan çıkarlar arasında hemen bir birlik sağlanamazsa, gelecekte özellikle
ekonomik sonuçlar çok ağır olacak. İngilizler, Ankara (Ekim 1921)
Anlaşması’ndan sonra giderek artan Fransız etkisine karşı savaşıyorlar.
Fransızlar bir türlü tutumlarında direnmekten vazgeçmiyorlar. Benim, geçen yıl
Şark’ın İtilaf Devletlerinin mezarı olacağı yolundaki açıklamamın, gerçeğe
dönüşmesi giderek yaklaşıyor.
Türkler,
İtilaf Devletleri arasındaki ayrılıktan memnunlar ve İstanbul ve Boğazlar
üzerindeki amaçlarını bir düzene bağlamak isteyen İngilizlere mümkün olduğu
kadar karşı çıkıyorlar.
Türk-Yunan
Savaşı da Ankara Anlaşması’ndan etkilendi ve artık Türkler en küçük bir
anlaşmaya yanaşmayı istemiyorlar. Ama bununla doğru mu yapıyorlar? Türk Ordusu
uzun savaşlar nedeniyle çok yorgun ve sadece moralleri iyi, silah ve ikmalleri
değil. Türklere karşı savaşan Ve-nizelos ve Konstantin taraftarları İstanbul ve
Anadolu’da birbirleriyle öyle çatışıyorlar ki, insanın birbirlerinden çok
farklı ve yüzyıllardır düşman iki millet olduklarına inanası geliyor. Fener
Patriği’nin yönlendirdiği Venize-los taraftarları, bir Bizans Devleti kurmak ve
mümkün olursa, düşman Yunanistan’ı dışarıda bırakarak bu amaca ulaşmak
istiyorlar.
Halkın ise
ekonomik durumu kötü. (Hangi ırk ve dinden olursa olsunlar). İtilaf Devletlerine
karşı güçsüzler. Birçok vakfın, özellikle Amerikan vakıflarının fakir kırsal
kesim halkına yiyecek yardımları olmasa, çoktan, açlıktan kırılma başlamıştı
bile. İstanbul’a giriş çıkışlar artık tamamen yasak.
Romanya,
Güney Rusya ve Kafkas’ta yapılan düzenli ticaret durdu. Kısmen, ara ara
yapılabiliyor. Bulgaristan’la ticaret Yunanistan üzerinden tamamen kapalı.
Türkler
başardıkları ilerlemeye rağmen geleceğe iyi bakmamaya başladılar. Çünkü savaşın
uzun sürmesinin ülke ekonomisinin yeniden kurulmasını engelleyeceğinden
korkuyorlar.
Burada,
Halife’nin çevresindeki Türkler ise gelişmeleri korku dolu gözlerle izliyorlar
ve Kemalistlerin İstanbul’a girmesinden korkuyorlar. Buna karşılar, çünkü
halifeliğin yetkilerinin daraltılıp sadece ruhani alanla sınırlandırılmasından
korkuyorlar.”
14 Mart
1922’de, Londra’daki Alman temsilci Sthamer ise şunları yazıyor5:
“Önümüzdeki
günlerde Türk sorunu konusunda yapılacak Paris konferansı (mart 1922) Hint
Hükümeti’nin İstanbul’daki işgal kuvvetlerinin çekilmesi ve kutsal yerlerin
tekrar Padişah’ın egemenliği altına sokulması gibi isteklerinin istenmeyen
biçimde açıklanmasıyla çok ilginç gözüküyor.
Yunan
Başbakanı Londra’da bir süre bekledi ve önceleri açıkça, dostça olan bir kabul
gördü. Ama Londra’da Yunanistan için borç isteme denemesi başarısızlığa
uğrayınca, herhalde sebatsız İngiliz politikasından artık kayda değer bir
koruma beklenemeyeceğine inanarak geri döndü. Alanı, İstanbul’dan İzzet
Paşa’nın ve Ankara’dan Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey’in başkanlığında gelen
ve burada karşılaşan Türk temsilcilerine terketti. Basından edinilen bilgiye
göre, İstanbul’daki İngiliz Komutan General Harrington da izahat için Londra’ya
çağırıldı.
Türk sorunu
gündemin başında ve İngiliz Hükümeti’nin önerdiği çözüm, önceki yıllardaki
Londra önerilerinden daha uygun gözüküyor. Bu sorunun arkasında, İngilizlerin
gözünde tüm problemlerin çekirdeğini oluşturan Boğazlar bulunmaktadır.
Büyükelçiliğimizin bir elemanı, İstanbul Delegasyonunun çok etkili bir üyesiyle
konuşma imkanı buldu. İstanbul’un boşaltılması bir kez daha konuşuldu. İngiliz
Hükümeti İngiliz menfaatlerinin, kara birlikleri olmadan sadece boğazlardaki
deniz gücü yoluyla korunması olasılığı konusunda İngiliz subaylardan bir rapor
istedi. Böylece İngiliz Politikası’nda bir adım ilerleme gözüküyor ve gerçekten
İngiliz Kuvvetlerinin boğazlardan çekilmesi tasarlanıyor. Bu halde, Türk
karasularında deniz gücü tutma hakkını İngiliz hükümeti tabii ki inceliyor.
Türk temsilci bu konunun henüz konuşulamadığını belirtti. Boğazların boşaltılmasından
duyulan kaygının gerçek mi olduğu yoksa propaganda amacıyla mı sık sık ortaya
konduğu ve İngiltere’nin boğazları terketmekle bu bölgeyi sadece başka dış
güçler için boş bir alan haline getireceği de sık sık konuşuluyor.
Karadenizdeki şehirleri Fransız etkisi altına sokmayı amaçlayan Fransız
Politikası’nın karanlık planları ima ediliyor. Türk temsilci, yabancı
askerlerin çekilmesi için İngiltere’nin Türklerden istediği garanti konusunda
güçlükler olduğunu da kabul etmektedir. Çözüm, daha önceki yıllarda kurulması,
Türkler tarafından da önerilen uluslararası bir Boğazlar Komisyonunun
güçlendirilmesinde gözükmektedir.
Türk
temsilciyle görüştüğümüz bir başka nokta da, Trakya ve Edirne’nin Türklere geri
verilmesidir. Türk temsilci, Curzon’un son günlerde Edirne de dahil olmak üzere
Midye-Enez hattına sahip olmak istediğini ima ettiğini söyledi. İngilizler,
Trakya’nın Türklere verilmesinin Güney Slovenya’lılar ve Romenler arasında
büyük itirazlara yol açacağını ve bu yüzden bu iki devletin Yunanlılarla birlik
olacağına işaret etmektedirler. Buna karşılık, Türk temsilci Belgrad’ın Türk
isteklerine dostça itiraz edebileceğini, ama Romenlerin Türklere düşman
tutumlarından şüphe edilmeyeceğini söyledi. Buradaki basın, Yunanlılarca elde
tutulan bölgelerdeki işgali zaruri görüyor. Türk delege, bu konudaki İngiliz
tutumuna razı ama otonomiyi genişletmeyi amaçlayan İngiliz isteklerini
reddediyor ve Hıristiyan bir valinin atanacağı İzmir için bir otonomiyi kabul
ediyor. Azınlıklar için de Türkler karşılıklı esasına dayanan geniş imtiyazlar
tanımaya hazırlar. İngiltere, Selanik-İzmir Stratejik çizgisiyle bir deniz
üssüne sahip olma kazancı nedeniyle İzmir’in geri verilmesine karşı çıkıyor.
Türk
temsilci önümüzdeki Paris Konferansı’nda bir mutabakata varılamıyacağına, bir
kez daha Türklerin yolunu keseceğine inanıyor.
İki Türk
Delegasyonu da burada askerce davranıyor ve derin bir fikir alışverişi
içindeler. Londra’da çok kısa bir süre daha kalıp, Paris’e dönecekler”.
25 Nisan
1922 tarihli, Moskova’daki Alman Büyükelçiliği’nden gelen bir raporda ise6
İngiliz istekleri konusunda bir önceki rapor doğrulanmakta ve şunlar
yazılmaktadır:
“Son
günlerde buradaki Türk Sorunu hakkında aldığımız bilginin özetini veriyorum.
Londra’daki Türk Delegasyonu (TBMM’nin Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey ve
heyeti), tüm amaçlarına ulaşamasa bile, Türkiye önemli başarılar elde etti.
İngiltere Anadolu’nun Yunanlılarca tamamen işgalini onaylamamaktadır. Sadece
İzmir ve Avrupa’daki Türk toprakları konusunda tartışma vardır. İngiliz tarafı
Midye-Enez hattını öneriyor. Türk Hükümeti mutlaka Edirne ve Gelibolu
yarımadasını almakta ısrarlı. Çünkü, karşılığında Boğazlardan ve İstanbul’a
asker sokmaktan vazgeçilecek! Türkiye şimdiye kadar ortaya koyduğu tüm direnme
gücü ile tüm isteklerine erişecektir. Örneğin Anadolu’da Yunanlılara karşı
yapılan savaşlarda İtilaf Devletleri pek çok kez aracılık girişimlerinde
bulundular. Türkiye hemen bir ateşkes imzalamak istediği için bir süre sonra
şartlarda anlaşma olacaktır. Türk temsilci birlikte büyük savaşta savaştıkları
Almanya’nın şimdi şanssız bir baskı altında olduğunu, İtilaf Devletlerin
planlarına Türkiye’nin direnebilmesinin eski ittifak bakımından özellikle
memnuniyet verici olduğunu, Türkiye’nin bu ittifak sırasında Almanya’ya Doğuda
bir dayanak olarak büyük bir avantaj sağladığını da belirtti.”
9 Mayıs
1922’de Paris’ten yazılan raporda7 ise, çok ilginç bir konu, Fransa’nın
“Şark”taki korumasının devam edip etmediği tartışılmaktadır. Rapor’da şu
bilgiler vardır: “İngiltere ve İtalya (18-26 Nisan 1920) San Remo
Konferansı’nda önemli görüş ayrılıklarına düştüler ve Fransız temsilci
Millerand Doğu’daki Fransız korumasının sona erdiğini kabul etti. Mart ayındaki
Paris Konferansı’nda Lord Curzon Sevres’de değişiklik isterken,
kapitülasyonların devam etmesi gerektiğini de belirtti. Bunun üzerine Poincore
derhal koruma konusunu açarak kapitülasyonlar devam ettikçe Fransız korumasının
da devam edeceğini, Filistin’in özel durumu nedeniyle, bu konuyu bilmek
istediğini söyledi. Lord Curzon ve (İtalya Dışişleri Bakanı) Schanzer derhal
bir yorum yaparak, Millerand’ın San Remo’daki feragatinin kesin olduğunu
belirttiler. San Remo Protokolü’nün imzalanması ve bunun İtalyan Hükümeti
aracılığıyla Vatikan’a da ulaşması ile Vatikan da bu sonucu kabul etti. Ancak
Vatikan Müsteşarlığında, Fransa’nın korumasının yanı sıra, 1747 düzenlemesiyle
kabul edilen, ayrıcalıklarının da, sona erip ermediği görüşüldü. Mantıken
Fransız korumasıyla birlikte bunların da sona ermesinin gerekmesine rağmen,
Müsteşarlık şuna karar verdi: Kapitülasyonlar “de Jura” devam ediyorsa,
Vatikan’ın şimdiye kadar olan davranışlarına uygun olarak, imtiyazlarının
kaldırılmış olduğunu resmi olarak açıklaması mümkün değildir.
Ben şu
noktayı vurgulamak istiyorum:
Bana
mantıksız gözüken şu: Vatikan bir yandan Rapollo Protokolü ile Fransız
koruyuculuğunun kalktığını bir gerçek olarak kabul ediyor, bir yandan da
koruyuculuğunun sonucu olan imtiyazları sürdürüyor. Bu da İstanbul’daki İngiliz
ve İtalyan elçilerinin itirazları gibi olaylara yol açıyor.”
Bu Alman
raporlarını toplu olarak değerlendirdiğimizde şu sonuçlara ulaşmak mümkündür:
Raporlarda
Türk halkının fakirliği, İngiliz yanlısı Padişah’a ve eski dostluklarını
çiğneyen Fransa ve İngiltere’ye duyulan kızgınlık ve hayal kırıklığı açıkça
dile getirilmektedir.
Rapordaki en
çarpıcı noktalardan biri de Padişah’ın çevresindekilerin ve İstanbul
Basını’nın, Mustafa Kemal Paşa’nın başarısından duydukları korkudur.
“Teslimiyetçi ve itaatkar” davranarak İstanbul’u ve Halifelik makamını elde
tutabileceklerini, Anadolu’daki direnişin “İstanbul’da hilali batıracağını,
Anadolu’yu bir kilise alanı haline getireceğini” düşünmektedirler. Onları
korkutan ülkenin İtilaf Devletlerinin işgali altında oluşu değil, İstanbul’un
Mustafa Kemal taraftarlarının eline geçeceği ihtimalidir.
Osmanlı
azınlıklarının işgal sırasındaki durum ve tutumları belirtilirken, savaş öncesi
içinde bulundukları ekonomik refah da bir kez daha vurgulanmakta, işgalin ülke
ekonomisine vurduğu darbenin onları da güç duruma düşürdüğü gözlenmektedir.
Yerli Rumların işgal güçleriyle bağlantısı da ortadadır.
Belgelerde
İngiliz ve Fransız Hükümetleri arasındaki çekişmeye de sık sık değinilmektedir.
İngiliz Hükümeti’nin Boğazlar üzerindeki sınırsız ihtirasına dayanan katı
tutumu Ankara Anlaşması’nı imzalamış olan Fransa’yı rahatsız etmektedir. İki
ülke de geriye atacakları her adımın diğeri lehine bir sonuç getirmesinden
korkmakta, elde edebileceklerinin en fazlasını istemektedirler. Fransa’nın
Sevres ve Filistin üzerindeki Manda sistemine rağmen, hala kapitülasyonlara dayanan
koruma hakkında direnmesi; Vatikan’ın da aynı nedenle, eski Osmanlı
topraklarında yaşayan Katolikler üzerindeki imtiyazlarını sürdürme politikası
hukuki dayanaktan yoksunluğu nedeniyle çok ilginçtir. Fransa ve Vatikan Osmanlı
Devleti’nin 1604, 1673 ve 1740 (ki 9 Mayıs 1922 tarihli raporda yanlış olarak
1747 denmektedir) tarihinde tanımış olduğu kapitülasyonlara dayanılarak, artık
Osmanlı toprağı olmayan bölgelerde hala “Koruma ve İmtiyaz” kurumlarından söz
edilmesinin mümkün olamayacağı açıktır. Ancak ne İngiltere yeni kavuştuğu imkanlardan,
ne de Fransa eski haklarından vazgeçebilmektedirler.
Belgelerde
Mustafa Kemal Paşa’nın ve Türk halkının direnişi, umutları, kararlılığı da
açıkça ortadadır. Ancak, Alman temsilcilerinin Büyük Taarruzu öngörememiş oldukları,
barış yoluyla “Türk Sorunu”nun çözülebileceğini düşündükleri de raporlardan
anlaşılmaktadır. Almanya Versailles Barışı’nı kabul etmişken, Alman
temsilcilerinin Türk direnişini gıpta ile izledikleri, İtilaf Devletlerinin
Anadolu’da düştükleri durumdan da memnun oldukları görülmektedir. Gerçekten,
Türkiye I. Dünya Savaşı sonunda İtilaf Devletleriyle yapılan barış
anlaşmalarını tanımayarak onlarla tekrar savaşa giren, zafere ulaşan ve eşit
şartlarla barış masasına oturan tek Devlet’tir ve bunu da büyük bir azim ve
kararlılıkla, halkına duyduğu güven ve ondan aldığı destekle Kurtuluş Savaşını
gerçekleştiren Atatürk’e borçludur.
** Bonn,
Auswartiges Amt Archiven. (A.A.)
1 A.A. R.
78479, III. J. 198.
2 A.A. R.
78479, J. No. 2358, III. J. 728. (İstanbul’daki Alman temsilcisi, İsveç
Krallığı’nın Elçiliğinde çalışmaktadır.)
3 A.A. R.
78479, Lage in der Türkei und im Kaukasus.
4 A.A. R.
78479, III. J. 1648.
5 A.A. R.
77068, III. E. 18/3 A. Nr. 609.
6 A.A. R.
77068, III. E. 888.
7 R 78581,
J. Nr. A. 2129, k. Nr. 733, Elçi Dr. Mayer, yazmış.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder