10 Mayıs 2013 Cuma

Mustafa Kemal Atatürk'ün Cumhuriyet ve Demokrasi Hakkındaki Düşünceleri

XVII. yüzyılın sonlarında Osmanlı devleti yeni toprak kazanımın sonuna gelmiş ve bu yoldan sağlanan gelirler kesilmiştir. Dünya ticareti Akdeniz limanlarına kaymıştır. Altın ve gümüş miktarının, Yeni Dünyanın sunumu sonucu artması para-fiyat dengesini sarsmıştır. Bu sırada İngiltere’de başlayan yeni üretim biçimi ve teknolojik gelişme karşısında Osmanlı’nın pazarını yabancı sınai ürünlere, "dışa" açması, varolan sanayii yıkıma sürüklemiştir. Neredeyse süreklilik kazanan savaşlar, merkezi yönetimin elinde toplanan tarımsal artığın yeniden üretime dönüşmesine olanak vermemektedir. Ayrıca, Osmanlı’da bu dönüşümü sağlayacak yeni örgütleme süreci ortaya çıkmamakta; değişik etnik gruplardan oluşan toplumsal yapı bu alanda ekonomik işbölümüne dayanmaktadır. Tarımsal üretimde Türkler, sanayi ve hizmetlerde azınlık ve yabancılar egemendir. Osmanlı Devleti’nin değişik etnik grupları siyasal ve ekonomik bağımsızlık peşindedir ve bu girişimlere dönemin büyük devletlerince açıktan desteklenmektedir. Osmanlı, varlığını sürdürmek için, sermaye birikimi için değil, sürekli savaşmak durumundadır.1





Osmanlı ekonomisinin göreli olarak en gelişmiş kesimi olan hizmetlerde egemen olan yabancı sermaye, çıkış ülkesinin ekonomik konumuna uygun bir işbölümü yapmıştır: Ticaret kesiminde İngiliz, borç verme ve para işlemlerinde Fransız, demiryollarında Alman sermayesinin göreli üstünlüğü. Yabancı sermaye doğal olarak, ekonomik yönden görece gelişmiş olan, belirli bir sermaye birikimine sahip azınlık gruplarıyla işbirliği içindedir.

Osmanlı Devleti’nde sanayiin genellikle küçük ölçekli üretim birimlerinden oluştuğu, yakın pazar içinde üretimde bulunduğu ve hemen tümü ile tüketim malları üreten bir nitelik taşıdığı bilinmektedir. Yerel gereksinimler için üretime yönelik olan bu sınai yapı pazarın kapitülasyonlar ve liberal dış ticaret anlaşmaları ile, Batıda gelişen kitle üretimine açılması sonucu büyük bir çöküntü geçirmiş, yıkıma uğramıştır. Bu çöküşü hızlandıran en önemli etmen, Tanzimat Fermanı’ndan bir yıl önce imzalanan Türk-İngiliz Ticaret Anlaşması’dır. Anlaşma, İngiliz Sermayesine tanıdığı diğer ayrıcalıkları yanında, İngiliz sınai ürünlerinin % 5 dolayında bir gümrük vergisi ile dışalımına olanak veriyordu. Bu haklar daha sonra diğer ülkelere de verilmiş. Sonuçta, Osmanlı Devleti ekonomisi korumasız kalmıştır.



İnsan ve hayvan gücü yerine makinelerle çalışan aletlerin icadı ile XVIII. Yüzyıl sonlarından itibaren yeni bir devir açılmıştır. Buharlı makinelerin kullanımı ile sanayi inkılabı da başlamış oluyordu.



Sanayi inkılabının ilk senelerine rastlayan Fransız İhtilali ve Napolyon harpleri sırasında gerek harp malzemesi gerekse askerin ihtiyacını karşılayacak giyecek eşyası imalatındaki fazlalık kolayca giderilme imkanı buldu. Fakat harbin sonunda İngiltere’de ekonomik kriz yaşandı. Bir yandan harp yıllarındaki ihtiyaç maddelerine olan talep azalırken diğer yandan da işsizlik ciddî bir problem oldu. Yeni iş imkanları yaratabilmek için ise dış pazarlar bulmak gerekti. Başta Fransa olmak üzere Almanya, Avusturya ve Rusya gümrüklerinin yüksek tarifelerle korunması İngiltere’nin ticarî bakımdan yeni sahalara yönelmesine sebep oldu. Yalnız mamul madde satışı bakımından değil, memleket içinde temin edeceği hammadde bakımından da önemli yer tutan Güney Amerika, Çin ve Balkanları bu arada saymak mümkündür. Ayrıca Doğu Akdeniz de yeniden ön plana çıkmıştır.2



Osmanlı dönemindeki ıslahat hareketlerinden biraz bahsedelim. Osmanlı devletindeki ıslahat hareketlerinin evrimi, her aşamasında bu ülkedeki ekonomik sömürgeleşmenin evrimini yakından izler. 1839 Tanzimat Fermanı nasıl 1838 Ticaret Anlaşması’nın arkasından gelmişse 1856 yılında kabul edilecek olan Islahat Fermanı 1854 yılındaki ilk borçlanmanın ve 1878 Berlin Antlaşmasında kayda geçen reform vaatleri de 1875 yılındaki iflasın ardından gelecektir. Çünkü ekonomik bağımlılığa doğru atılan her adım, batılı güçlerin reform paravanası altında kendini açığa vuran vesayetinin ağırlığını gitgide daha fazla duyuracaktır.3



Ancak, XIX. yüzyıl boyunca Osmanlı yönetiminin maliye ağırlıklı bakış açısını değiştirmediğini de belirmek gerekir. Osmanlı yönetimini gümrük vergilerini yükseltebilmek amacıyla Avrupa ülkeleriyle pazarlıklara sürükleyen, başka alanlarda taviz vermeye iten neden, yerli sanayiin korunması değildi. Her ne kadar korumacılık fikrî 1870′lerden itibaren gündeme gelmişse de yerli üretimin ithal edilen mamul malların rekabetinden korunması Osmanlı yöneticileri için büyük bir öncelik taşımamıştı. Yüzyıl boyunca Osmanlı hükümetlerinin ithalata uygulanan vergileri artırmaya çalışmalarının esas nedeni, yerli üretimi korumak değil hazineye ek gelir sağlamaktı.



1838 ticaret anlaşması ülkenin sanayiini belini doğrultamaz bir hale getirmiş devletin başına Düyun-u Umumiye gibi bir borç ödeme idaresini musallat etmiştir. Osmanlı Devletini ileri Avrupa ekonomilerinin açık pazarı durumuna sokan 1838 anlaşması, yalnızca sanayileşmeyi engellemekte kalmamış, Avrupa’nın makine mamulleri karşısında Türkiye’nin el ve tezgah üretiminin çökmesine neden olarak güçsüz geleneksel sanayiin de yok olmasına yol açmıştır.4



Osmanlı döneminde ıslahat hareketleri ne zaman başlamıştır. Neden gerek duyulmuştur.



Şöyle bir döneme göz atalım. XIX. yüzyıla geldiğimizde XVII. yüzyıldan beri gerçekleştirilen tüm yenileşme hareketleri devlet idaresini güçlendirmeye yönelik de olsa başarılı olamamıştır. Osmanlı, Avrupa’daki değişim konjonktürüne adapte olamamıştır. Avrupa ile aynı yüzyılda olmasına rağmen farklı zaman dilimlerinde bulunmakta idiler. Avrupa ise Reform ve Rönesans ile Ortaçağ karanlığından kurtulmuşlardır. Avrupa önemli değişimler yaşarken, yeni akımlar ortaya çıkmıştır; liberalizm, cumhuriyetçilik, sosyalizm gibi ve yeni sloganlar ortaya çıkmıştır; eşitlik, özgürlük ve kardeşlik gibi. Avrupa’nın son geçişi de Endüstri İnkılabı ile olmuştur. Bu da Avrupa’ya ekonomik üstünlük sağlamıştır ve dünya pazarlarında baskın güç olmaları ve üretim kapasitelerini arttırmaları ile sonuçlanmıştır. Böylece emperyalizmin ortaya çıkmasına zemin hazırlanmıştır ki bundan Osmanlı zarar görmüştür. Bu yüzden, bazı Osmanlı aydınları Osmanlının düşüş sebeplerini araştırmaya başlamış ve bunun için de bazı çözümler bulmuşlardır. Osmanlı Devleti’nin geleneksel yapısını düşünürsek, yeni bir şeyi almak ve adapte etmek, tüm topluma kabul ettirmek oldukça zordur.



Osmanlı yenileşmeleri sistematik olarak III. Selim ile başlamaktadır. Onun reformları askerî ve sosyal alanlarda gerçekleşmiştir. Devleti kuvvetlendirmeye yönelik yenilikler yapılmış ama başarılı olamamıştır. Abdülmecit ve Abdülaziz döneminde de devam eden yenilikler düşüşü engelleyememiştir. Osmanlıda gördüğümüz önce askerî reformlardır sonra sosyal+askerî, sonra da askerî+sosyal+idarî alanlarda reformlar o da yetmeyince siyasî yenilikler eklenmiştir. Ama yine de başarılı olunamamıştır. Neden?



Çünkü;



• Tüm reformlarda ekonomik açıdan yenilik unutulmuştur.



• İlk reformlar Selim III ve Mahmut II’nin yaptıkları gibi kişisel kalmıştır. Tüm topluma yayılmamıştır.



Ancak, Mahmut II’nin reformları öncekilere göre farklılıklar gösterir. Mahmut hemen reformist olmamıştır. Mustafa Kemal Atatürk gibi şartlar el verince reformları uygulamağa koymuştur. O dönemde, Osmanlı’da çıkan iç isyanlar, Sırp, Yunan ve Mehmet Ali Paşa gibi yeni gelişen milliyetçilik akımının Osmanlıyı etkilemesi üzerine, Mahmut II yenilik yapmak gerektiğine karar vermiştir. Ancak hatası diğerleri gibi ekonomiyi göz ardı etmesidir. Osmanlı ekonomisi zayıftı ve eyalet idarelerini geliştirememişti. Radikal yanı ise Yeniçeri Ocağını kaldırması idi. Kabine sistemi getirerek idarî yenilik yapmıştır. Vezir bugünkü başbakan olmuştur. Güç dağılımının başladığı dönemdir. Parlamento sistemine geçişin ilk aşamasıdır. Bakanlıklar kurdurmuştur. Maliye, İçişleri, Dış İlişkiler,Tarım Bakanlıkları gibi. Ama hükümetin şekli değişmemiş halen teokratik bir devlet, sultan ve şeyhülislam vardır. Sekülerisme inanmasa da seküler bir eğitim getirmeye çalışmıştır. Mustafa Kemal Atatürk ile ortak yanları vardır; alfabede, parlamenter sitemde, hukuk kurallarında düzenlemeleri her ikisi de yapmıştır. Mahmut reformların halka dayandırılması ve aralarında eşitlik sağlanması gerektiğine inanmıştır. İnsana değer vermeye ve toplumu geliştirmeye çalışmıştır. Tanzimat bu fikre dayanmaktadır. Yeniliklerin uygulanmasında, tüm değişikliklerin zihniyetin değiştirilmesi ile desteklenmesine inanmıştır.



Tüm bu yenilik hareketlerini değerlendirdiğimizde; ortak noktaları şöyle özetleyebiliriz.



• Tümü devleti güçlendirmeğe yönelik olmuş, güçlü bir devlet idaresi için çalışmışlar ama radikal olamamışlardır. Yani kurumları kuruyorsunuz ama zihniyet aynı. Olmaz!



• Tüm bu Osmanlı reformları halka yönelik olmuş, varolan sistemi değiştirmeğe yönelik olmamıştır. Sultan halen başta, halife olarak da. Devlet teokratik. Halka hizmet amaçlanmış insanlar arasında eşitlik sağlanmaya çalışılmış ama sultanın yetkileri halen devam ediyor.



• Gülhane Hattı Hümayunu ile ilk defa 1839′da Abdülmecit tarafından kişinin hayatı, malı, onuru garanti altına alınmıştır. Tanzimat’la eşitlik kavramı girmiştir. Liberalizmin kırıntıları bu dönemde taşınmış. Sekülerisme dokunulmuş ama tam olarak yerleşmemiştir. Çünkü halen halife olarak padişah baştadır.



• Yapılan hata ise batının tekniği sadece askerî alanda alınarak, Osmanlının düşüşünü savaş meydanlarındaki kaybın askerî alandaki zayıflık zannedilmesi olmuştur. İkili eğitim devam etmektedir.



Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan sonra ise asıl işin yeni başladığını söylemiş, inkılapları gerçekleştirmek için zihniyetin değişmesi gerekliliğini vurgulamıştır.



Çöken bir devletten Büyük Atatürk’ün liderliğinde her türlü özveriyi göze alarak anayurdunu kurtaran ve Cumhuriyeti kuran yüce Türk milleti, sadece kendisine güvenmesi gerektiğini, tarihle geçirdiği sınavların sağladığı acı derslerle anlamıştı.



22 Haziran 1919 tarihli Amasya genelgesinde "Yurdun bütünlüğü, milletin istiklali tehlikededir" dendikten sonra Erzurum Kongresi’nde de "millî hudutlar içindeki vatan bir bütündür, ayrılık kabul etmez" kararı alınmıştır.



Atatürk, millî hakimiyet esasına dayalı, bağımsız yeni bir Türk devletini Misak-ı Millî sınırları içinde kurdu. Bu devletin temeline millî harç olarak "Yüksek Türk Kültürünü" koydu. Hedefi milletini çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmaktı.



Türk Bağımsızlık Mücadelesi’nin kazanılmasını takiben Atatürk için en önemli konu, Türk toplumunu içinde bulunduğu karanlıktan kurtarmak ona çağdaş yaşamın yollarını göstermek idi. Bunu da şu sözünden anlıyoruz. "Millî Mücadelenin birinci safhası kapandı. Artık ikinci safhası başlıyor"5 demişti. Hedef çağdaşlaşmak, en kısa zamanda çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak idi. Toplumu geri bırakan zincirleri kırmak, onun ilerlemesine set çeken engelleri ortadan kaldırmak gerekiyordu. Atatürkçülüğün ilkeleri bu amaçla ortaya konmuştu. Bu ilkelerin ışığında vakit geçirmeksizin atılımlar yapmak, bu atılımları Türk milletinin yaşam tarzı haline getirmek gerekiyordu. İşte Atatürk inkılapları bu büyük işi başardı.



Atatürk inkılaplarını siyasal, toplumsal, hukuksal, kültürel ve ekonomik alanlar içinde incelemek onları daha kolay kavramamızı sağlar.



a. Siyasal İnkılaplar



I. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı ve onu takiben 20 Ocak 1921 tarihinde millî egemenliğe dayalı yeni anayasanın kabulü, 1 Kasım 1922′de Saltanatın Kaldırılması, 29 Ekim 1923′te Cumhuriyetin ilanı, 3 Mart 1924′te Halifeliğin ilgası, Seriye Vekaletinin kaldırılması, laiklik ilkesinin ışığında din ve devlet işlerinin ayrılması ve 5 Şubat 1937′de laiklik ilkesinin Anayasa’da yer alışı başlıca siyasî inkılaplar olmuştur.



b. Toplumsal İnkılaplar



Kadınların toplum hayatına katılması, onların medenî ve siyasî haklarda eşit tutulması, kıyafetin çağdaş şeklini alması, tekke ve türbelerin kapatılması, soyadı kanununun kabulü, bazı lakap ve unvanların kaldırılması, uluslararası saat, takvim ve ölçü birimlerinin kabulü, Türk inkılabının toplumsal alanda başardığı başlıca çağdaş atılımlardır.



c. Hukuk Alanında Yapılanlar



Toplumun bugünkü ihtiyaçları ile uygunluk göstermeyen, şeriata dayalı eski hukuk zihniyetinin terki, Mecelle’nin kaldırılarak yerine laik hukuk sisteminin ve bu sisteme bağlı Medenî Kanun, Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu, Ceza Kanunu gibi çağdaş kanunların uygulamağa konulması bu alandaki değişimlerdir.



d. Eğitim, Kültür ve Sanat Alanlarında İnkılaplar



Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu takiben millî, demokratik ve laik bir eğitim programı çizilerek öğretimin birleştirilmesi, üniversite reformu, Arap harflerinin yerine Türk harflerinin kabulü, dilimizin yabancı kelimelerden kurtarılarak doğru temeller üzerine oturtulması, Türk milletinin dünya uygarlık tarihi içinde yerinin bütün açıklığı ile belirtilmesi, güzel sanatlarda gelişmeler kültür alanında gerçekleştirilen başlıca inkılaplardır.



e. Ekonomik İnkılaplar



Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu takiben çağdaş uygarlığa erişme yolunda gerçekleştirilmesi gereken hususlardan biri belki de birincisi ekonomik kalkınmadır. Bu bakımdan Cumhuriyet yönetiminin devraldığı fakir ekonomi mirası üzerinde, Türk milletine yeni bir hayat vermek üzere yapılan girişimler, millî ekonomi ile ilgili kanun ve kararlar millet menfaatini gözeten büyük yatırımlar kurulan büyük tesisler Türk inkılabının ekonomik alandan gerçekleştirdiği başlıca büyük işler olmuştur.



Ekonomi politikası da diğer alanlardaki politikalar gibi bir doktrinden değil, doğrudan doğruya memleket gerçeklerinden, milletin ihtiyaçlarından kaynaklanıyordu. Bu konuyu ifade ederken şunu söylüyordu; "Bilhassa ekonomik faaliydi dayandıracağımız esaslar her türlü bilgiyle beraber doğrudan doğruya memleketimiz topraklarını koklayarak ve bu topraklarda bizzat çalışan insanların sözlerini işiterek tespit olunacaktır. Sanayi ve ticaretimiz için dahi aynı düşünüş hakim olacaktır."6 diyordu.



İnkılapçılığın temel felsefesi, yapılmış olan inkılapların korunması ve yaşatılmasıdır. Ayrıca, ilerleyen ve gelişen dünya karşısında hiçbir zaman yenilemeyi aksatmamaktır.



Atatürk ilkelerinin esasını iki nokta oluşturur. Laik devlet fikrî ve ulu-sal-devlet olma düşüncesi. Fransız inkılabını hazırlayan aydınlanma felsefesinde laiklik kavramı dini kurum ve kuralları devlet ve toplum hayatındaki etkinliğini ortadan kaldırma hareketi olarak savunulmuştur. Avrupa devlet sisteminde laiklik din-devlet işlerini ayırma olarak ortaya çıkmıştır. Laiklik, vicdan ve din hürriyetini kabul eden devletin bütün dinlere karşı tarafsız kalması, hiçbirine ayrı ve özel bir yer vermemesi demektir. İbadetlerin serbest olmasını içermektedir. Birey ve Allah arasındaki ilişkiyi din adına sömürmek isteyenlerin devlet işleyişine müdahale etmesine de izin vermez.



Bildiğiniz gibi, Osmanlı devletinin yıkılma sebeplerinden biri eğitim sorunudur. Ortaçağ Avrupa’sına Karanlık Devir adının takılması da bu eğitim sisteminin sonucu olan yaratıcılıktan yoksun olmasıdır. 1931′de çıkartılan bir kanunla Türkiye’deki yabancı okulların ilk kısımlarının kapatılması, Türk çocuklarının körpe dimağlarının yabancı etkisinden uzak tutulması içindir. Bugünse bilimsel yöntemlerle idare edilen eğitim-öğretim kurumları noksanlarına rağmen yürütülmeye çalışılan programlar dünle kıyaslanamayacak ölçüdedir. Bu da laik düzenin sonucudur.



Atatürk’ün düşünce sistemi, milletini çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmada en esaslı temel olarak aydın-halk bütünleşmesini hedef almıştır. Osmanlı toplumundaki çöküşün sebeplerini kavrayan Atatürk, ilerleme için her kesimin aynı doğrultuda gitmesi gerektiğini görmüştür. Türkiye Cumhuriyeti coğrafyasındaki bütün insanları herhangi bir şekilde ayırt etmeden kucaklayan yurttaş anlayışı gerek 1920′Ierde gerekse 21. yüzyılda ihtiyacımız olan bir değerdir. "Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk denir" şeklindeki tarif onun bu coğrafyada bir kültür ve tarih geçmişi ile aynı siyasî ülküyü paylaşanların bir millet oluşturacağını vurgulaması da aynı şekilde bugün ve yarın Türkiye’nin kendi problemlerini halletmede anahtar rol oynayacak önemdedir.



Atatürk genç yaşta aramızdan ayrılmış olmasına rağmen az zamanda çok işler yapmış, büyük eserler bırakmıştır. Onun başarılarında Türk milletine olan güven duygusu yatmaktadır. İnsanımızı tebaalıktan Cumhuriyet vatandaşlığına yükseltmiştir. Bir ulus-devlet yaratmıştır.



Demokrasiyi ve halk iradesini devlet hayatına mal etmiştir. Müslüman ülkeler Atatürk’ü İslam Aleminin asırlar süren ezilmişliğine teselli olacak bir mücahit olarak değerlendirmişlerdir. Emperyalizme karşı verdiği savaş da, sömürge olmuş ülkelerde bir umut olarak görülmüştür.



Atatürk, Cumhuriyetin Türk milleti için en iyi yönetim şekli olduğunu düşünmüştür.



Cumhuriyet, kral ve padişah egemenliğinin yerine, halkın veya milletin egemenliğini esas alarak devlet biçiminin yeniden örgütlendiği bir yönetim biçimidir. Cumhuriyette egemenlik, millet ve halk olarak toplumun içinden çıkar. Bu durumda, Cumhuriyete geçiş; egemenliğin kullanım biçiminin el değiştirmesi anlamına geliyor. Cumhuriyette egemenliğin kullanımı halka, yani millete ait olduğu için, seçim ve temsil sistemi gündeme gelir. Bu durum, Cumhuriyetin zorunlu olarak demokrasiye yönelmesini getirir. Demokratik cumhuriyet, yurttaşın temel hak ve özgürlüklerini gündeme getirir.



Esasen, Cumhuriyet ve demokrasi birbiriyle önemli ölçüde örtüşen unsurlardır. Cumhuriyet ve demokraside, egemenliğin millete aktarılması ve milleti oluşturan bireylerin temel hak ve özgürlükleri gibi unsurlar hukuk devleti ile gerçekleştirilir. Zira, politik sistem bir doğal düzen değil, hukuk kurallarıyla oluşturulan bir sosyal düzendir. Sosyal düzende egemenliğin kaynağı yasalar içinde haklarını kullanan halktır. Buradan tekrar demokrasiyi tanımlayacak olursak demokrasi, cumhuriyet anlayışının derinlik kazanması ve tabana inerek yerleşmesidir.



Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri ne zaman atılmıştır? 19 Mayıs 1919′da Mustafa Kemal Paşanın Samsun’a çıkması ile atılmıştır. Amasya Genelgesi ile "milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır" ifadesiyle de Cumhuriyet için ilk adımlar atılmıştır. Erzurum Kongresiyle bir millî meclisin, kuvvetini millî iradeden alacak bir hükümetin kurulması amaçlanmıştır. Sivas Kongresi’nde de millî iradeyi hakim kılmak esas alınmıştır. 23 Nisan 1920′de Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılarak millî egemenlik esasına dayanan yeni devir, yeni cumhuriyet rejimi fiilen başlamıştır. Bu fiilî durum 1923′de Cumhuriyetin ilanıyla resmiyete geçmiştir.



Cumhuriyetin niteliklerini, Atatürk’ün ilkeleri, Atatürk’ün düşünce yapısı belirler. Bunların başında ulusal iradenin egemen olması, ulusal egemenlik gelir. Halkçılık da idareyi halka teslim etmektedir. Cumhuriyetin temel hedefi demokrasiyi yerleştirmek ve yaşatmaktır. Demokrasi düzeni devlet hayatına egemen olursa, hukukun üstünlüğü kabul edilecektir. Ancak, hukuk araçları ile kanunla mesafe kazanılsa da bu yeni hayat tarzının gerektirdiği toplum biçimine ulaşamadıkça ve bunun gereği olan insan tipi oluşturulamadıkça Cumhuriyetçiliğin demokrasinin gerekleri tam olarak yerine getirilmez.



Bu nedenledir ki, Atatürk dönemi kanunlarda değişiklikler yapmakla beraber bir yandan sosyal sistemi değiştirmeye, sosyal hayatımızda en önemli değişiklikler yapılmasına girişmiştir. Ancak bunu yaparken temel kültür kimliğini duyarlılıkla korumuştur. Kadın-erkek eşitliği, kadının günlük hayata katılımı toplumda söz hakkı sahibi olarak rol alması bu yönde atılan adımlardır.



Cumhuriyet rejiminde devletin tam bağımsız olması gerekir. Bağımsızlık, devletin medenî milletler topluluğunda hak ettiği yeri almasını sağlar. Ama bunun için toplumda birikmiş bilgi, bilim, becerinin uygar milletler düzeyine hatta üstüne çıkarılması gerekir. Bunun içinde sosyal sistemde köklü değişiklikler yapılması gerekir.



Cumhuriyet erdemi, demokratik bir devlet, halkçı bir devlet olmalı ve bütün yurttaşlar arasında hukuk eşitliğini kabul etmelidir. Küçük çıkar gruplarını değil, büyük halk çoğunluğunun yararlarını esas almak demokrasi demektir. Bütün bunların şartı da siyasî özgürlüklere sahip olmaları, çoğulcu temelde, siyasî parti kurabilmeleridir.



Cumhuriyetin temel niteliklerinden ve Atatürk ilkelerinden biri de milliyetçiliktir. Türk siyasal sisteminde toplumun uygar milletler ailesinin eşit bir üyesi olması, demokratik ilkelere sadık kalmak hususunda tutarlı, dengeli ve uzlaştırıcı olarak algılanması anlamını taşır. Bu niteliği ile, milliyetçilik toplumun ve devletin birlik ve bütünlüğünü korumanın ve savunmanın ana koşullarından biridir. Atatürk milliyetçiliğinin esası ırk değildir, soy değildir, kültürdür. Türk milletine dahil olan değişik etnik gruplara mensup insanların meydana getirdikleri ortak bir kültür vardır. Atatürk milliyetçiliği, hangi etnik kökenden, soydan gelirse gelsin, hangi din ve mezhebe, sosyal sınıfa mensup bulunursa bulunsun Türk devletine tabiiyet bağı ile bağlı bütün bireyleri aynı zamanda kavramak ve kucaklamak anlamını taşır. Devletimizin temel siyasetinde yurtta ve dünyada barış esastır. Türk milliyetçisi Misak-ı Millî sınırları dışında macera aramaz ama ülke bütünlüğünü korumak için de her türlü fedakarlığa katlanır.



Devletçilikten biraz bahsedersek; 1930′lardan itibaren devletin ekonomik hayatında bu ilke etkili olmuştur. Kurtuluş Savaşı sonrasında gösterilen çabalar ekonomi üzerine yoğunlaşmıştır. Atatürk Yeni Türkiye devletinin cihangir değil bir ekonomi devleti olacağını söylemiştir. Askerî zaferlerle gerçek kurtuluşu sağlayamayız. Yeni ilim ve ekonomi zaferlerine hazırlanmalıyız. Güçlü bir devlet için güçlü bir ekonomi esastır. 17 Şubat 1923′te bu amaçla İzmir 1. İktisat Kongresi toplanmış, ekonomi politikası belirlenmiştir. Liberal politika izleneceği eğilimi ortaya konulmuştur. Artık çalışma zamanıdır.



Bir başka nitelik ise inkılapçılıktır. İnkılapçılık ise dinamizm demektir. Sürekli gelişme demektir. Belirlenen ilkelerin çağın gerekleri bağlamında yeniden yorumlamak, yeni açılımlar demektir.



Atatürk ilkeleri ve inkılapları bilimsel kökenlere dayanır. İlkelerin anlamları içine çağdaş bilim verilerinin girmesini gerçekleştirmek, inkılapçılık ilkesinin görevidir. Bunun doğal sonucu olarak, inkılapçılık bilim dünyasındaki gelişme ve değişimi incelemek zorundadır. Bilimsel veriler teknolojinin ve çağdaş uygarlığı aşmada gerekli olan düşünsel gücün hazırlayıcısıdır. Daha kısa bir deyişle, İnkılapçılık Atatürk ilkelerinin devinim gücüdür.



Toplumsal yapıda sosyo-kültürel bir değişimi gerçekleştirmektir. Dünya yeni buluşların getirdiği bilimsel ve teknik gelişmeye koşut olarak ilerlemektedir. Bilim damlarının sürekli çalışmaları doğa karşısında insanların zayıf durumunu, her geçen gün güçlendirmektedir. Yeni buluşlar birbirine eklenerek evrenin en ücra köşelerine değin ulaşma olanakları aranmaktadır. Bilimsel gelişmeğe koşut gelişen tekniğin yanında, sürekli olarak değişen bir de sosyal olaylar vardır. Bu sosyal olaylar önce dünyadaki her bilimsel buluştan etkilenmekte olan insan beyninin düşünce düzeyinde yansımaktadır.



Sosyal değişim, insanlar arasındaki kültürlerin yayılma yasasına bağlı olarak toplumları etkilemektedir. Yeni bir kültür, karşılaştığı toplumu etkilerken kendisi de etkilenir. İnsanlar bu yeni kültüre, içinde bulundukları toplumun uygarlığını oluşturan kendi kültürlerinin şu veya bu yönünü etkilemektedirler. Bu olay genel anlamıyla sosyo-kültürel değişimlerde kaçınılmaz bir zorunluluktur.



Toplumlarda bir değişim yapabilmek bu zorunluluğun getirdiği yeni yapıyı bilmek, ona göre hareket etmekle mümkün olur. Bir toplumdaki değişimlerin nedenini bir görev bilinciyle saptamak ve izlemek için, o toplumun can damarlarının sürekli elde bulunması gerekir.



Kurtuluş Savaşı öncesi Türk toplumunu bölmek amacında olan "ulusal varlığa düşman kuruluşlar"ın7 tüm çalışma ve çabalarına karşın Atatürk "Ulusalcı egemenliğe dayanan kısıtsız koşulsuz bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak"8 kararını vermişti. Bunun gerçekleştirilebilmesi için, çağdaş uygarlığın bilimsel verilerinin izlenmesi zorunluydu. Bilimsiz hiçbir şey yapılamazdı.



Dünyadaki bilimsel çalışmaların verilerine göre Türk ulusunun nabzını elde tutmak ve toplumun gelişmesi için gerekli yenilikleri ulusal aktarmak görevi, inkılapçılık ilkesine verilmiştir. İnkılapçılık bu görevi Türk üniversiteleri ve eğitim kuruluşları eliyle gerçekleştirir. Türk inkılabı ve onun sonucu olan Atatürkçülük bilimsel gelişmeyle sıkı sıkıya bağlıdır.



Atatürk’ün şu sözleri bu konuyu açıklıkla anlatmaktadır:



"Efendiler, dünyada her şey için, uygarlık için, yaşamak için, başarı için en gerçek önder bilimdir, tekniktir."…."Yalnız; bilimin ve tekniğin yaşadığımız her dakikadaki aşamalarını, evrimini bilinçle kavramak ve ilerlemesini günü gününe izlemek şarttır."9



Dogmatik dini esaslar daima değişmekte olan sosyal zaruretleri karşılayamaz. Tanzimat, bu fikrî devrimin Türkiye’deki bir yankısından ibarettir. Kur-an’daki "kuru, yaş birşey yoktur ki, bu kutsal kitapta bulunmasın" mealindeki ayeti, vahim bir tefsire tabi tutarak elbette itikat ve ahlaka ait olan ayetten bütün dünyevi kanunların, iktisat kurallarının, hatta bütün pozitif ilimlerin de Kur-an’da bulunduğu yani ayrıca kanun yapmaya ilim yaratmağa lüzum olmadığını iddia edecek kadar feci bir delalete düşmüşlerdir.



İşte, Türk inkılabının ekseni budur. Dogmatik ve skolastik bir şeriat devletinden laik bir devlet anlayışına geçmek.



İslam dinî bir iman ve ahlak rehberidir. Müspet ilimleri, fiziği, kimyayı Kuran’da bulmağa çalışmak bu dinî hiç anlamamaktır. Çünkü müspet ilimler sürekli bir tarzda değişmek ve yenilemededir. Dini bir vicdan ve ahlak prensibi olarak kabul edip onu dünya işlerinden ayırıp, ameli hayatın her an değişen gerçeklerini müspet ilimlere bağlamakla, Türk devrimi din müessesine de en büyük saygıyı göstermiştir. Bu yüzden, laiklik Türk devriminin mihveri olmuştur. Bu sayede, akılcı felsefeyi benimsemiştir.



Atatürk gerek asker gerek devlet adamı gerekse millî bir önder olarak hayatında daima tek bir amaç için çalışmıştır. Bu amaç, Onun kendinden çok ait olduğu toplumu düşünmesiyle o toplumun varlığının ve mutluluğunun korunmasından başka bir şey değildir. O, bütün uygulamalarında halkı temel almıştır. İnkılapları yaygınlaştırmış millete mal etmiştir. Bunun içindir ki Atatürk; "Biz büyük bir inkılap yaptık, memleketi bir çağdan alıp bir çağa götürdük. Birçok eski kurumu yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak lazım. En ileri demokrasilerde bile rejimi korumak için, sert tedbirlere müracaat edilmiştir. Bize gelince, inkılabı koruyacak tedbirlere daha çok muhtacız"10 demiştir.



Demokrasi konusunda ise tek bir tanım ve uygulama olmamıştır hiçbir zaman. Çoğunlukla dengeler sistemi olarak tanımlanmışsa da, uygulamada halkın kendi kendini yönetmesi veya yönetimin halkın egemenliğine dayanması şeklinde algılanmaktadır.



Demokrasi kimi zaman da, insan haklarının güvencede olduğu bir sistemi dile getirmiştir.



Öyleyse demokrasi için, bir ülkenin içindeki vatandaşların kendisini yönetecek devleti, insan haklarına dayalı, insancıl, eşit, özgür ve anayasal bir yetke içinde oluşturan anlayışıdır denebilir. Yani demokrasi bir yönetme ve yönetilme anlayışıdır ve bu anlayış, her şeyden önce, eşitlikçi, özgür, temsile dayalı ve insancıldır.



Bu durumda şu soruyu sormak yerinde olur sanırım. Niye değişik demokrasi anlayışları ve uygulamalarından söz ediyoruz.



Aslında bu sorunun cevabı, yine demokrasinin kendi içinde gizlidir. Çünkü demokrasi, onu kan karşılığında elde edenler için başka anlamı, sonradan sahip olanlar için de başka anlamı ifade etmektedir.



Bir çabanın karşılığı olduğunda demokrasi, bu çabanın sahipleri tarafından birincil, diğerleri içinse ikincil olmuştur her zaman. Yani demokrasiyi başaranlar, demokrasiyi kendileriyle özdeşleştirmekle beraber, bunu kendilerinin geleceği için varolmaz bir unsur olarak kullanmışlardır. Ve o yüzden de, demokrasi bunlar için olmazsa olmazlar arasındadır. Yaşamakla demokrasi neredeyse eş anlamlıdır birinciller için. İhtilallerin ve savaşların ardından kurulan her yeni dünya, yani Türkiye gibi gelişmekte olan, ya da az gelişmiş ülkelerde ise demokrasi, her zaman için o ülkenin vatandaşlarından kaynaklanan çabalardan çok, dış destekli uğraşlar ve referanslar sayesinde önemini koruyabilmiştir.



Ana Britannica’da demokrasi şöyle tarif ediliyor;



Demokrasi, Yunanca demos "halk" ve kratos "iktidar", sözcük anlamıyla halk iktidarı. Çağdaş kullanımda birkaç farklı anlamı vardır. 1. Genellikle doğrudan demokrasi olarak bilinen ve siyasal karar alma hakkının, çoğunluk yönetimi usulleri çerçevesinde hareket eden bütün yurttaşlar topluluğu tarafından doğrudan kullanıldığı hükümet biçimi, 2. Temsili demokrasi olarak bilinen ve yurttaşların aynı hakkı, kişisel olarak değil, seçtikleri, yurttaşlara karşı sorumlu temsilciler aracılığıyla kullandıkları hükümet biçimi 3. Genellikle bir tür temsil demokrasi olan ve liberal ya da anayasal demokrasi olarak bilinen bütün yurttaşların ifade ve dinsel inanç özgürlüğü gibi bazı bireysel ve toplu haklarını güvence altına almak üzere çoğunluk iktidarının belirli anayasal kısıtlamalar çerçevesi içinde uygulandığı hükümet biçimi, 4. Toplumsal ve ekonomik farklılıkları, özellikle de özel mülkiyetin eşitsiz dağılımından doğan farklılıkları en aza indirmeye yönelen bir siyasal ya da toplumsal sistem. Toplumsal ya da ekonomik demokrasi olarak bilinen bu sonuncu sistemde, siyasal işleyiş, ilk üç anlamıyla demokratik olmayabilir.



İlk demokrasi uygulamalarının görüldüğü eski Yunan kent-devletlerin-de (polis) yasama organı bütün yurttaşların katılımıyla oluşuyordu. Kent nüfusunun çoğu zaman 10 bini aşmaması ve kadınlarla, kölelerin siyasal haklardan yoksun olmaları böyle bir sistemin işlemesine olanak veriyordu. Yurttaşlar çeşitli yürütme ve yargı görevlerine getirilebilirlerdi. Bu görevlerin bir bölümü seçim, bir bölümü de kura yoluyla üstlenilirdi. Güçler ayrımı yoktu. Bütün görevliler yasama kadar yürütme ve yargı konularında da yetkili kılınmış olan halk meclisine karşı sorumluydu.



Cumhuriyet ise bir devlet biçimidir. Dar veya geniş olarak başlıca iki anlamı vardır. Dar anlamıyla cumhuriyet devletin en üst düzeydeki yöneticilerini, özellikle devlet başkanının seçimle belirli bir süre için işbaşına getirilmesidir. Geniş anlamı ile cumhuriyette ise seçim olgusu üzerinde durulur ve devletin üst yöneticilerini saptamak için yapılan seçimin ulusal istenci yansıtması gereği belirtilir. Geniş anlamda cumhuriyet bir bakıma demokrasi ile eşdeğerli olmaktadır."



Cumhuriyette seçim hakkının tüm vatandaşlara yaygınlaştırılması da gerçek bir özgürlük rejiminin oluşmasına yarayabilir. Başka deyişle cumhuriyetin geniş anlamına ulaşabilmek için seçim hakkının tüm vatandaşlara verilmesi gereklidir. Ama yeterli olmayabilir. Vatandaşlarını yalnızca tek adaylarına oy vermeye zorlayan cumhuriyet düzenleri dar anlamıyla cumhuriyetin varlığı için yeterlidir. Bu tip cumhuriyetlere genel olarak totaliter cumhuriyetler denir. Eskiden çok görülen bu biçimlere günümüzde de rastlanmaktadır. Bugün bile dünyadaki cumhuriyetlerin yarısından fazlası, özellikle azgelişmiş ülkelerde totaliter yapıdadır.



Geniş anlamıyla cumhuriyet, ancak demokratik yaşamın bu düzene egemen olmasıyla olasıdır. Yani devlet başkanı başta olmak üzere tüm üst kademe yöneticileri belirli bir seçmen yaşının üstündeki vatandaşlara seçilecek ve hem bu seçim sırasında, hem de sonrasında her vatandaşın istediği düşünce topluluklarına özgürce girebilmesi sağlanacak, temel özgürlükler tanınacak ve güvence altına alınacaktır, bu tür cumhuriyetlere demokratik cumhuriyetler adı verilmektedir.12



Demokrasilerin varlığı için cumhuriyetler gerekli değildir. Öyle monarşik devletler vardır ki, orada demokrasi rejim olarak tüm koşulları ile işler. Ne var ki, devlet başkanları seçim yolu ile değil veraset yolu ile belirlendiğinden, cumhuriyetten söz edilemez. Bugün Avrupa’da, İngiltere, İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika gibi ülkeler cumhuriyet olmayan demokrasilerin önde gelen örnekleridir. Özellikle, klasik parlamenter demokrasinin İngiltere’de doğduğunu unutmamak gerekir. Gene Asya’nın önde gelen ülkesi Japonya monarşik demokrasi ile yönetilmektedir. Yüzyıllardır süren geleneği ile cumhuriyet olmayı da düşünmemektedir.



Demokratik yapıdaki bir cumhuriyet kuşkusuz en iyi ve amaçlanan rejimdir. Bazı ülkelerin tarihsel zorunluluklar dolayısıyla monarşi düzeninden kurtulamamaları ve bununla beraber demokrasinin tüm gereklerini de sağlamaları demokrasi hayranlarını incitmemelidir. Bugün demokratik bir İngiliz monarşisi, bir Arap veya Güney Amerika Cumhuriyetinden daha çağdaş ve değerlidir. Önemli olan toplumların ulaştığı kültürel olgunluk düzeyidir, bir düzeye gelen toplumlar, değil demokrasi, biçimsel olarak en katı monarşiye yöneltilseler bile hak ettikleri çağdaş yönetim düzenini kurabilmekte, halk egemenliğini özde gerçekleştirebilmektedir. Bu nedenle, bir devletin adının cumhuriyet olması gerçek cumhuriyet yönetimi için yeterli değildir. Adı cumhuriyet yönetimi için yeterli değildir. Adı cumhuriyet olup da en katı antidemokratik yollara ve yöntemlere başvuran ülkelere günümüzde bile rastlamak olanaklıdır. Hele totaliter yönetimi benimseyenlerin cumhuriyet adını ağızlarına almağa hakları yoktur. Halkın egemen olmadığı bir devletin adı hiçbir zaman cumhuriyet olamaz, olsa bile görünüşte kalır.



İlk ve Ortaçağ dönemlerinde ortaya çıkan kent cumhuriyetleri oligarşik bir yapıda olmalarına karşın ayrıca sınırlı anlamda demokratik rejim sayılabilirlerdi. Onları nasıl tam bir cumhuriyet sayamıyorsak demokrasilerini de benzer biçimde eksik niteleyebiliriz. Demokrasinin rejim olarak gerektirdiği bazı özellikleri bu örnekler de görmek olanaksızdır. Demokrasi son birkaç yüzyılın getirdiği bir rejimdir. Demokrasinin beşiği İngiltere’de Ortaçağ’da çıkan cumhuriyetçi akımlar ve girişimler bile demokratik olmaktan çok uzak bulunuyordu.



Son yüzyılların getirdiği demokrasi ile cumhuriyeti birbirinden ayırmak gerekir. Etimolojik köken olarak, benzer anlamlara gelmelerine karşın birbirlerinden genel anlam da çok farklıdırlar, cumhuriyet hem siyasal, hem de hukuksal bir terimdir. Bir devlet biçimini belirtir. Halkın egemenliğinin geçerli olduğu devlet biçimine cumhuriyet denir.



Son zamanlardaki ilerlemeler toplumların yapılarını giderek değiştirmiştir. Teknolojik gelişmeler endüstrileşme ile beraber toplumları kontrol altına almıştır. Teknolojik ve endüstriyel güçlere sahip bulunan toplum kesimleri veya gruplar bu üstünlüklerine dayanarak toplumların yönetimini ellerine geçirmektedirler. Düzenin cumhuriyet, rejimin demokrasi olması da bu gelişmenin önüne geçememektedir. Cumhuriyet ve demokrasinin yürürlükte bulunduğu ülkelerde ekonomik ve teknolojik gelişmelerle üstünlük sağlayan gruplar ve kişiler giderek monarşik bir yönetime yönelmektedirler. Böylece çağdaş dünyada cumhuriyetçi monarşiler ortaya çıkmaktadır. Toplumlarda oluşan yeni güç merkezleri halk egemenliğini sınırlamakta veya göstermelik bırakmaktadır. Çağdaş toplumların giderek karmaşıklaşan yapıları ve çoğalan sorunları da otoriter yönetimlere gereksinmeleri artırınca, monarşik yönetim eğilimleri daha fazla görülmeğe başlandı. Monarşik yönetim eğilimi gösteren cumhuriyetlere genellikle yönetim yetkisi bir kişinin elinde toplanmaktadır. Bu kişi ulus tarafından benimsenmiş bir yasallık içinde bağımsız biçimde hareket eder, seçimlerle işbaşına gelen devlet ve hükümet başkanları öyle yetkilerle donatılırlar ki, bir kraldan farkları kalmaz. Çağdaş siyasal bilimde bu olguya seçimle gelen krallar adı verilmektedir. Amerikan tipi cumhuriyetlerde başkan doğrudan, Avrupa tipi cumhuriyetlerde ise parlamento aracılığıyla dolaylı yoldan seçilir.13 Yöneticilerin belirlenmesi için yapılan seçimler halkın egemenliğini kullanabildiği başlıca işlemdir. Halk denetimle ilgili başka yetkilere sahipse de, bunlar başkanlara tanınanların yanı sıra çok az ve yetkisiz kalmaktadır. Çağdaş cumhuriyet devletlerinde böylece yeni bir monarşik yönetim yapısı meydana gelmiştir. Cumhuriyetçi monarşi diye adlandırılan rejimler hükümet otoritesini tek başına temsil eden adamın, bu otoriteyi gerçek demokratik yollardan kazandığı veya yitirdiği rejimlerdir. Siyasal yarışmanın özgürce yapıldığı bu rejimler geleneksel monarşilerin yerini birdenbire almazlar. Seçilmiş krallar veraset yolu ile gelen kralları hemen izlemezler. Cumhuriyetçi monarşi, geleneksel monarşi ile monarşik olmayan cumhuriyet arasında bir ara rejim değil, fakat ekonomik alanda en ileri bir noktada olan ve en eski demokratik kurumlara sahip bulunan ülkelerde cumhuriyetin aldığı çağdaş bir biçimdir. Cumhuriyetçi monarşi eski demokratik eski Roma Cumhuriyetinde tüm yetkilerin başkanda toplanmasıyla ilk olarak görülmüştür. Napolyon İmparatorluğu da cumhuriyetçi monarşilerin ikinci büyük örneğidir. Batı ülkelerinde kapitalizmin yeni gelişmeleri ve yeni yeni oluşan teknolojik yapı cumhuriyetçi monarşilerin doğmasına neden olmaktadırlar. Güçsüz devlet yerine, sorunların karşısında güçlü davranabilen bir devlet kurma çabası batıda cumhuriyetçi monarşilerin iktidara gelmesinde başlıca neden olmuştur, cumhuriyetçi monarşiler, demokrasinin siyasal anlamda varlığına karşın, yeni ekonomik yapının gündeme getirdiği rejimlerdir.



Cumhuriyet ve demokrasi kavramları arasındaki ilişki genel anlamda bir biçim ve öz ilişkisidir. Cumhuriyet daha çok hukuksal bir düzen olarak biçimi meydana getirir. Biçimsel bir yapı olarak cumhuriyet asıldır. Cumhuriyet düzeninin oluşturduğu yapının içeriği değişebilir. Bu değişkenlik çeşitli koşullara göre gelişmeler gösteren farklı siyasal rejimlerle yaratılmaktadır. Bu durumda her cumhuriyetin mutlaka demokrasi olması beklenemediği gibi her demokrasinin de cumhuriyet olması istenemez. Cumhuriyetler demokratik olabileceği gibi aristokratik, oligarşik hatta diktatörlük bile olabilirler. Demokrasiler ise genellikle cumhuriyet düzenlerinde ortaya çıkmakla beraber çok gelişmiş ülke monarşilerinde de çağdaş bir siyasal rejim olarak uygulanabilmektedirler. Biçimi meydana getiren cumhuriyetin içeriği demokrasi olursa o zaman düzen ve rejim açısından halk egemenliğine en uygun durum belirmektedir. Her ikisi de temelde halkın yönetimi anlamına gelen cumhuriyet ve demokrasi bir ülkede beraberce uygulanabiliyorsa, o ülke halk egemenliğinin en fazla gerçekleştiği yerdir. Çağdaş anlamda cumhuriyet ve demokrasi, birbirlerini tamamlayan bir bütün oluştururlar. Ayrı ayrı varolmaları çağdaş anlamıyla halk egemenliği açısından yetersiz kalmaktadır. Monarşik eğilimlerin önüne geçebilmek için, cumhuriyet ile demokrasi, her alanda beraber olmalıdır.



Siyasal kültürün başlıca kavramlarından birisi olan demokrasi cumhuriyet kavramı gibi eski Yunan’da hem bir kavram olarak ortaya çıkmış, hem de çeşitli kent cumhuriyetlerinde uygulama alanı bulmuştur. Demokrasi, halkın yönetimi yani önemli sorunların ne olduğuna ve bunlar hakkında ne yapılacağına, her vatandaşın katılma hakkı anlamına gelen Yunanca "demokratia" sözcüğünün günümüzde almış olduğu biçimdir.14



Demokrasi için o kadar çeşitli tanımlar vardır ki, bunlardan birinin asıl saymak imkansızdır. Halka hoş görünme çabası içinde olan her rejimin yöneticileri kendi rejimlerinin demokrasi olduğunu ileri sürerler ve herhangi bir anlama bağlanacak olursa bu sözcüğü kullanamayacaklarından çekinirler. Herkes kendi dünya görüşüne ve kendi uyguladığı yönetim biçimine göre demokrasi kavramına içerik kazandırmaya çalışmaktadır.15 Böylece ortada herkesin kendine göre bir demokrasi kavramı olmakta ve kavram kargaşası yaratılmaktadır. Cumhuriyetlerde olduğu gibi demokrasilerin de değişik tipleri ve anlamları vardır.



Demokrasi kavramının zaman dışı, değişmez ve sonsuz bir anlama sahip olup olmadığını belirleyebilmek için, eski Yunan’dan günümüze kadar süregelen gelişmeleri incelemek gerekir. Demokrasi halkın kendi kendini yönetme biçimidir. Ne var ki, bu yönetim biçimi çağlara ve toplumlara göre büyük ayrılıklar göstermektedir. Sözgelimi, Yunan Demokrasilerinde bir kent demokrasisi yapısı vardı ve orada yurttaşlar doğrudan doğruya yönetime katılırlardı. Ancak, kadınların, kölelerin oy hakları yoktu. Eski Roma Cumhuriyeti aslında aristokrat bir demokrasi biçimindeydi. Öte yandan, yeniçağ ile başlayan çağdaş siyasal gelişmelerin gündemi içerisinde modern devlet kavramı öncelikli bir yere sahip oluyordu. Fransız Devrimi ile öne geçen halk istenci ve halkın genel gücü kavramları demokrasinin temel özelliklerini bu kavramların irdelenmesinde aramak gerekir. Yasal monarşiler, liberal demokratik sistemler ve de kontonal yönetimlerin benzer biçimlerde demokrasi olarak belirmesi, demokrasiyi çok biçimli bir kavram durumuna sürüklemiştir. Bu sistemlerden her biri, zaman dışı saltık bir demokrasi kavramında kalmamakta, tersine halk egemenliğini kendi tarihsel yapısı ve gereksinmeleri içinde yorumlayarak uygulama olanağı aramaktadır. Her biri kendilerine özgü yorumlanış demokrasi örnekleri sayılabilir. Benzer demokratik yorumu halk demokrasilerinde görmek olasıdır. Uygulamalar ve düşünceler demokrasinin çok biçimli bir kavram olduğunu göstermektedir. Bu çok biçimlilik dün olduğu gibi günümüzde de vardır. Çünkü demokrasi denilince, zaman üstü ve mutlak bir kavramın varlığı değil, aksine toplumsal oluşum içinde sürekli içerik değişikliğine uğrayan bir kavram anlaşılmaktadır. Her demokrasi, bir sistem olarak içinde bulunduğu toplumun özelliklerine göre yapı kazanır veya biçimlenir. Bu anlamda her demokrasi uygulandığı toplum ile bir özümlenme sürecini yaşamaktadır. Soyut bir kavram olarak ele alındığı zaman, demokrasi bedene uymayan hazır elbise gibi uygunsuz kalacak, o toplumun gerçeklerine yabancı, dışsal bir olgu olmaktan öteye gidemeyecektir.



Gerek kuramsal, gerekse eylemsel alanda daha çok biçimlilik kavuşmasına karşın gelende demokrasi için bir sistem olarak genel bazı değerlendirmeler yapılabilir. Halk egemenliği hepsinde başta gelen ortak ilkedir. Tüm demokratik ülkelerde, kararların seçilen temsilciler ve yönetil eni erce istenenlerin doğrultusunda tartışma ilkesi üzerinden alınması ve yönetenlerle yönetilenler arasındaki sürekli düşünce alış verişinde son sözün, yönetilenlerde yani halkta olması ortak uygulamadır. Demokrasi; hem bazı kurumları kapsayan, bir yönetim yönetimdir, hem de tüm yöntemlerin eleştirilebildiği ilkeler düzenidir. Her yurttaşa özgürce konuşma ve seçim hakkı, düşünceleri öğretmek ve kendi düşüncelerini savunmak hakkını, temsilciler meclisinin seçmen kitlelerinin dileklerini yasalaştırmasını, yürütmenin yasaları uygulamasını, bağımsız yargının her şeyin üzerinde görev yapmasını ve tüm anlaşmazlıkları hukukun genel ilkelerine uygun çözmesini batılı demokratik sistemler benimsemektedirler. Demokrasi derken, çeşitli yorumlara açık, kesinlik kazanmamış ilkeler olan özgürlük, ekonomik eşitlik, kardeşlik, sınıfsız toplumu benimsemenin üzerinde genel bir uyum bulunmamaktadır. Her demokratik sistem, belirli bir ulusal topluluğun belirli bir zamandaki değerlerini yansıttığına göre, benimsediği ilkeler uygulamada ulusal tarihe, geleneklere ve eğilimlere uygun olarak ortaya çıkacaktır. Örnek olarak ele alınırsa, "Halk" kavramı, zamana ve yere göre büyük değişiklikler göstermiştir. Bazen yalnız vatandaşlar ele alınmış, bazen köleler ve kadınlar içinde tutulmuş, bazen gençler ve yoksullar dışında tutulmuştur. Demokratik kurumların yapı ve biçimleri de bunlara göre sürekli değişiklikler göstermiştir. Demokrasilerde devletin çalışma alanı ne kadar geniş, toplum ne kadar uyanık olursa, kurumlar da o kadar bileşik ve teknik olmaktadır. Bu bakımdan modern endüstriyel demokrasilerde tüm yurttaşların kişisel seçimlerinin uygulanabildiğine güven duymaları giderek zorlaşmaktadır. Bu sorun, yönetenler ve yönetilenler arasında çeşitli kurumlar veya organlar aracılığı ile yakınlaşma sağlayarak çözülmeye çalışılmaktadır. Partiler, sendikalar, meslek kuruluşları, çıkar grupları, yerel organların varlığı kişileri seslerini daha etkili duyurmaya veya ilgilerini onu en doğrudan etkileyen noktalarda ilerletmeye yardım etmek içindir. Demokratik sistemlerin yayılmasıyla demokrasi kavramının boyutları daha da yaygınlık kazanmış ve daha az kesin anlamda kullanılmaya başlamıştır. Halk demokrasisi, sosyal veya ekonomik demokrasi gibi yeni kavramlar aslında bu deyimi kullananların demokrasiyi sağlamak veya araştırmak için belirli yöntemlere, ilkelere özel önem verdiklerini göstermektedir. Demokratik ilkeler, çoğunlukla ulusal veya yerel yönetimlerin dışındaki kuruluşlarda da uygulanabilmektedir. Demokrasiye saygının genelleştirilmesi zorunluluğu, bir ülke hakkında yalnızca demokratik sisteminin niteliğine ya da o ülkenin yasalarına göre karar vermenin neden her zaman olamayacağını açıklamaktadır. Bazı ülkeler sözde kalan bir bağlılığı gene de göstermek zorunluluğunu duydukları demokratik ilkeleri uygulamakta, zaman zaman güçsüz ve yetersiz kalmaktadırlar.



Demokrasinin ne olduğunu anlayabilmek için ne olmadığını belirlemek öncelikle zorunludur. Her türlü otoriter, totaliter, dikta ve baskı rejimleri demokrasi değildir. Görünüşte bazı demokratik ilkelere sahip olsa bile bu rejimler demokrasi sayılmazlar. Her türlü baskı ve bütüncülük eğilimleri demokrasiyi hemen ortadan kaldırabilir. Yönetimde zamanla ortaya çıkan oligarşik yönelimler de demokrasinin görünüşte kalmasına yol açabilir. Kişisel yönetimin başlıca biçimi olan otokrasi de demokrasinin karşıtı rejimler içinde yer alır. Demokrasilerde hiç kimse kendi kendisini seçemez. Hiç kimse kendisine yönetme iktidarı veremez. Demokraside iktidar dağınık, sınırlı ve denetimlidir, karşıtı olan rejimlerde ise iktidar toplu, belirsiz, denetimsiz ve sınırsızdır. Bu ayırım demokrasilerin genel çizgilerini belirler.16



Batılı anlamda demokrasi bir özgürlük rejimidir. Demokrasi, insan hak ve özgürlüklerinin güvence altına alındığı, yasalarla düzenlendiği bir düzeni getirir.17 Özgürlük düşüncesi baskı yönetimlerine karşı geliştikçe, beraberinde demokrasiyi de bir sistem olarak getirmiştir. Ne var ki, demokratik sistemlerde özgürlükler sınırsız veya kişisel anlamda tanınmazlar. Herkesin özgürlüğü başkalarının özgürlükleri ile sınırlı olarak varsayıldığından, bir özgürlüğün sınırsızlığının başka özgürlükleri iyice sınırladığını, bazen ortadan kaldırıldığını görmek olasıdır. Sorun herkesin özgürlüklerini toplumda oluşturulan dengenin izin verdiği ölçüde kullanabilmesidir. Demokratik rejimlerin güvence altına aldığı özgürlükler arasında, kişi, konut, güvenlik, mülkiyet, eşitlik, düşünce, din, öğrenim, toplanma, örgütlenme basın, haberleşme, seçme ve seçilme özgürlükleri başta gelirler. Hiçbir toplum, üyelerine özgürlükleri sınırsız veremez. Toplum yaşantısının bedeli olarak belirli ölçülerde sınırlamalar gelebilir. Ne var ki, demokrasilerin en son sorunlarından birisi, özgürlüğün özünü zedelemeden toplum yaşantısını olanaklı kılacak biçimlerde sınırlamalara gitmektir. Bu açıdan devlet yetkilerinin belirlenmesi son derece önem taşımaktadır. Özgürlüklerin en üst düzeylerde gerçekleşebilmesi için insan hakları ile toplumsal ayrıcalıklar arasında bir ayırım yapılmalıdır. İnsan haklarına daha çok önem verilmesi burada en adaletli davranışı sağlamaktadır. Genel olarak özgürlüklerin bulunmadığı ve güvence altına alınmadığı ülkelerde demokrasi yoktur.18



Demokrasilerin temel direği halktır. Halk olmadan bir demokrasinin varlığından söz edilemez. Halk ile amaçlanan, siyasal rejime sahip çıkan bir insan kitlesidir. Halk kavramının gerçekleşebilmesi için ortak çıkarlarla yaşamları birbirine bağlanmış bir insan topluluğu gereklidir. Bu insan topluluğu kendisinin yönetilebilmesi için bir noktada birleşmiş olmalı ve belirli bir yönetim biçimine yönelmelidir. Halk demokrasiye öncelik vermişse bunun toplumsal tabanını oluşturmak zorundadır. Karşıt durumda halksız bir demokrasi düşünülemez. Zamanımızdaki gelişmelerin; ekonomik, teknolojik ve bürokratik azınlıkları demokrasilerde egemen kılmasına karşılık gene de belirli dönemlerde yapılan seçimlerle halk varlığını ortaya koyabilir. Referandum, halk oylaması, halk vetosu gibi yollardan kitleler ağırlıklarını demokratik yönetimlere koyabilirler. Ne var ki, güç merkezlerini ellerine geçiren azınlık çıkar grupları, ekonomik ve teknolojik üstünlüklerini kullanarak halkı kendi eğilimlerini seçimlerde halka seçtire-bilmektedirler. Sonuç olarak halkın ağırlığının giderek yozlaştırıldığı bir halksız demokrasi aşamasına doğru gidilmektedir.19 Çağımızda zaman temsili olarak beliren demokrasiler iyice azınlıkların denetimine girmekte ve halk yönetiminden uzaklaşarak gerçekte azınlık yönetimi demek olan aristokrasilere dönüşmektedir. Demokrasilerin halk yönetimi düzeninde gelişebilmesi için azınlık çıkar gruplarının üstünlük sağlamasını önleyici yasal ve siyasal önlemlere gereksinme vardır. Bu önlemler alınmadıkça, demokrasiler biçimsel kalacak, görünüşte var olan rejim giderek uygulamadan kalkacak, biçimsel demokrasi görünümü altında ekonomik, teknolojik üstünlükleri ellerine geçiren egemen kesimlerin istekleri yönetimde ağır basacak, demokrasiler oligarşilere ve aristokrasilere dönüşecektir. Demokrasiler genelde denge rejimleridir, halkın her kesiminin eşit şanslar ve ölçülerde yönetime katılması genel kuraldır. Bu kural uygulanmadığı sürece çağdaş gelişmeler her demokrasiyi giderek halktan koparmakta, yozlaştırmaktadır. Halksız demokrasi olamaz. Gelişmiş ve azgelişmiş ülkelerde ayrı ayrı ortaya çıkan oligarşik yapılar ve eğilimler demokrasilerin yaşamlarını sürdürebilmeleri açısından en büyük tehlikeyi oluşturmaktadırlar. Halk, bir demokrasinin her şeyidir. Hiçbir zaman, demokratik rejimlerde bir kenara bırakılamaz.



Çoğunluk ve azınlık kavramları, halk ile birlikte demokrasinin diğer ilkelerindendir. Çoğunluk yönetimi demokrasinin başlıca öğesidir. Seçimlerde ortaya çıkan çoğunluk, yönetime halk adına sahip olur ve onun adına tüm yetkileri kullanır. Demokratik yönetimlerde devlet hukuk ile bağlı olduğundan, devlet gücünü elinde tutan çoğunluk hukuk ile sınırlanırken, azınlığa da hukuk ile geri alınamayacak temel haklar tanımak zorunludur.



Çoğunluk yönetiminin dikta veya baskı yollarına başvurarak dengeyi bozmasını önleyebilmenin başlıca yolu azınlıklara güvenceli haklar vermektir. Çoğunluk üzerinde tartışmalar günümüzde de sürmekte, kimin ve neyin çoğunluğu sorunlarına yanıtlar aranmaktadır. Kesin belirlenememesi ne karşın demokratik karar alma sürecinde gene de en yararlı yöntem çoğunluk yöntemidir. Çoğunluğun karşısında yer alan azınlık, demokratik sürecin herhangi bir aşamasında çoğunluk sağlayamayan, düşünce veya seçim açısından azlıkta kalan kesimdir. Demokrasi bir özgür yarışma düzeni olduğuna göre, rejimin başarısı; bu yarışmanın dengeli ve belirli kurallara uygun gerçekleşmesini sağlamakla olanaklıdır. Oyunun kuralları içinde kalındığı sürece, çoğunluk azınlığın savaşım olanaklarına ilişmeyecek, azınlık da daha sonra çoğunluğu sağlayabilirse yönetime gelecek ve benzer hakları o günkü azınlığa sağlayacaktır. Çoğunluğun her kararına uyma zorunluluğu yoktur. Yoksa çoğunluğun antidemokratik tutum ve davranışlarına da uyulmuş olur ki, bu da demokrasiyi ortadan kaldırır. Buna göre çoğunluk demokrasi ilkelerine ve yasalara uygun davranmak zorundadır. Aykırı davranırsa, yasaları ve demokratik ilkeleri çiğnerse, azınlığın bu gidişe karşı çıkma ve direnme hakkı her zaman vardır. Azınlığın çoğunluğa dönüşme hakkı olmazsa demokrasi dinamiğini yitirir, bir süre sonra da otoriter veya totaliter rejimlere dönüşür. Çoğunluk ilkesinin demokratik anlamda işlerlik kazanabilmesi için ayrı düşünen bir azınlığın özgür biçimde çalışabileceği siyasal ortamın koşullarının hazırlanmış olması da gereklidir. Azınlık da çoğunluk durumuna gelince demokratik kuralları bozmayacağını önceden benimsemelidir. Demokratik sistem anayasalarla kurulurken hak ve ödevler baştan yasal yollardan güvence altına alınmalıdır, azınlık hakları hiçbir zaman çoğunluğun eline bırakılmamalıdır. En alt düzeyde bir ön anlaşmanın bulunması, demokrasinin varlığı açısından zorunludur.20



Atatürk’ün, yaşamı boyunca en büyük isteklerinden birisi, cumhurbaşkanlığından çekilerek partisiyle muhalefete geçebilmekti. Bu isteğini içtenlikle çeşitli toplantılarda dile getirmiştir. Yanındaki arkadaşlarını göstererek herkesin cumhurbaşkanı olabileceğini bu makamı halkın üstünde görmemek gerektiğini, zaten yönetimin halkın elinde bulunduğunu muhalefet görevinin ise çok daha önemli olduğunu söylerdi.21 Bu düşünce ile cumhuriyetin ilanından sonra karşıt bir siyasal partinin oluşturulması için hoşgörülü davrandı. Hatta daha da ileri giderek bazı milletvekillerine bu konuda görevler verdi. Kendisine karşıt olan bazı arkadaşlarının ve milletvekillerinin başka bir parti kurarak örgütlenmelerine ses çıkarmadı, olayları izledi, demokratik yaşamı getirebilecek bazı gelişmelere katkıda bulundu. Böylece Onun zamanında iki kez karşıt parti deneyimi uygulamaya konuldu. Ne var ki, yeni kurulan iki siyasal partinin adında cumhuriyet sözcüğü bulunmasına karşın, başarılı olamadı. Atatürk, iyi niyetli girişimleri kısa sürede cumhuriyete karşı çizgide gelişmelerine hiçbir zaman izin vermedi. Cumhuriyet ilkeleri ve devrimler doğrultusunda bir demokrasi uygulaması düşünülebilirdi. Muhalefette bu çerçevede olmalıydı. Cumhuriyet daha güçlenmeden kendisini yıkmak amacında olan çevrelere, siyasal örgütlenme hakkı tanıyamazdı.



Atatürk’ün girişimi üzerine bazı komutanlar askerlikten ayrılmışlardı. Milletvekili olarak siyasal yaşamlarını sürdürürken, Atatürk’ün karşısında yer alan diğer arkadaşları ve İttihatçılarla birleşerek 17 Kasım 1924 tarihinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurdular. Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Refet ve Rüştü Paşaların Halk Partisinden on bir kişilik bir grup olarak istifalarını diğer ayrılmalar izledi. Yeni partinin tüzüğünde, egemenliğin halkta bulunduğu, cumhuriyet yönetimini yaşatmak ve geliştirmek politikası izleneceği, liberalizm ve demokrasinin partinin ana görüşleri olduğu, anayasanın halkın isteği ile değiştirileceği, dine saygılı olunduğu, yönetimde merkezciliğin kaldırılacağı, doğal koşullara göre illerin yeniden düzenleneceği, işçi ve işveren haklarının eşit düzeylerde savunulacağı, devletin tekelci ekonomik girişimlerinin sınırlandırılacağı, eğitimde terbiyenin asıl sayılacağı, meslek örgütlenmesinin yurt düzeyinde yaygınlaştırılacağı, İstanbul’un yeniden ekonomik merkez yapılacağı açıkça yazılmıştır. Yeni parti İstanbul ve Urfa’da ilk şubelerini açmıştı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası birden ülkedeki havayı değiştirdi, siyasal yaşama canlılık geldi.22



Cumhuriyet yönetimi uygulamaya geçtikçe, mecliste ve parti grubunda büyük tartışmalar çıkmaya, hükümet ağır biçimlerde eleştirilmeye başlandı. Muhalefet gruplarının eleştirilerine ağır yanıtlar verilince, Rauf Beyle arkadaşları Halk Fırkası’nda kalamayacaklarını anlayarak, topluca istifa ettiler. Yeni partinin mecliste 30 milletvekili vardı. Kazım Karabekir parti başkanlığına getirildi. Onun ordu işlerinde kalarak hükümete girmemesi saygınlık sağlıyordu. Başta seçimlere katılınmayacak, yavaş yavaş Anadolu’da örgütlenme tamamlanacaktı. Sonra da seçimlere girilecekti. Yöneticilerine göre geçmişteki tüm partiler belirli bir siyasal rengi olmayan kişisel iktidar topluluklarıydı. Halk Fırkası bile, ayrıntılı bir programa değil, herkes tarafından benimsenebilecek genel ilkelere dayanıyordu. Terakkiperverin programı ise farklı idi. Yeni Parti ödevinin ülkede denge sağlamak ve anayasa düzeni içinde her çeşit baskıya karşı koymak olduğunu belirtiyordu. Kişi ya da zümre üstünlüğüne karşılık birey özgürlüğü ve ulusal birlik korunacaktı. Din ve devlet işleri ayrı olacak, ama din hor görülmeyecek, dine saygı gösterilecekti. Ekonomik alanda devletçilik yerine serbest girişim asıl olacak, yabancı sermaye yatırımları desteklenecekti. Tüm tartışmalar ve basın özgürlüğü güvence altına alınacaktı.



Halk Fırkası ise kendi içinden ayrılan Terakkipervercileri cumhuriyetin güvenliği için tehlikeli olarak görüyorlardı. Tartışmalar başladı ve Mustafa Kemal tartışmaları durdurmak için İsmet Paşa yerine Fethi Bey’i başkanlığa getirdi. Ama sonuç vermedi. Gerginlikler arttı.



Başbakan Fethi Bey dikkatli ve anlayışlı olmasına rağmen aşırı yayınlar yapan bir dergiyi kapatınca, eleştiriler arttı. Şeyh Sait isyanı da araya girince, muhalefet partisinin programında açıkça belirtilen dine saygılı olunduğu hükmüne dayanılarak kapatılma işlemlerine başlandı. Ayrıca, Mustafa Kemal’e suikast planı da başka bir gelişme idi. Tarikatçı faaliyetlerin artması bu parti denemesini sona erdirdi.



Atatürk içtenlikle ikinci bir siyasî parti kurdurmak için Fethi Bey’i çağırdı. İki koşulu vardı. Birincisi, Cumhuriyet sürekli yaşayacaktır ve rejime dokunulmayacaktır. İkincisi, Türkiye devleti laik kalacaktır. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın muhalefeti bu çerçevece gelişti.23



Serbest Fırka tepeden kurulduğu için köksüz idi. Halktaki tepkiler ve birikim bu partinin istenen ölçüler dışına sürüklenmesine yol açmıştır. Yeni parti bir anda kurucuların yönetiminden çıktı ve kışkırtmalara aracı durumuna getirildi.



Yeni parti batılı anlamda demokrasi ve liberalizmin savunucusu olarak kuruldu. Devletçiliğe karşı özgür girişimin yanındaydı. Ekonomide özgürlüğe inanıyordu. Ekonomik görüşler dışında cumhuriyet ve devrim ilkeleri açısından Halk Fırkası ile ayrılan bir yönü yoktu. Daha çok Atatürk ilkelerine bağlılıkta her iki parti de birleşiyordu.24



Atatürk bir yurt gezisine çıkarak halkın eğilimini yerinde tespit etmek istedi, tüm iyi niyetli yaklaşımlara rağmen, kendi yaşam süreci içerisinde yeniden bir demokrasi denemesini Atatürk göremedi. Ülkede eskiden beri varolan gericilik, her yeni parti kuruluşunu, yeniden eyleme geçmek için fırsat sayıyordu. Saltanatçı ve dinci çevrelerin gericilik eylemleri tümüyle kaldırılmadıkça, yeni parti kurmalar ve demokrasi denemeleri kışkırtmalara aracı oluyor ve cumhuriyetin demokratik gelişimine katkıda bulunacağına bunu engelliyordu. Demokrasiye geçişin önkoşulları hazırlanmalı, halk ve kamuoyu bu yönde aydınlatılmalı, cumhuriyet ve devrimler bir daha geri götürülemeyecek biçimde kökleştirilmeliydi. Ancak bu noktadan sonra demokrasiye geçilebilirdi. Bunlar da uzun zaman isteyen işler olduğundan, Mustafa Kemal’in ömrü buna yetmedi. Ölümünden 8 yıl sonra demokrasi denemesi yenilendi. Ne var ki, daha sonraki istenmeyen gelişmeler, bu geçişinde erken olup olmadığı sorusunu gündeme getirmiştir. Amaç, cumhuriyetin demokrasi ile yozlaştırılması değil, geliştirilmesiydi.



Günden güne gelişen ve değişen sorunlar demokrasileri çağımızda bir dönüm noktasına getirmiştir. Ya teknolojik ve ekonomik üstünlüklere karşı denge önlemleri alınarak demokrasi yaşatılacak, ya da bu üstünlüklere sahip olan azınlıklar giderek kendi yönetimlerini kurarak demokrasiyi rafa kaldıracaklardır. Bu yozlaştırıcı gelişmeler karşısında, halk özgürlükler yerine güvenliğe öncelik tanıyan bir duruma gelmiştir. Umutlar ve gerçekler arasındaki dalgalanmalar demokrasilerin geçirmekte olduğu uygarlık bunalımını beslemektedir. Demokrasiler yalnızca varolmakla yetinemez, yaşamını ancak kendi kendisini geliştirerek sürdürebilir. Demokrasiler, kendileri için beslenen umutları koruyarak, karşıt seçenek durumunda olan yıkıcılık ve kıyıma toplumlarının sürüklenmesine olanak vermemelidirler.



Demokrasi yolu en ideal şekliyle, gerektikçe kendi kendine düzelmeyi sağlayacaktır. Ama sağlamayabilir ve her toplumda sağlamayacağı kesindir, sosyal sorunlar vahimleştiği, demokratik düzen de felç olduğu takdirde, toplumun korunması için yetkeci bir çözüme çark edilebilir.



Medenî dünya hızla değişmekte ve gelişmektedir. Bu değişiklik ve gelişmelere uymak gerekir. Uygarlık yolunda başarının gelişme ile mümkün olduğunu kabul eden Atatürk, "Hayat ve geçime egemen olan kuralların zaman ile değişme, gelişme ve yenilenmesi zorunludur. Medeniyetin buluşlarının, tekniğin harikalarının dünyayı değişiklikten değişikliğe uğrattığı bir devirde asırlık köhne zihniyetlerle, geçmişe bağlılık ile varlığın korunması mümkün değildir" demiştir.



Geride bıraktığımız 80 yılda karanlık ve acı günlere katlandık. İlk fırsatta Atatürk’ün büyük hayali olan çok partili düzene geçtik ve büyük ölçüde içine kapanmış ve hatta tıkanmış olan ekonomimize yeni ufuklar açtık.



Büyük Önder Atatürk’ün ebediyete intikal ettiği günün 65′ici yıldönümünde ve cumhuriyetimizin 80. yılında minnet ve saygıyla kendisini anıyoruz. Onun fikirlerini daha iyi anlamaya, eserlerini daha iyi kavramaya çalışıyoruz. Bugün ülkemiz, komşularımız arasında en ileri ve en güçlü bir ülke konumuna geldi. Türkiye Cumhuriyeti bölgesinde büyük bir devlettir.



Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar kalacağından kimsenin şüphesi olmasın. Türkiye’nin dün olduğu gibi bugün de bazı problemleri olduğu gerçektir. Bu problemlerin millî, demokratik, laik ve akılcı bir dünya görüşü ile ele alınıp çözümlenmesi gerekmektedir. Millî sınırlarımız içinde millî birlik duygusuyla kenetlenmiş Türkiye’den vazgeçilemez. Türk milleti, aynı bayrağın, aynı marşın, aynı resmî dilin ve millî iradenin egemenliğinde bundan sonra da tehlikeleri aşacaktır.



Atatürk’ün Türkiye’nin meselelerini hallederek 21. yüzyılda çağdaş uygarlık seviyesini yakalamak için verdiği reçeteye bakarsak asıl hareket noktasının birey olduğunu, insana yatırım yapmanın yarınların garantisi olduğunu, bunu temel şart saydığını görürüz. Ulusal kültür ile mayalanmış, çağın en modern teknikleri kullanılarak yetiştirilen nesiller ile dünyadaki gelişmeleri takip etmek mümkündür. Atatürk’ü anlamaya çalışmak ve Onun ilkelerini ilim ve akıl rehberliğinde güne ve geleceğe bakarak yaşamak Türk insanını çağdaş medeniyeti temsil edecek noktaya getirecektir. Bir ayağımız kendi tarih ve kültür zeminimizde, diğer ayağımız ilim ve akıl rehberliğinde olmalıdır.



Atatürk, bilgisizlikle, dogmalar ve geri kalmışlıkla savaşmış, bunu da çağdaş yaşamı kabul etmesi ile sağlamıştır. Eğitim birliği yasası ile eğitim sistemi laik yapıya kavuşmuş, dünya piyasalarındaki rekabet edici bir konuma gelmiştir.



Ulusal kimlik ve kişiliği oluşturan ulusal değerlerin korunması Cumhuriyetin erdemidir. Cumhuriyetle ümmet anlayışından kurtulup, ulus bilinci kazandırılmıştır. Kendini yönetme, insanca yaşama, toplumsal düzene, akıl ve bilime dayalı bir ortam ancak laiklik ilkesi ile yerleşir. Cumhuriyetin kazanımları bugünde, kendini daha iyi göstermektedir.



Sevgili arkadaşlar, Cumhuriyet kültürü ile 80 yılda gelinen bu gururlu nokta az zamanda elde edilen neticeler geleceği de belirlemektedir. Çağdaşlaşmanın gereği günümüzde AB’ye üyelik girişi gibi gösterilmekle birlikte Türkiye Cumhuriyeti üzerine düşeni yapmıştır bu konuda. Türkiye Cumhuriyeti’nin alternatifleri de vardır. Mutlak bir üyelik tartışmaları ayrı bir konu ancak bizim komşularımızla, bütün dünya ülkeleri ile uluslar arası ilişkiler çerçevesinde ilişkilerimize önem vermemiz gerekir. Avrupa Birliği’ne girip giremeyeceğimizin tartışması bir yana önemli olan Atatürk’ün Türk gençliğine meşale olmasını istediği "hakikî rehber, ilimdir, fendir" sözlerini yerine getirecek zihniyette bir toplum yetişmesidir. Bugün dünyanın birçok yerinde think-tank denilen fikir oluşturma merkezleri kurulurken, Türkiye’de (ülkemizde) bilime ayrılan fonların yetersizliği, yetişmiş elemanların yeterince bilimle uğraşamamaları (ekonomik sıkıntılardan dolayı), bilim kurumlarımızın içinde bulunduğu durum, duygusallıktan uzak bir özeleştiri çerçevesinde tartışılarak çözüm yolu olarak bilimsel çalışan beyinlerin değerlendirilmesi yönünde daha çok atılımlar yapma zamanı olduğu görülmelidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde bulunduğu sorunlar yine Türkiye Cumhuriyeti’nin gençliğe, bilime vereceği önemle zaten halledilecektir. Önemli olan bilimsel gelişmemizi nasıl sağlayıp, fikir satabilecek hale geleceğimiz olmalıdır. Bu da Atatürk’ün düşünce sistemi ile gerçekleştirilebilir inancındayım.



Yaptıklarımızın asla yeterli olduğuna inanmıyorum. Geleceğe güçlü bir ülke bırakmak için birlik-beraberliğimize önem vermeli, bağımsızlığımızdan ödün vermemeliyiz. Güçlü bir ekonomi ve ulusal kültürle, güçlü bir gelecek insana yatırımla sağlanır.



Türk gençliği ayrı ayrı idealler peşinde koşan, bölünmüş, parçalanmış bir gençlik değil, Atatürk’ün düşünce sistemini benimsemiş, fikir, inanç ve ideal gençliği olmalıdır.



Atatürk Cumhuriyet erdemini bırakmıştır. 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Cumhuriyet Halk Fırkasının 2. kurultayında 6 günde bizzat okuduğu Büyük Nutuk ile Gençliğe; Cumhuriyetin nasıl kazanıldığını, bugünlere nasıl gelindiğini, Türk devriminin amacını, bilim-tekniğin en son gelişme ve esaslarına dayalı, ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlattığı bir eserdir ve büyük nutku hepimize rehber olmaya devam edecektir.



Cumhuriyetin 80. yılını kutladığımız bu haftalarda, çağdaş, millî bir devlet anlayışını kazandıran Atatürk’ü ve silah arkadaşlarını, şehit ve gazilerimizi minnet ve saygıyla anıyoruz.

________________________________________


NOT: Bu konferans Atatürk Araştırma Merkezi adına 5 Kasım 2003 tarihinde "Atatürk ve Cumhuriyet" başlığında, 12 Kasım 2003 tarihinde " Atatürk ve Demokrasi" başlığında Çankaya Anadolu Lisesi’nde verilmiştir. Verilen iki konferansın birleştirilmiş metnidir.
1 Yakup Kepenek, Türkiye Ekonomisi, Teori Yayınları, Ankara, 1987, s.9

2 Mübahat Kütükoğlu, Tanzimat Devrinde Yabancıların İktisadi Faaliyetleri, TTK, Ankara, 1992, s.55.

3 Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Kitap 2, Türkçesi Babür Kuzucu, Belge Yayınları. İstanbul, 1987, s.50., Ayr. bkz. Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1969. s.38.

4 Cahit Talaş, Türkiye’nin Açıklamalı Sosyal Politika Tarihi, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1992, s.36.

5 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vatan Yolunda, Selek Yayınları, 1958, s. 176.

6 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 1984, s. 256.

7 Atatürk. Nutuk. 1963. c.l, s.6.

8 A.g.e., s. 12.

9 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1959, c.2, s. 194.

10 Avni Doğan, Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası, İstanbul I964.S.165.

11 Ahmet Mumcu, Siyasal Tarihe Giriş, Ankara, 1980, s.79.

12 Anıl Çeçen, Atatürk ve Cumhuriyet, Ankara, 1981, s.32

13 Maurice Duverger, Seçimle Gelen Krallar, çev. N. Erkurt, İstanbul, 1975, s.7-27.

14 Maurice Cranston. Siyasal Sözlük, çev. C.S. Ataöv, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1970, s.23.

15 George Orwell, Selected Essays, Baltimore. 1957, s. 149.

16 Giovanni Sartori. Demokrasi Kuramı, çev. Deniz Baykal. Siyasi İlimler Derneği Yayını. Ankara, s.87-100.

17 Muzaffer Erendil, Atatürk ve Demokrasi, ATAM Dergisi, c.II, Temmuz 1986, s.6, s. 685.

18 Anıl Çeçen, a.g.e.. s.42

19 Maurice Duverger, Halksız Demokrasi, çev. İ. Özüt, İstanbul, 1969. s.67.

20 Ayr. bkz. Graham E. Fuller. Demokrasi Tuzağı. İstanbul. 1996.

21 Kılıç Ali, Atatürk ve Cumhuriyet. Milliyet Gazetesi. 2 Kasım 1970,

22 Feridun Kandemir, Siyasi Dargınlıklar, İstanbul 1955, s. 17.

23 Celal Bayar, Atatürk’ten Hatıralar, İstanbul, 1955, s. 114.

24 Ş.S. Aydemir, Tek Adam, c.III, s.394., ayr. bkn. Çetin Yetkin, Atatürk’ün Başarısız Demokrasi Denemesi, İstanbul, 1997.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder