12 Mayıs 2013 Pazar

Kurtuluş Savaşı'nda Atatürk

Kurtuluş Savaşı'nı Gerektiren Sebepler:

Türk İstiklal Harbi, çökmekte, parçalanmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları arasından,
devletin özü olan Türk unsurunu ve onun anayurdunu çıkarıp kurtarma mücadelesidir.
İmparatorluk, doğal olarak özdeş ve türdeş değildi. Irkı, dini, dili ve toplumsal yapısı değişik topluluklardan, milletlerden oluşuyordu. Askeri, siyasi, iktisadi ve diğer alanlardaki bazı olumsuz sebepler, bu bünyedeki çatlaklık ve kopuklukları büyütüyor, onarılması zor veya olanaksız duruma getiriyordu.

İmparatorluğun çökmesi mukadderdi. Bu hususu, Atatürk’ün Söylev’deki (Nutuk) şu anlatımı, en önemli sebebi vurgulayarak, çok güzel belirtmektedir:
“Doğu ırklarının, Batı ırklarına taarruzu, tarihin belli başlı bir evresidir. Doğu kavimleri arasında Türk unsurunun başta ve en güçlü olduğu bilinmektedir. Gerçekten Türkler, İslam’dan önce ve sonra Avrupa içerisine girmişler, taarruzlar, yayılmalar yapmışlardır.
Batıya saldıran ve İspanya’da Fransa sınırlarına kadar yayılan Araplar da vardır. Fakat, her taarruza, daima karşı taarruz düşünmek gerekir, karşı saldırı ihtimalini düşünmeden ve güvenilecek tedbirler bulmadan hareket edenlerin sonu yenilmek, bozguna uğramak ve batmaktır “ diyerek, bir takım yargılar ileri sürdükten sonra, şöyle devam ediyor:
“Batı’nın Araplara karşı taarruzları, Endülüs’te acı ve ibret verici tarihi bir felaketle başladı, fakat orada bitmedi, takip Afrika kuzeyinde sürdürüldü.
Atilla’nın Fransa ve Batı topraklarına kadar uzanan imparatorluğunu hatırladıktan sonra, Selçuk Devleti kalıntıları üzerinde kurulan Osmanlı Devleti’nin İstanbul’da Doğu Roma İmparatorluğu’nun taç ve tahtına sahip olduğu dönemlere bakalım: Osmanlı taçlıları (hükümdar) içinde Almanya’yı, Batı Roma’yı ele geçirerek büyük bir imparatorluk kurmak girişiminde bulunmuş olanlar vardır. Yine, bu hükümdarlardan biri bütün İslam alemini bir noktaya bağlayarak yönetmeyi düşündü. Bu amaçla Suriye’yi, Mısır’ı aldı ve halife oldu. Diğer bir sultan da hem Avrupa’yı ele geçirmek, hem bütün Müslümanlara egemen olmak istedi.
Batı’nın durmayan karşı taarruzu, İslam ülkelerinin kırgınlık ve isyanı ve böylece, dünyaya hakim olma düşüncelerinin aynı sınır içine aldığı çeşitli unsurların uyuşmazlıkları, sonuç olarak, benzerleri gibi Osmanlı İmparatorluğu’nu da tarihin bağrına gömdü.”
Yukarıda açıklanan nedenlerden başka, Osmanlı Devleti’ni yıkmakta olan şu önemli etmenler de vardır:
1. Rönesans ve Sanayi İnkılabının özellikle Avrupa Devletlerini geliştirmesine karşılık, Osmanlı Devleti bu yeniliklere ilgi göstermemiş, yerinde saymış, çağın dışında ve her bakımdan geri kalmıştı.
2. Batı’da oluşan milliyetçilik duygu ve hareketleri, Osmanlı Devleti’ni parçalamak için kullanılmaya başlanmış, uyruk ülkeler giderek ayrılmışlardı.
3. Devletin teokratik ve otokrat (şeriat ve saltanat sistemi) yapısı her bakımdan olumsuz etkiler yaratıyordu.
Atatürk’ün değerlendirmesi başta olmak üzere, buraya kadar ifade ettiğimiz koşulların Osmanlı Devleti’ni ve Türklüğü çöküntüye sürüklemesi doğaldı.
Aslında Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi devletler son yüzyıllarda, tek Türk İmparatorluğu’nu aralarında paylaşmak için gizli veya açık pek çok anlaşmalar yapmışlardı. Osmanlı Devleti, özellikle askeri bakımdan zayıfladıkça bu anlaşmalar veya antlaşmalar artıyordu. Öte yandan, sebepleri daha iyi anlayabilmek amacıyla, tarihin yapraklarını geriye doğru çevirdiğimiz zaman şunları da görüyoruz.
İmparatorluk, ‘Fatih Sultan Mehmet zamanında, özellikle İstanbul’un fethinden (1453) sonra kurulmaya başlamış, XIV-XVI ncı yüzyıllar yükselme, XVII ve XVIII nci yüzyıllar duraklama dönemi olmuştu. II. Viyana yenilgisini (1683) izleyen 1920 yılına kadarki süreç, İmparatorluğun (Osmanlı Devleti’nin) çöküntü dönemiydi’.
Kötü ve felaketli durumu önlemek için, çağın gereklerine uymayı düşünen, bazı tedbirlere girişen devlet adamları, yurtsever vatandaşlar, Genç Osman’dan (1604-1622) itibaren zaman zaman ıslahat yapmak isteyen padişahlar görülmüştü. Özellikle 19. yüzyılda artan çöküş nedenleri yeni yeni önlemler alınmasını gerektiriyordu. Padişah IV. Murat (1612-1640), III. Selim (1761-1808), II. Mahmut (1784-1839) gibi hükümdarlar önemli ıslahat hareketlerine girişmişlerdi.
Tarihimizde “Islahat Çağı” diye adlandırabileceğimiz sürecin içerdiği en önemli hareketler; Tanzimat (1839), I. Meşrutiyet (1876), II. Meşrutiyet (1908) (Meşrutiyet Dönemi) olmuş, bütün bunlar yüzeydeki ve yüzeyde kalan ıslahat girişimleri niteliğinden ileri gidememiştir.
Tarihi gerçek, tarihi oluşum ıslahatı değil, köklü bir inkılabı gerektiriyordu. Ne yazık ki, bunu görüp anlayan, hele hakikati dile getiren kimseler yoktu. Osmanlı Devleti devrini tamamlamış, işlevini yitirmişti. Özellikle, bunu görüp anlamak lazımdı. Mustafa Kemal’in deyişiyle “Osmanlı Devleti (kişi) şahıs devletiydi”; “Halk Devleti” kurulması zorunlu hale gelmişti.
Mustafa Kemal, genç subaylığından beri, Türklüğü kurtarmak için yeni bir devlet, demokratik bir düzen kurmak icap ettiğine inanıyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları belki fırsatlar yaratacaktı!..
Birinci Dünya Savaşı, bizim dahil bulunduğumuz Bağlaşma Devletleri (İttifak Devletleri) ile Anlaşma Devletleri (İtilaf Devletleri) arasında geçmiş, müttefiklerimiz olan Bulgaristan, Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile birlikte yenilmiştik.
Osmanlı Devleti’nin yenilgisi, Mondros Ateşkes Anlaşması (30 Ekim 1918) imzalanarak kabul olunmuş2, İmparatorluğun elde kalan bölgeleri Anlaşma Devletleri kuvvetleri tarafından işgal edilmişti. Büyük Söylev’de (Nutuk), Mustafa Kemal Paşa, bu durumu şöyle anlatmaktadır:
“Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta.. Anlaşma Devletleri Mondros hükümlerine uymayı gerekli görmüyorlar. Birer vesile ile, Anlaşma Devletleri İstanbul’da. Adana ili Fransızlar, Urfa, Maraş, Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş, Antakya ve Konya’da İtalyan kıtaları; Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor.. Her yanda yabancı subay ve memurları, özel adamları çalışıyor. Nihayet, sözünü ettiğimiz tarihten (19 Mayıs 1919) dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da Anlaşma Devletlerinin onayı ile Yunan ordusu İzmir’e çıkarılıyor”.

Savaş Nasıl Başlamıştı?
Savaş’ın fikri alandaki başlayışı Söylev’de çok güzel ifade edilmektedir. Yurttaki sosyal, siyasi duruma, bazı ihanet hareketlerine de değinildikten sonra, muhtelif yörelerde ileri sürülen ve kısmen örgütlenen kurtuluş çareleri anlatılmaktadır. Ne var ki, yurtseverlik örneği olduğu kabul edilmekle birlikte, bu girişimler ülkenin bağımsızlığı ve halkın egemenliği bakımından yeterli görülmemektedir.
Çok işlenmiş olan bu konuları yinelemeden, büyük Önder’in kararını kendi ifadeleriyle anımsatmak istiyorum:
“Bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da, ulusal egemenliğe dayalı kayıtsız-şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!
İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur”3.
Sırası gelmişken, Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’da yaptığı bazı anlaşmalara da değinmek yararlı olacaktır. O, Söylev’de: “İstanbul’da, Genelkurmay Başkanı olarak birbirleriyle yer değiştiren Cevat ve Fevzi Paşalardan, Barış Hazırlıkları Komisyonunda çalışan İsmet Bey’den başlayarak, Erzurum’a gelinceye kadar, her yerde ilişki kurduğum komutan, subay ve bazı ileri gelen kişilerle burada, Erzurum’da yaptığım gibi görüşmeler ve anlaşmalar yapmıştım” 4demekte, diğer bir bölümde de Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa ile özel ve gizli bir şifre saptadıklarını söylemektedir5.
Prof. Hikmet Bayur “Atatürk-Hayatı ve Eseri” adlı kitabının 301-302. sayfalarında, Fevzi ve Cevat Paşalarla yapılan anlaşmalara değinmekte ve elele vererek ant içtiklerini söylemektedir.
Resmi harp tarihi eserlerine göre Türk Kurtuluş Savaşı, 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’e çıkmasıyla fiilen başlamıştır. Burada, savaşın adı üzerinde biraz durmak istiyorum. “Milli Mücadele, İstiklal Harbi, İstiklal Savaşı gibi” şekillerde adlandırmalar yapılmaktadır. Benim önerim, Türk Kurtuluş Savaşı denilmesidir. Bu, daha geniş anlamlıdır6. Bilindiği gibi, Atatürk’ün düşüncelerine ve kullandığı terimlere, kavramlara önem veriyoruz. O, Cumhuriyet’in X. Yıldönümü Söylevinde “Kurtuluş Savaşı’na başladığımızın XV. yılındayız” demekle, adlandırmayı belirttiğim şekilde yapmış bulunmaktadır.

İstiklal Harbi’nin Evreleri:
Bu Harb’in oluşumu dikkatle incelendiği zaman, şu evreler görülecektir:
(1) Mondros Ateşkes Anlaşması ve düşman işgalinden sonra mitingler, protestolar şeklindeki tepkiler dönemi,
(2) Kuva-yı Milliye dönemi,
(3) Heyet-i Temsiliye dönemi,
Bunlar, ilk veya birinci evreyi teşkil eder…
(4) Düzenli ordu ve askeri harekat döneminin başlangıcı,
(5) Meydan muharebeleri dönemi (Sakarya Meydan Muharebesi, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Muharebesi),
4 ve 5 nci sıradaki dönemler Askeri Harekat’ın “kesin sonuç” evresidir.
(6) Barışa dönüş evresi (Mudanya Ateşkes Anlaşmasını ve Lozan Barış Antlaşmasını içerir).
Bütün bu dönem ve evreler içinde iç ve dış siyasi etkinlikler, her çeşit idari, iktisadi çalışmalar ve hareketler ile muharebeler olagelmiştir. Çağdaşlaşma savaşı sürüp gitmektedir.
Türkiye’nin Genel Durumu, Kuvvet Durumu, Toplumsal ve iktisadi Koşulları:
Atatürk, Büyük Söylev’in ilk sayfalarında (15-20 sayfa) Türkiye’nin genel durumunu büyük yetki ile anlatmıştır.
Yurt ve millet yoksul, ordu dağıtılmış, silahtan soyutlanmış; Anlaşma Devletlerinin silahlı kuvvetleri askeri ve iktisadi önemi olan yerleri, bölgeleri işgal etmişler ve işgali sürdürüyorlar. Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Muharebesi’nin sağladığı 30 Ağustos 1922 zaferine kadar, ülkenin en önemli bölgeleri çarpışmaların etkisiyle harap hale gelmiş, düşman kaçarken de yakıp yıkmıştı.

Toplumsal ve İktisadi Durum:
Büyük kısmı ile toplum, bir çeşit derebeylik düzeni içinde olup ağaların, beylerin, eşraf ile ulema denilen din adamlarının maddi ve manevi egemenliği altında bulunmaktadır. Türk halkı uzun yıllar süren büyük savaşların; barış zamanında da, teşkilatsızlık, bilgisizlik ve ilgisizliğin etkisiyle yoksul, yorgun, yılgın bir hale gelmişti.
Ülkede çağın gereklerine uygun iktisadi düzen, örgütlenme ve bu bakımdan bir gelenek yoktu. O alandaki çağdaş bilgilerle “aydınlar, ilgili uzmanlar” yeterince donatılmış değillerdi. Bu konular karşısında aydınların çoğu ilgisiz, genellikle halk toplulukları habersiz görünüyorlardı.
Aslında pek az olan iktisadi ve mali kaynaklar kurumuş, elbetteki devlet kasaları boşalmış, vergi toplamak çeşitli sebeplerden ötürü olanaksızlaşmıştı. Ülkede, özel girişim ve sermaye hareketleri yok denecek kadar azdı. Devlet de herhangi bir yatırıma girişmek suretiyle üretim ve gelir sağlamaktan, halka örnek olmaktan uzaktı.
Bu durumda, Milli Mücadele’nin ve onun büyük Önder’i ile yerel önderlerin dayanabilecekleri ve umutla bağlanacakları tek kuvvet, milletin manevi varlığı ve özellikle halkın yurtseverlik duygusuyla bütün dünyanın bildiği ulusal kahramanlık ve fedakarlık nitelikleridir. Halktan, bunların dışında bir yardım ve destek beklemek, hele çağdaş anlamda bir iktisadi örgütlenme ve olanaktan yararlanmak o zamanlar hayal bile edilemezdi. Şu halde, milli önder Mustafa Kemal ve arkadaşları mücadeleyi buna göre planlamak ve uygulamak zorundaydılar. İstiklal Harbi’ni yöneten güçler mali olanaksızlıklar içinde kıvranmaktadırlar. Batı cephesinin 1921 yılı içindeki koşulları incelenirken “Bu cephenin 200.000 liradan fazla para ihtiyacına karşı 30.000 lira verilebilmiş, Başkomutan Mustafa Kemal’in işe el koymasına karşın, durumu bir ölçüde düzeltmek çok zor olmuştu.
Milletin bütün olanaklarından yararlanıldığı halde, Başkomutan ve onun karargahı ile diğer komutanlıklar çok mütevazi koşullar içindeydiler. Derme çatma masa, sandalyeler ve kırık dökük araçlarla çalışıyorlardı. Batı cephesi karargahında görev almış bulunan Halide Edip (Prof. Adıvar) diyor ki: Büyük zorluk yazı makinesindeydi, çünkü parça parça ve kırıktı. Ben de, yalnız bir parmakla yazabiliyordum. Belgeleri makine ile yazmak çok güçtü.
Görülüyor ki, vatanın ölüm-kalım günlerinde en önemli görevleri yerine getirmekle yükümlü bir karargah bile yoksulluk içindedir. Yokluk ve yoksulluğun bir başka yönünü açıkça anlayabilmek için iki belgeye yer vermek yararlı olacaktır. Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemal’in, artık hurdalığa atılması gereken, fakat gözleri gibi korudukları bir otomobilleri vardı, ona iki lastik bulan “Niğde ve Kilikya Heyet-i Merkeziye Reisi Ahmet Remzi Bey, 22 Mayıs 1920 tarihli telgrafla bu hususu Paşa’ya şöyle bildiriyordu: Yüksek şahsınıza sunulan otomobil için iki yeni lastik gelmiş olduğundan, ne suretle gönderileceğinin emre-dilmesi istirham olunur efendim”.
Bir örnek de şu idi: Kayseri Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Merkeziyesi, Mustafa Kemal Paşa’ya 8 teneke benzin ile bir adet otomobil lastiği göndereceğini bildirmişti. Paşa, 1 Temmuz 1920’de şu telgrafı çekti: “Ankara’ya gönderilmek üzere, Kayseri Heyet-i Merkeziyesi adına gönderildiği Develi Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanlığından bildirilen, 8 teneke benzin ile bir adet otomobil lastiğinin güvenilir bir araçla bir an önce gönderilmesini ve bildirilmesini rica ederim”7.
Bu örneklerden daha önemlisi 10. Tümen Komutanı Yarbay Cemil Cahit’in (Orgeneral Toydemir) 8 Mayıs 1922’de, Samsun’dan Genelkurmay Başkanlığına gönderdiği şifrede görülmektedir. Pontus sorunu ile de ilgili ve görevli bulunan bu tümenin durumu, Milli Mücadele’nin benzersiz ve çetin zorluklarını bir ibret levhası olarak gözler önüne sermektedir:
“Tokat ve Amasya Livalarında on para olmadığını ve artık askeri besleyemeyeceklerini söylüyorlar. Samsun valisi, parasızlıktan günlük 300-500 lira vermekle tümeni oyalıyor. Günde 5-6000 liraya ihtiyacı olan buradaki kıtalar, bu koşullar altında nasıl beslenebilirler? Açlık ve yoksulluk sıkıntısı dikkati çekecek bir durumdadır.
Gereği gibi beslenemeyen ve durmadan eşkıya kovalayan askerde, kaçaklık dikkati çekmektedir. Maliye Bakanlığı buradaki kıtaların ihtiyaçlarını gümrük gelirlerinden sağlayıp vermezse, varlığımızı korumanın olanağı yoktur. Bu bir iki gün içinde, Erbaa’da önemlice bir hareket düzenlemiş ve emrim altında uygulamaya geçmek istemişsem de, parasızlık ve yiyeceksizlik yüzünden geri bırakmak zorunda kaldım.
İki gün içinde Maliye para bulamazsa, bir sürecik olsun kıtaların varlığını korumak için, burada, milli tekalif ambarlarındaki eşyayı satarak geçinmeye mecbur kalınacağını bilgi olarak arzeylerim efendim”8.
Yunan Ordusu İzmir’e çıktığı zaman, Mondros Ateşkes Anlaşması yürürlükte olduğu için, Osmanlı Hükümeti, herhangi bir şekilde direniş gösterilmemesini emretmişti. Aslında da, iktidar, vatan için ölümü göze alacak, kurtuluş çareleri düşünecek durumda değildi. İşgal kuvvetlerine itaatden başka birşey yapmıyordu.
Mondros Ateşkes Anlaşması’na göre, savunmadan yoksun ve yoksul dokuz kolorduya müsaade edilmişti ki, bunlar adeta kadro halindeydiler. Her tümen için 1540 tüfekli er gösterilmiş, sonuç olarak tüm Osmanlı Ordusunun subay ve er kadrosu, 45-60 bin dolaylarında kabul edilmişti. Taburların mevcudu 50-60 kişiyi geçmiyordu. Böyle bir kuvvet asla yurt savunması yapamazdı. Aslında da, asayişi sağlamaktan başka görev verilmeyecekti.
Ne mutlu ki, Osmanlı Genelkurmayı ve İstanbul’daki bazı yurtseverler el altından, dolaylı yollardan Anadolu’daki direnişleri ve Mustafa Kemal’i destekliyorlardı, padişah ve diğer devlet adamlarını, direniş hareketleri karşısında, maharetle uyutuyorlardı. Genelkurmay Başkanı olarak birbiri ardından görev alan Fevzi (Çakmak), Cevat (Çobanlı) Paşalar, evvelce belirtildiği gibi, Mustafa Kemal Paşa ile anlaşmışlardı. Onlar, Kurtuluş Savaşı’na uygun tedbir ve tertiplere olanak ölçüsünde önem verdiklerinden, asayişin sağlanması için gerekli diyerek, işgal kuvvetleri sorumlularının da onayı ile bir kaç ordu müfettişliği, o arada 9.Ordu Kıtaları Müfettişliğini kurmuşlardı. Bu müfettişliğe, son zamanlarda Milli Savunma Bakanlığı (Harbiye Nezareti) emrinde bulunan Mustafa Kemal Paşa atandı. Bu atamanın uzun bir öyküsü vardır.
İzmir’de Yunan çıkarmasından sonra, Batı Anadolu’da beliren koşullar karşısında, savunmanın Kuva-yı Milliye ile olabileceğini 17. Kolordu Komutan Vekili Albay Bekir Sami (Günsav) ile 57. Tümen Komutanı Albay Şefik (Aker) düşünmüşler ve çalışmalarını genel olarak bu yolda yapmışlardı. Bunun başlıca sebebi, Yunan istilasına karşı direnmenin İstanbul Hükümetince kabul edilmemesi, sonuç olarak nizamiye kıtalarının duruma açıkça müdahalelerindeki zorluklar ve erlerin tutsak olmaktansa, birliklerinden kaçmayı yeğ görmeleriydi. Albay Bekir Sami’nin Ödemiş’e talimat göndererek o bölgeyi harekete geçirdiği, Albay Şefık’in de Aydın’ın işgali üzerine çekilmiş olduğu Çine bölgesinde milli kuvvetleri örgütlemeye koyulduğu görülmektedir. Ayvalık’ta, 172. Alay Komutanı Yarbay Ali (Çe-tinkaya), bölgedeki Yunan çıkarmasını 28 Mayıs 1919’da ateşle karşılamıştı.
Ayrıca, Bandırma’daki Kolordu Komutanı Yusuf İzzet Paşa ve Balıkesir’de 61.Tümen Komutanı Albay Kazım (Orgeneral Özalp) da, kendi bölgeleri içinde milli kuvvetler kurmaya başlamış bulunuyorlardı.
Burada, bir yurtsever bakandan (nazırdan) söz edeceğim, Albay Bekir Sami İstanbul’dan Batı Anadolu’ya gelirken, Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa, ağızdan verdiği emirle, ona savunma görevi ve bir miktar ödenek vermişti.
Komutanların olumlu çalışmaları sonunda, Kuva-yı Milliye Teşkilatı fikri bütün Anadolu’da benimsenmiş, gittikçe genelleşmeye başlamıştı. Hatta, Anadolu halkından Avrupa’da öğrenimde bulunan Mahmut Esat (Bozkurt), Saraçoğlu Şükrü gibi bir kısım gençler öğrenimlerini bırakarak, ülkeye dönmüşler ve Kuva-yı Milliye’ye katılmışlardı.
27 Mayıs 1919’da Aydın’ın, 29 Mayıs 1919’da Ayvalık’ın, 1 Haziran 1919’da Ödemiş’in işgalleri ve Batı Anadolu’da savunma ruhunun uyanması, Kuva-yı Milliye fikrinin gelişmesini ve yayılmasını sağlamıştır.
Öte yandan, Ödemiş Kaymakamı Bekir Sami Bey, büyük bir medeni cesaretle İtilaf Devletleri temsilcilerine 29 Mayıs 1919’da çektiği telgrafta “Artık biliniz ki, kalem değil silah konuşuyor” ifadesini taşıyan protesto ile Türk milletinin yüce varlığı adına “Kuva-yı Milliye’nin silahlı mücadelesinin açıldığını” dünyaya ilan ediyordu.
Yukarıdaki örnekler, Anadolu harekatının, milli direnişin pek çokları arasından seçilmişlerdir9.
Biraz da kolorduların konuşlarına değinmek istiyorum. Bunlar şöyle idi:
1 nci Kolordu Karargahı ve Tümenleri: Edirne bölgesinde
25 nci Kolordu Karargahı ve Tümenleri : İstanbul’da ve Marmara bölgesinde
14 ncü Kolordu Karargahı ve Tümenleri : Tekirdağ’da, Bandırma ve Balıkesir bölgesinde
17 nci Kolordu Karargahı ve Tümenleri: İzmir’de ve Ege Bölgesinde
12 nci Kolordu Karargahı ve Tümenleri : Konya, Niğde ve Karaman bölgesinde
3 ncü Kolordu Karargahı ve Tümenleri : Sivas, Amasya ve Samsun bölgesinde
13 ncü Kolordu Karargahı ve Tümenleri : Diyarbakır, Silvan ve Mardin bölgesinde
15 nci Kolordu Karargahı ve Tümenleri : Erzurum, Tortum, Van ve Horasan bölgesinde
20 nci Kolordu Karargahı ve Tümenleri : Ankara, Afyon bölgesinde
Deniz Kuvvetleri : Bütün gemiler dört yıllık savaşta çok yıpranmışlardı. Erlerin terhisi dolayısıyla pek az mürettebatla kalan gemilerde bakım da yapılamıyordu. Ateşkes gereğince gözaltına alınmış bulunan bu gemilerden faydalanmak aslında olanaksızdı. Donanma Haliç ve İzmit’te düşman gözetimi altına alınmıştı.
Hava Kuvvetleri : Mondros Ateşkes Anlaşmasından sonra, Filistin ve Suriye’den çekilebilen hava birlikleri Konya’da, Irak cephesinden çekilenler Elazığ’da, ayrıca önemli sayıda uçak ve gereçler de, İstanbul Yeşilköy’de toplanmıştı. Aslında, sayısı 15 kadar olan uçaklar arıza ve personel kıtlığı yüzünden kullanılacak durumda değildiler.
Yunan kuvvetleri her bakımdan üstün durumdaydılar 10.

Cepheler (Harekat Alanları):
1. Batı Cephesi (Batı Harekat Alanı)
2. Doğu Cephesi (Doğu Harekat Alanı)
3. Güney Cephesi (Güney Harekat Alanı)
4. Trakya Cephesi (Trakya Harekat Alanı)
5. İç Cephe (Ayaklanma ve Anarşi Alanları)…
Asıl harekat alanı Batı Cephesi’dir. İstiklal Harbi’nde kesin sonuç burada alınacaktır. Türk milletinin yetenek ve olanaklarının çoğu orada toplanıp kullanılacak, Başkomutan ve diğer büyük komutanlar Batı Cephesi’nde bulunacaklardır. Yazımızın başlarında belirttiğimiz Osmanlı ülkelerini bölüşmek, devleti ortadan kaldırmak amacı ile yapılan uluslararası anlaşmalar, saldırgan politikalar, istila hareketleri Batı Cephesine yöneltilmiştir. Buna karşı, Türkiye’nin, “Ya Bağımsızlık-Ya Ölüm!” sorunu orada halledilecektir.
Doğu Cephesi’nde Ermenilerle savaş halindeydik. Önceleri Rusların Türkiye’ye karşı durum ve tutumları pek belli değildi, sonraları çeşitli siyasi ve ideolojik nedenlerle dostluğa önem verdiler. Ermenilerin zayıf düşmesi, Türklere yenilmesi genel siyaset ve çıkarlarına uygun geliyordu. Kendilerinin fazla müdahaleleri, siyasi ve askeri bakımdan iç durumları ile bağdaşmıyordu. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Ermenilerle savaşı kolayca kazanmak olanağı vardı ve bu görüşle, Doğu Cephesi Türkiye için hayati bir sorun teşkil etmiyordu.
Güney Cephesi’ne gelince, Irak’ta İngilizler, Suriye’de Fransızlar hedeflerine ulaşmışlar, savunma tedbirlerini almışlar, daha kuzeylere ve içerilere ilerlemeye yeltenmemişlerdi. Ayrıca, milli kuvvetler onlarla mücadele halinde idi.
Nizami kuvvetlerin Güney Cephesinde yeni harekata girişmelerine “askeri, iktisadi, mali ve siyasi durum” elverişli değildi.
Ayaklanmalar ve asayiş durumu İç Cepheye de askeri kuvvet ayırmayı, iktisadi ve mali tahsisler yapmayı gerektiriyordu…
Bu durumda, Mustafa Kemal Paşa, İngiliz ve Fransızlarla güneyde önemli bir savaşa girmeyi milli stratejiye çok zararlı sayıyordu.
Trakya’da, Anlaşma Devletlerinin bazı girişimleri, Yunanlıların askeri kuvvetleri varsa da Anadolu harekatı ve Atatürk’ün dış politikası bakımından fazla önem taşımamaktadır. Ayrıca, herhangi bir şekilde müdahale de mümkün değildi. Trakya’daki durum Söylev’de özet olarak şöyle anlatılmaktadır:
“Doğu Trakya’da, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Trakya-Paşaeli Heyet-i Merkeziyesi bir kongre yaptı ve bu kongre, Trakya’nın idaresini, Trakya-Paşaeli Heyet-i Merkeziyesi’ne verdi.
Trakya’da Kolordu Komutanı bulunan Cafer Tayyar Bey (General Eğilmez) bu heyet-i merkeziyeye dahil olmakla birlikte, Edirne Milletvekili idi. Trakya Heyet-i Merkeziyesine ve Kolordu Komutanına verdiğimiz talimat, Trakya talihinin bütün ülkenin talih ve yazgısıyla birlikte hallolunabileceği esasına dayalı idi. Askeri harekat bakımından da verdiğimiz talimat şu idi: Üstün kuvvetlerin saldırısına uğranılırsa, sonuna kadar direnilecek ve Trakya tümüyle işgal edilse bile, önerilecek herhangi bir çözüm yalnız başına kabul olunmayacaktır. Trakya’daki komutanın da kararının böyle olduğu ifade edilmekteydi” “.
Tarih kitaplarından başka eserlerde, Trakya durumuna pek değinil-mediği için bu yazımızda, biraz daha bilgi sunacağız. Batı Anadolu’da Yunan Ordusu Anlaşma Devletleri Başkomutanı, General Milne’in, geçilmemek üzere saptadığı Milne Hattı’nı Haziran 1920 sonlarında aşarak ilerlemeye başlamıştı. Öte yandan, Trakya’da da, 20 Temmuz 1920’de Tekirdağ bölgesine bir tümen çıkarılarak Edirne’ye yöneltildi. Batı Trakya’dan Meriç nehrini geçen Yunan kuvvetleri, önceleri bölgedeki kuvvetlerimiz tarafından durduruldu. Trakya’nın savunmasından sorumlu olan 1 nci Ko-lordu’nun Komutanı Cafer Tayyar Bey, Kolordu’nun başından ayrıldığından, yönetimden yoksun kuvvetler savunamadılar ve Trakya Temmuz içinde Yunanlıların eline geçti. Ne yazık ki, bu durum Lozan Antlaşmasına kadar sürüp gitti12.

Muharebeler ve Bazı Siyasi Konular:
Bu konuya da kısaca değineceğim. Yunan kuvvetleri, Haziran 1920’den önce yerel saldırılarda bulundular ve 22 Haziran’da, Anlaşma Kuvvetleri Başkomutanı General Milne’in saptadığı ve tarafların aşmamalarını istediği Milhe Hattı’nı geçerek işgallere devam ettiler. Kuvvetleri 6 tümen kadardı. 3 tümenle iki koldan Akhisar-Soma doğrultusunda, iki tümenle Salihli yönünde, bir tümen ile de Aydın Cephesi’nden ileri harekata başladılar, 29 Ağustos 1920’de Uşak’ı ele geçirdiler.
Bunun üzerine, Mustafa Kemal Paşa yeni tedbirler alırken, Batı Anadolu’daki bütün kuvvetleri, tekrar düzenlenen Batı Cephesi’nin emrine verdi ve Ali Fuat Paşa (Orgeneral Cebesoy) komutanlığına atandı. 12 ve 24 ncü Kolordularla, İzmir Kuzey Cephesi’nde bulunan 56 ve 61 nci Tümenler, ayrıca bazı milli kuvvetler bu komutanlığın emrine verildi.
İzmir Cephesi, kolordu yetkisiyle Kur.Albay Kazım (Orgeneral Özalp)’ın komutası altına girdi. 20 nci Kolordu Komutanlığı’na 56 ncı Tümen Komutanı Albay Bekir Sami (Günsav) atandı. Boşalan 56 ncı Tümen Komutanlığı’na Yarbay Nazmi (Korgeneral Solok) verildi. Karargahların teşkili ve Adana Cephesi için de bazı tedbirler alındı.
Mustafa Kemal Paşa, muhtelif cephe ve komutanları kendi inisiyatiflerine bırakmayı, durumu genel direktiflerle yönetmeyi ve gerektikçe bazı emirler vermeyi, o dönem için uygun görmüş ve öyle yapmıştı.
Öte yandan, 24 Ekim 1920 günü, Batı Cephesi kuvvetleri, Gediz Muharebesi adı verilen bir harekata girişti, başarılı olamadı ve Yunanlılar üstün geldiler. Durum, Mustafa Kemal Paşa ve Genelkurmay’ın müdahalesi ile düzeltildi.
Çeşitli askeri ve siyasi etkinlikleri sırayla anlatmaya yazımızın boyutları yetmeyeceğinden, bunları tek tek ele alamayacağım. Şu kadar ki, İç Cephe’deki türlü ayaklanmaların Kurtuluş Savaşı’nı çok zorlaştırdığını belirtmeden, İnönü Zaferlerinden kısaca söz etmeden geçemeyeceğim.
Atatürk, bu iki zaferi inkılap tarihimizin birer sayfası saymakta ve harekatı kısaca anlattıktan sonra, Birinci İnönü’ye değinirken: “Kuvvetlerimiz Eskişehir üzerinden düşmanı karşıladı, yendi (6-10 Ocak 1921), İnkılabımız tarihine Birinci İnönü Zaferi’ni kaydetti” demekte, 27 Mart – 1 Nisan 1921’de yapılan İkinci İnönü Muharebesi’ni de şöyle ifade etmektedir:
“İsmet Paşa, 31 Mart günü karşı taarruza geçti ve düşmanı yendi. Böylece, inkılap tarihimizin bir sayfası İkinci İnönü Zaferi ile yazıldı”.
Her iki anlatımda İnönü Zaferlerinin ve doğal olarak İstiklal Harbi’nin, Atatürk Devrimi’nin ilk evresi olarak değerlendirildiğini görmekteyiz. Büyük Önder, ilgili bütün konuşmalarında bu yöne dikkati çekmiştir.
İnkılap tarihi ile meşgul olanların bu hususu unutmamaları gerekir.
Mustafa Kemal Paşa, bu savaşı önceleri oyalama, sonra çekilme ve savunma, nihayet taarruz stratejisiyle yönetmiştir. Ulusal durum ve gerçekler bunu gerektiriyordu.
İktisadi, siyasi ve askeri koşullar elverişli olmadığından, milli gücü yeterli duruma getirinceye kadar zaman kazanmak kararı verilmişti. İnönü Muharebelerinden sonra yeniden düzenlenen Yunan kuvvetleri tekrar saldırıya geçtiler. Ordumuz, 8 Nisan ig2i’de Aslıhanlar-Dumlupınar ve 8 Temmuz 1921’de Kütahya-Eskişehir muharebelerinde çok zor ve tehlikeli durumda kaldığından, Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi kuvvetlerinin Sakarya nehrinin doğusuna çekilip savunmaya geçmesini emretti.

Sakarya Meydan Muharebesi:
23 Ağustos-13 Eylül 1921 tarihlerinde geceli gündüzlü 22 gün süren Sakarya Meydan Muharebesi’nden önce, sert tartışmalarla geçen Meclis toplantılarında, Mustafa Kemal Paşa’nın yasal olarak Başkomutanlığa getirilmesine 5 Ağustos 1921 günü karar verildi. Bundan sonra yaptığı konuşmaya Söylev’de şöyle değinmektedir:
“Özellikle, Meclis’in ve Bakanlar Kurulu’nun içe ve dışa karşı sakin ve çok kuvvetli durum ve görünüşünün korunmasının önemli olduğunu ve ufak tefek sebeplerle Bakanlar Kurulu’nu sarsmanın doğru olmadığını arz ettim. Kanun önerisi, aynı günde açık oturumda okundu, ivedilikle görüşüldü ve ad okunarak oya konuldu. Oy birliği ile kabul edildi.
Yaptığım kısa bir demecin bir iki cümlesini yinelememe müsaade buyurmanızı rica ederim. O cümleler şunlardı:
“Baylar, zavallı milletimizi tutsak etmek isteyen düşmanları kesinlikle yeneceğimize olan güvenim bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada, bu tam güvenimi yüce kurulunuza karşı, bütün millete karşı ve bütün aleme karşı ilan ederim”.
Başkomutan, Ankara’da kaldığı birkaç gün içinde, Genelkurmay Başkanlığı ile Milli Savunma Bakanlığı’nı, Başkomutanlık Karargahı olarak görevlendirdi (Sonraları bu tertibi değiştirip, daha pratik bir karargah kurdu).
O zamana kadar, savunma sisteminde, tutulan bazı hatların uzun zaman savunulması esas iken, ilkelerini de belirtmek suretiyle yüzey (satıh) savunmasını emretti ve düzenledi. Yalnız cephelerdeki kuvvetlerin savaştığı, sadece onların sorumlu olduğu şeklindeki “Savaş Doktrini”ni reddederek, “Topyekûn Savaş Doktrini”ni saptadı ve ilan etti. Bu yöndeki düşüncelerini açıklarken: “Savaş ve muharebe demek, iki milletin, yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıkları ile ve bütün varı-yoku ile, bütün maddi ve manevi öğeleri ile birbirleri ile karşılaşması, vuruşması demektir. Buna göre, bütün Türk milletini cephedeki ordu kadar düşünce, duygu ve hareket bakımından ilgilendirmeliydim. Millet kendini mücadeleye vermeliydi.
Bütün maddi ve manevi varlığını yurt savunmasına vermekten kaçınan milletler, savaş ve muharebeyi cidden göze almış ve başarıya inanmış sayılamazlar” dedikten sonra, gelecek savaşların tek başarısının bu esaslara bağlı bulunduğuna özellikle işaret etmektedir.
Sakarya Muharebesi’nde yeni sistemi titizlikle uygulatmış, düşmanın saldırı gücünü tükettirmişti. Söylev’de durum şöyle anlatılmaktadır:
“Muharebe durumunun bu evresini anlar anlamaz derhal, özellikle sağ yanımızla Sakarya nehri doğusunda, düşman ordusunun sol yanına ve sonra cephenin önemli kısımlarına karşı taarruza geçtik. Yunan Ordusu yenildi, çekilmek zorunda kaldı. 13 Eylül 1921 günü Sakarya doğusunda düşman ordusundan hiçbir şey kalmadı. Böylece, 23 Ağustos gününden 13 Eylül gününe kadar, bu günler de dahil olmak üzere, 22 gün ve 22 gece aralıksız süren kanlı ve büyük Sakarya Muharebesi, yeni Türk Devleti’nin tarihine, dünya tarihinde pek az bulunan büyük bir meydan muharebesi örneği verdi”.
O, zamanının çoğunu cephede geçirmiş, Genelkurmay Başkanı Fevzi ve Cephe Komutanı İsmet Paşalarla başbaşa, elele vererek muharebeyi yönetmişti. Bir kaza sonucu kaburga kemiklerinden birinin kırılmasından sonra da, Ankara’daki tedavi süreleri dışında, muharebe alanından ayrılmamıştı. Meclis, 19 Eylül 1921’de O’nu Mareşal rütbesi ve Gazi unvanı ile ödüllendirdi.
Bu muharebeden sonra, Anlaşma Devletleri topluluğu, o arada Fransa, Türkiye’nin azim ve gücünü anlamaya başlamışlardı. Ayrıca, Rusya ve Fransa ile anlaşmalar yapılmıştı.

Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Muharebesi:
Sakarya Zaferi’nden sonra düşmanın maddi ve manevi gücünün azaldığı anlaşılmıştı. İnisiyatif bize geçmiş, taarruz sırası bize gelmişti. Ne var ki, hazırlıkları güvenilecek bir düzeye getirmek lazımdı. Silah, cephane, araç ve gereç mevcudunu artırmak, insan gücünü üstün duruma getirmek zamana ve çeşitli tedbirlere muhtaçtı.
13 Eylül 1921 tarihinden, 26 Ağustos 1922’ye kadar bir yıla yakın zaman, çeşitli hazırlıklarla uğraşıldı. O arada, başta Doğu Cephesi olmak üzere, diğer cephelerden özellikle top, tüfek, cephane getirildi. Rusya’dan para ve malzeme ve bazı İslam ülkelerinden de para yardımı geldi.
Mondros Ateşkes Anlaşması dolayısıyla bütün Türk Ordusu 45-60 bin insan mevcuduna sahip iken, aşama aşama ve büyük zorluklarla düşmana taarruz edebilecek duruma getirilmiş, silah, cephane, çeşitli ikmal maddeleri de en az on katına çıkarılmıştı. Büyük Taarruz’dan önce ordumuzun ve Yunanlıların mevcutları şöyleydi13:
                Hafif            Kılıç
    Subay    Er    Tüfek    Mk. Tüfek    Ağır Mt.    Top    (Süvari)
Türk Ordusu    8659    199283    100352    2025    839    325    5282
Yunan Ordusu    6565    218432    90000    3139    1280    418    1280
Sayın okurlarımız dikkat ederlerse, şu yazımız, bu konuda alışılagelmiş üslûp ve düzenlerden farklıdır. Muharebelerin yapılışı, diğer askeri konular TRT’de, basında yeterli sayı ve nitelikte olarak görülmektedir. Bu nedenle ayrıntılara girmeyeceğim, (isteyenler bunları, Genelkurmay Harp Tarihi yayınlarında inceleyebilirler).
Bu meydan muharebesine, ilgili yayınlarda “Büyük Taarruz” adı da verilmektedir. Evvelce belirttiğim gibi, büyük çaba ve fedakarlıklarla yapılan hazırlıklarda Başkomutan Mustafa Kemal, Genelkurmay Başkanı Fevzi ve Cephe Komutanı İsmet Paşaların, diğer komutanların, konularla ilgili bütün şahısların, özellikle kahraman Mehmetçiklerin hizmetleri vardır.
Gazi Mareşal Mustafa Kemal Paşa’nın askeri ve siyasi dehası, kırılmaz azim ve iradesi Kurtuluş Savaşı’nın yönetim ve başarısında en önemli etmendir. Her rütbe ve makamdaki bütün silah arkadaşları ona güvenmiş, candan bağlanmış, üstün niteliklerinin etkisi ile adeta büyülenerek görevlerini en mükemmel şekilde yapmışlardır. Böylece, Büyük Meydan Muharebesi günlerine gelinmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, Söylev’de kendisinin ve arkadaşlarının çeşitli çalışmalarına, taarruz planının yapılmasına değindikten sonra, onun esaslarını da kısaca şöyle açıklamaktadır:
“Düşündüğümüz, ordularımızın asıl kuvvetlerini (kuvvet çokluğu-sıklet merkezi) düşman cephesinin bir yanında ve mümkün olduğu kadar yanı-başında toplayıp, bir imha meydan muharebesi yapmaktı. Bunun için uygun gördüğümüz durum, asıl kuvvetlerimizi düşmanın Afyonkarahisar yöresinde bulunan sağ yan grubu güneyinde ve Akçay ile Dumlupınar hizasına kadar olan bölgede toplamaktı. Düşmanın en duyarlı ve önemli noktası orasıydı. Çabuk ve kesin sonuç almak, düşmanı bu yanından vurmakla mümkündü.
Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, bu bakımdan gerekli incelemeyi kendileri yapmışlardı. Harekat ve Taarruz planımız çok önce saptanmıştı”14.
O, cephe ile Ankara arasında gidip geliyor, savaşın ve devletin yönetimi ile ilgili konularda çalışıyordu. 28 Temmuz 1922 günü bir futbol maçını izlemek bahanesi ile ordu ve kolordu komutanları da davet edilmek suretiyle Akşehir’de toplanıldı. Başkomutan’ın gözetimi altında hazırlıklar ve planlar yeniden incelendi.
28/29 Temmuz günü yapılan bu çalışmalardan sonra, 30 Temmuz 1922 günü Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanı ile son çalışmaları yapan Mustafa Kemal Paşa, taarruzun yapılış şeklini ve bazı ayrıntıları birlikte saptadı. 1 Ağustos günü, çağrı üzerine Akşehir’e gelen Milli Savunma Bakanı Kazım Paşa (Özalp) da Bakanlığına ait görevler üzerinde çalışmalar yaptı. Mustafa Kemal Paşa, taarruzla ilgili son emri verdikten sonra Ankara’ya döndü. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa 6 Ağustos 1922’de, gizli olarak son hazırlık emrini verdi.
Söylev’in bu bölümünü gözden geçirmeye devam edelim: “Taarruz için tekrar cepheye gitmeden önce, Ankara’da saptanması gereken bazı durumlar vardı. Henüz, Bakanlar Kurulu’na, taarruz emrini verdiğimi tam olarak bildirmemiştim. Artık onlara resmi bilgi vermek zamanı gelmişti. Yaptığımız bir toplantıda iç ve dış durumu, askeri durumu görüşüp tartıştıktan sonra, taarruz için Bakanlar Kurulu ile anlaştık”. Bu sözlerden sonra, siyasi nitelikteki şu ifadeleri görüyoruz: “Diğer bir sorun da önemliydi. Muhalifler, ordunun kokuştuğundan, kıpırdayacak halde olmadığından, böyle bilgisizlik ve karanlıklar içinde beklemenin felaketle sonuçlanacağından ibaret propagandalarına çok hız vermişlerdi. Gerçi, Meclis’te bu cereyanın yankıları, düşmanlardan çok gizlemek istediğim harekat bakımından faydalıydı fakat, bu olumsuz propaganda, en yakın ve en inançlı kişilerde bile kötü etkiye başlamış, duraksamalar uyandırmıştı. Onları da, yakında yapacağım taarruz hakkında ve altı, yedi günde düşman asıl kuvvetlerini yeneceğime olan güvenim hususunda aydınlattıktan sonra, Ankara’dan ayrıldım. Genelkurmay Başkanı benden önce 13 Ağustos 1922 günü cepheye gitmişti”l5.
Mustafa Kemal Paşa, bir hafta kadar sonra cepheye giderken, Çankaya’da çay ziyafeti verdiği söylentisini yaydırdı. 20 Ağustos 1922 günü saat 16.00’da Akşehir’de Batı Cephesi Karargahı’na vardı. Kısa bir görüşmeden sonra, 26 Ağustos sabahı taarruza başlanmasını emretti. Sonraki hareketlerle ilgili olarak Söylev’de “20/21 Ağustos 1922 gecesi ve 1 ve 2 nci Ordu Komutanlarını cephe karargahına davet ettim. Genelkurmay Başkanı ve cephe komutanının huzuru ile taarruzun şekli hakkında harita üzerinde kısa bir harp oyunu tarzında açıklama yaptık ve cephe komutanına o gün vermiş olduğum emri tekrar ettim. Komutanlar faaliyete geçtiler. Taarruzumuz stratejik ve taktik bir baskın olarak yapılacaktı. Bunun için yığınak ve düzenlerin gizli kalmasına önem vermek lazımdı. Bu nedenle bütün harekat gece yapılacak, kıtalar gündüzleri köylerde ve ağaçlıklarda dinleneceklerdi. Taarruz bölgesinde yolların onarımı ve benzeri çalışmalar yüzünden düşmanın dikkatini çekmemek için, başka yerlerde de bu gibi sahte hareketlerde bulunulacaktı” demekte, harekatı da kısaca şöyle anlatmaktadır:
26, 27 Ağustos günlerinde, düşmanın Karahisar’ın güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 km. uzunluğunda bulunan tahkimli cephelerini düşürdük. Yenik düşman ordusu kuvvetlerinin çoğunu 30 Ağustos’a kadar Aslıhanlar yöresinde kuşattık. 30 Ağustos’da yaptığımız muharebe sonunda (buna Başkomutan Muharebesi adı verilmiştir) düşman asıl kuvvetlerini imha ve tutsak ettik. Düşman Başkomutanı General Trikopis de tutsak oldu. Demek ki, tasarladığımız kesin sonuç beş günde alınmış oldu. 31 Ağustos 1922 günü ordularımız asıl kuvvetleri ile İzmir genel doğrultusunda hareket ederken, diğer kısımları ile de düşmanın Eskişehir ve kuzeyinde bulunan kuvvetlerini yenmek üzere hareket ediyorlardı”.
Büyük taarruz harekatı, resmi bildirilerde önemsiz ve şaşırtıcı şekilde yayımlandığından, dünyada baskın etkisi yapmıştı. 31 Ağustos’da gün ağarırken bütün milletlerin gözleri hayretle parladı. Anlaşma Devletleri temsilcileri hemen ateşkes önerisinde bulundular. Mustafa Kemal Paşa, Başbakan Rauf Bey aracılığı ile verdiği yanıtta “Anadolu’da herşey hallolunduğundan burası için görüşmeye lüzum görmediğini, Trakya bakımından ise, Yunanlılar tarafından derhal boşaltılmak koşulu ile görüşmeler yapılabileceğini” bildirdi. 31 Ağustos günü Başkomutanlığın “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!.” direktifini de içeren takip emri yayımlandı. Türk orduları düşmanın asıl kuvvetlerini imha veya tutsak etmiş, kaçabilenleri takip ederek 9 Eylül 1922 günü İzmir’e ulaşmış ve şanlı bayrağımızı bu kentin burçlarına dikmişti.
Mustafa Kemal Paşa, bu zafer hakkındaki değerlendirmesini Nutuk’ta şöyle ifade etmişti: “Her evresi ile düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekat, Türk ordusunun, Türk subay ve komuta heyetinin, yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir daha tespit eden çok büyük bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve bağımsızlık fikrinin ölmez anıtıdır. Bu eseri vücuda getiren bir milletin evladı, bir ordunun Başkomutanı olduğumdan sonsuza kadar mutluyum”.

30 Ağustos Muharebesi’ne Verilen Ad:
Batı Cephesi’ni ve Türk milletini zafere kavuşturan muharebenin adı, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Muharebesi’dir. 26-30 Ağustos 1922 günleri yapılmış bu muharebenin her gününe, askeri tarih kitaplarında “27 Ağustos Muharebesi, 29 Ağustos Muharebesi gibi adlar verilir ve incelemeleri, yazımları gün gün yapılır”. Meydan muharebesi terimi beş günlük muharebeye aittir. Son gün 30 Ağustos Muharebesi olup, Batı Cephesi Komutanlığı’nın aşağıdaki önerisi ile Başkomutan Muharebesi adı verilmiştir. Söylev’in dip not olarak verdiğimiz baskısının 674 ncü sayfasında “buna Başkumandan Muharebesi unvanı verilmiştir” denildiğini yukarıda da kaydetmiştik. Sözünü etiğimiz öneri şudur:
“Afyonkarahisar-Dumlupınar Büyük Meydan Muharebesi’nde düşman asıl ordusunun imha evresi olan 30 Ağustos 1922 Muharebesi, kuzeyden 61 nci Tümen ve 6 ncı Tümen ve 6 ncı Kolordu, güneyden 4 ncü Kolordu’nun katılmasıyla, Süvari Kolordusu’nun etkisinde Aslıhanlar, Çal, İşören (Allıören) bölgesinde ve Çalköy doğusunda birinci hatta 11 nci Tümen yanında bulunan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin gözetimi altında oluşmuş ve kesin sonuca ulaşmıştır.
Bu muharebe, savaşın genel gidişini kutsal davamız lehine kesinlikle değiştirmiş ve Trikopis ve Diyenis gibi en büyük komutanları başlarında olduğu halde, düşman ordusunun büyük kısmının darmadağın yıkıntısı, durmadan her yönden kıtalarımıza teslim olmuştur.
Ordularımız için bir tarihi anı ve Başkomutanımıza sevgi ve bağlılığımıza, sarsılmaz güvenimize yeni bir delil olmak üzere, adı geçen 30 Ağustos 1922 Muharebesi’ne, Başkumandan Muharebesi adı verilmiştir”16.
Strateji ve taktikde “Başkumandan Muharebesi” diye bir tür veya terim yoktur. Yalnız, Mustafa Kemal Paşa’yı kutlamak için şahsına özgü olarak önerilmiş ve kabul edilmiştir. Bu terimin içinde başkomutanlık ve meydan sözcüklerini kullanmak tarihi gerçeğe ve belgeye uymadığından, Atatürkçülükle övünmesi gereken herkesin Başkomutan Muharebesi şeklinde ifade etmesi icap eder. Diğer ifadelere gerekçe bulmaya çalışmak yersizdir.
Büyük Zafer’den sonra Mustafa Kemal Paşa’nın, Türk Ordusu’nun ve Türk milletinin kahramanlığı, şeref ve şanı bütün dünyada benzeri az olan yankılar yapmış, dost ve düşman ülkeler el uzatmaya yönelmişlerdi. Bununla birlikte, çeşitli siyasi görüşmelerde, meslekleri gereği, çetin zorluklar çıkarmaktan da geri kalmayan devlet adamları ve diplomatlar az değildi.

Barış Görüşmeleri:
Mudanya Ateşkes Konferansı, 3 Ekim-11 Ekim 1922’de İsmet Paşa’nın başkanlığındaki delege kuruluşumuzun katılması ile yapılmış; Türkiye’nin fiilen düşmandan temizlenmiş olması, uluslararası yetkili delegelerin onayı ile tescil edilmiş ve ateşkes anlaşması imzalanmıştır. Böylece, küçümsenemeyecek askeri ve siyasi sonuçlar alınmıştır.
Lozan Barış Konferansı 20 Kasım 1922’de açılmış, 22 Kasım’da başlayan siyasi meydan muharebesi bir ara kesildikten sonra devam ederek, antlaşma 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanıp ilgili devletlerin onayına sunulmuş, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 23 Ağustos 1923’de kabul edilmiştir. Lozan Konferansı’nı Mustafa Kemal Paşa sürekli ve dikkatli olarak izliyor, bazı mevki sahibi muhaliflerin yıkıcı eleştirilerine karşın Başdelege İsmet Paşa’yı destekliyor, onun çalışmalarını ve aldığı sonuçları takdir ediyordu. Başkomutan’ın Lozan Konferansı’ndaki durum hakkında genel değerlendirmesi şöyleydi:
“Bir süre, Ankara’da, Lozan görüşmelerini izledim, ateşli ve tartışmalı geçiyordu. Türk hukukunu onaylar olumlu sonuçlar görülmüyordu. Ben bunu, pek doğal buluyordum. Çünkü, Lozan barış masasında sözkonusu edilen sorunlar üç dört yıllık yeni döneme ait ve özgü kalmıyordu. Yüzyıllık hesaplar görülüyordu. Bu kadar eski, bu kadar karışık, bu kadar kokuşmuş hesapların içinden çıkmak, elbette o kadar basit ve kolay olmayacaktı”17.
Gerçekten, görüşmelerde ve tartışmalarda, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış olan Osmanlı Devleti yerine hesap sorulmak istenen delegelerimiz adına, İsmet Paşa sert bir dille “Biz Osmanlı Devleti değiliz, yeni bir devletiz ve zafer kazanmış bir ülkeyiz” diyerek yanıt vermiş, sürekli olarak bu gibi iddiaları sert tepkilerle reddetmiş, gerçeği kabul ettirmiştir.

Ulusal Önder ve Kurtarıcı Mustafa Kemal:
Yazımızın başlığı “Atatürk ve Türk Kurtuluş Savaşı”dır. İlgili bölümlerde açıkladığımız gibi Mustafa Kemal Paşa gençliğinden beri Osmanlı Devleti’nin devrini tamamladığını, yeni ve çağdaş bir devlet kurmak gerektiğini görmüş ve bunu ülkü edinmişti.
Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması’nın gereği olarak dağıtılan Osmanlı orduları kuruluşundaki Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı’ndan 7 Kasım 1918’de ayrılan Mustafa Kemal Paşa, sınıf arkadaşı ve maiyetinde 20 nci Kolordu Komutanlığı yapmış bulunan Ali Fuat Paşa (Orgeneral Cebesoy) ile Adana’da buluşarak bir savunma, mücadele planı hazırlamışlardı. Yazımızın başlarında değindiğimiz gibi Fevzi, Cevat ve İsmet Paşalarla da planlar yapmışlardı. Kurtuluş Savaşı’nın oluşmaya doğru gidişi, O’nun plan ve tasarılarını uygulamak ve ulusal önder olarak vatan hizmetine yönelmesini sağlamak yolunu açmıştı18.
Mustafa Kemal Paşa’nın dehasını ve gelecekte yapabileceği hizmetleri dile getiren 15 Mart 1922 tarihli mektubu ile, Bulgaristan’ın eski Milli Savunma Bakanlarından General Kleman Boyeciyef şunları söylemektedir:
“1914 yılında, Yunanlılara karşı Türkiye ile Bulgaristan arasında bir askeri antlaşma yapmak üzere Sofya’ya geldiğiniz zaman, siyasi ve askeri bakımdan pek önemli olan o anda aramızda doğan dostluğu umarım ki hatırlarsınız. O vakit bendeniz Harbiye Nazırı bulunuyordum. Siz ve Bulgar Genelkurmay Başkanı, sözleşmenin metnini düzenlemekle uğraşıyordunuz. Hatta, bazı noktalarda sizinle Genelkurmay Başkanı arasındaki anlaşmazlığı gidermek için, birçok defalar görüşmelerinize katılmak fırsatını bulmuştum. Hatırlıyorum ki, muhtelif tasarılarda yüksek şahsınızı tutuyordum. Zira, askeri teknikteki bilginiz ve tam dehanız sayesinde, kıtalarımızın ortak harekatı için gereken prensipleri, Ekselansınız daha iyi takdir buyuruyordunuz.
Size verilen görevleri başarıyla bitirerek İstanbul’a hareketiniz sırasında, yüksek şahsınıza gönderdiğim bir mektupta, hakkınızda en iyi dileklerimi ulaştırmakla birlikte, vatanınızın gelecekteki kaderinde parlak bir yer tutmanız ümidimi de açıklamıştım.
..Dileklerimin gerçekleştiğini görmekle pek çok sevindim ve heyecanlandım…” 19.
Kazım Karabekir Paşa, İstiklal Harbimiz adındaki eserinde “Paşa’ya başımıza geçmesini daha İstanbul’da teklif eden de benim. Bugün bütün kuvvetimle tutmayı en büyük vazife bilirim. Ondan daha hamiyetli ve değerlisini İstanbul’da iken aradım, bulamadım” demekle, Mustafa Kemal’in yüksek niteliklerini ve önderliğini önceden kabul edenlerden birisi olmaktadır20.
Mareşal Fevzi Çakmak da Hürriyet Gazetesi’nde çıkan hatıralarında “Her zaman Mustafa Kemal Paşa’yı takdir ettim. Çok çetin geçen Milli Mücadele yıllarında onun yapabildiğini başka hiçbirimiz yapamazdık” diyerek üstün yeteneğini, İstiklal Harbi’nin lideri olması gerektiğini vurgulamaktadır21.
Bilindiği üzere, Mondros Ateşkes Anlaşması, Osmanlı ordularının kadro ve kuruluşunu çok küçülttüğü gibi, askeri faaliyetleri yasaklamış, silah, araç ve gereçlerin toplattırılıp Anlaşma Devletleri temsilcilerine teslimini şart koşmuştu. Bu nedenle Doğu Cephesi dahil bütün komutanlıklar eli kolu bağlı duruyorlardı.
9 ncu Ordu Kıtaları Müfettişi Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a çıktığı günlerden itibaren, bu yasakları özel tedbirlerle giderecek ve savunmayı sağlayacak hareketlere girişmişti. O arada, Karadeniz kıyılarına Yunan veya Anlaşma Devletleri kuvvetlerinin bir çıkarma yapabilecekleri düşünmüş ve buna karşı önlemler aldırmaya başlamıştı. 29 Mayıs 1919’da 3, 15 ve 20 nci Kolordu Komutanlıklarına verdiği direktifte “Anlaşma Devletleri, milli bağımsızlığımızı ve devletimizi imhaya mahkûm etmişlerdir. Milli Mücadele işlerinin organize edilmesi, ihtisasları dolayısıyla biz askerlere düşer…” dedikten sonra yukarıda açıklanan tedbirlerden başka:
a) Kıyıya yakın yerlerdeki silah, cephane ve malzemenin gizlice içerilere alınmasını,
b) Köylülerin silah, cephane ve iaşelerinin sağlanması için gerekli tedbirlerin de alınmasını, emretmişti.
Ayrıca, Erzurum ve Sivas Kongrelerinden sonra, Heyet-i Temsiliye adına görev yapan Mustafa Kemal Paşa, Anlaşma Devletlerinin, doğuda Bolşeviklerle temasımıza engel olmak üzere, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan topluluğu ile bir Kafkas Bloku teşkiline yeltendiklerini anladığından, bunu önlemek amacıyla 6 Şubat 1920’de yazdığı bir emirle genel siyasi durumu açıklamış ve ayrıca:
a) Doğu cephesinde seferberlik yapılmasını,
b) Yeni Kafkas Hükümetleri ile ve özellikle Azerbaycan, Dağıstan gibi İslam ülkeleri ile ilişkilere önem verilmesini ve tutumlarının öğrenilmesini,
c) Ülke içinde milli teşkilatın kuvvetlendirilmesi, silah, cephane ve malzemenin teslim edilmeyerek, gerekirse bunun için silahla karşı konulmasını,
d) En önemli olarak da, Anlaşma Devletlerinin zaman kazanmalarına olanak verilmemesini, istemişti22.
Amasya Kararları ve Genelgesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri, 8/9 Temmuz 1919 gecesi Mustafa Kemal Paşa’nın askerlikten istifa ile bir millet ferdi olarak daha rahat şekilde mücadeleye atılması ve özellikle Erzurum ve Sivas Kongrelerinde millet adına savaşı yürütecek bir Heyet-i Temsiliye’nin seçilip görevlendirilmesi gibi hususlar, Kurtuluş Savaşı ve inkılap tarihimizin önemli olgu ve olaylarındandır. Bütün bu evrelerde Mustafa Kemal Paşa önder ve kurtarıcı olarak kabul edilmiştir.

Askeri ve Milli Strateji:
Kurtuluş Savaşı için mücadeleye atılan bütün kahramanlar, Mustafa Kemal Paşa’nın kişisel gücüne ve yeteneğine gönülden inanıyor ve onu tek milli önder görüyorlardı. O da dehasının etkisiyle “kendine güven, sabır, tahammül, üstün irade hassaları ve yurt aşkıyla” Kurtuluş Savaşı’nın önderi olmak gücünü taşıdığına inanıyordu. Öylece harekete geçmişti. Her türlü görevleri, sorumlulukları, hatta asılmayı da göze alarak, üstlenmişti.
Doğaldır ki, görevler ve sorumluluklar varsa, eşdeğerde yetkiler de olmalıdır. Mustafa Kemal Paşa da, askeri ve milli stratejiye ait yetkileri kullanabilecek durumda olmalıydı.
Milli Mücadele’nin siyasi hedefi “kayıtsız-şartsız yeni bir Türk Devleti kurmaktı”. Milli Önder, milletin vicdanından yansıyan duygu ve kararı şöyle ifade etmektedir:
“Türk milletinin kalbinden, vicdanından doğan ve yansıyan en esaslı, en açık istek ve iman malûm olmuştu. Kurtuluş!..” O halde, siyasi hedef yeni bir devlet kurmak, aynı zamanda Türk milletini geri bırakan bütün müesseselerden kurtarmaktır. Kurtuluştur.
Askeri hedef, iç ve dış düşmanlardan yurdu temizlemek için onları yok etmek veya ülkeden atmaktır. Bu hedef de, kurtuluştur.
Bunları yapabilmek için “iktisadi, sosyal, askeri ve benzeri öğeleri içeren” milli gücü oluşturmak ve harekete geçirmek lazımdı. Bunu da, önder Mustafa Kemal ve dava arkadaşları, çok zor, çok ağır uğraş ve mücadelelerden sonra elbirliği ile sağlamışlardı.
Bu hedeflere erişmek de, milli ve askeri stratejinin doğru saptanıp doğru uygulanmasına bağlıdır. Strateji veya askeri stratejinin pek çok tanımı yapılmıştır. Klavzeviç (Clausewitz) şu tanımlamayı yapmıştır: “Strateji, savaş hedefini elde etmek için muharebeleri bir vasıta olarak kullanmak sanatıdır”. Bu sanat, barış yolları ile ulaşılamayan hedeflere ulaşmak amacı ile de kullanılabilir, uygulanabilir.
Milli strateji ise, stratejiyi de içermekte ve tüm ulusal hedefleri kapsamaktadır. Atatürk, X.Yıl Demeci’nde birer birer saymak suretiyle milli ülküleri göstermiş, hatta özetleyerek çağdaş uygarlık düzeyini hedef olarak vermiştir.
Bir de, 30 Ağustos 1924 günü Zafer Bayramı’nı Dumlupınar’da kutlarken aynı amaçla şunları söylemiştir:
“Milletimiz, bundan sonraki çabalarında da başarılı olabilmek için, milli hedefini bütün açıklık ve kesinlikle, tüm yurttaşların gözünde ve vicdanında bütün parlaklığıyla saptamış bulunuyor. Milletimizin hedefi, milletimizin ülküsü bütün evrende tam anlamıyla uygar bir toplum olmaktır. Uygarlık yolunda başarı yeniliğe bağlıdır. Toplumsal hayatta, iktisadi hayatta, bilim ve fen alanında başarılı olmak için biricik gelişme ve ilerleme yolu budur.”
Kısaca belirtilirse, milli strateji, sayageldiğimiz hedeflere ulaşmayı planlayan, programlayan ve yöntemlerini, uygulama şeklini saptayan yüksek stratejidir.
Bu açıklamalardan sonra, asıl vurgulamak istediğim husus Mustafa Kemal Paşa’nın her iki stratejinin gerektirdiği yetki ve sorumlulukları üzerine almasıdır.
Yerinde anımsattığımız üzere, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi, İstiklal Harbi’ni Türk milleti adına ve onun her türlü etkinliklerini de heyet üyesi Mustafa Kemal yürütüyordu. (Paşa’ya Başkan unvanı verilmemişse de, fiilen başkanlık yapmaktadır. Bu yoldaki yazıları Heyet-i Temsiliye namına diyerek imza etmektedir).
Ülkede, asker-sivil bütün görevli kişi ve kuruluşlar, Heyet-i Temsiliye’nin isteklerini yerine getiriyor, özel yetkileri dışındaki konularda bu makamın direktifini istiyorlardı.
Heyet-i Temsiliye bir milli mücadele planı hazırlayıp, yayımlamıştı. 1920 yılı başlarında yürürlüğe giren ve Paşa’nın imzasını taşıyan plan, mücadelenin her yönünü düzenliyordu. Sorumlu komutanlar ile savunma bölge ve grupları belirtilmiş, 5 nci maddede de şu husus yer almıştı:
“Her iki grubun komutanı Anadolu Genel Komutanı sıfatı ile Mustafa Kemal Paşa’dır23. Bu görev, fiilen orduların başı, en üst mercii olmak demekti. Öte yandan, 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulduğu zaman (dikkat edilirse, açıldığı değil, kurulduğu diyorum, çünkü, o yeni bir kuruluştur) Mustafa Kemal Paşa Meclis ve Hükümet Başkanı olmuştu. Silahlı Kuvvetler “T.B.M.M. Orduları” adını alıyordu. Böylece Meclis Başkanı, hükümetin başı, orduların en büyük mercii durumundaydı.
Şimdi, bu durumu değerlendirelim: Mustafa Kemal Paşa, resmen başkomutan değildir, fakat başkomutanın görevlerini yapmakta, sorumluluklarıyla birlikte yetkilerini taşımaktadır. Bu sistem ve yönetim, o zamana göre, İstiklal Harbi gerçeğinden, Türk gerçeğinden doğmuştur. Ulusal önder, bu yetkileri yalnız millet ve yurt çıkarları için kullanmaktadır. Milli ve askeri stratejiyi saptamak ve kullanmak onun elindedir. Ülke koşullarında, böyle olması şarttır, kesin zorunluluktur.
Burada siyasi bir sorun, bir rejim sorunu vardır: Tevhid-i Kuvva meselesi. Yukarıda açıklandığı gibi, bu dönemde yasama ve yürütme Mec-lis’in yetki ve görevi halindedir. Bu, evvelce değindiğimiz gerçeklerden ileri gelen geçici bir sistem, bir aşamadır. O zamanki uygulamaya bakarak, Atatürk’ün “Tevhid-i Kuvva”dan yana olduğunu iddia edenler görülmüştür. Cumhuriyetle birlikte bu usulün kalktığı unutulmamalıdır.
5 Ağustos 1921’de Meclis tarafından yasa ile Başkomutanlığa getirilince, fiili yetki ve icraat yasal duruma gelmiş oluyordu. Zaferden sonra, Meclis’in kendisine geçici olarak devrettiği yetkileri, gönül rahatlığı içinde asıl sahibine teslim etmişti.
Mustafa Kemal Paşa’nın ulusal önderlik ve kurtarıcılık vasfı ile görevi, Milli Mücadele döneminden itibaren, bütün dünyada yıllar boyunca çeşitli şekilde dile getirilmiştir. Türk düşmanlığı ile ün yapan o zamanki İngiliz Başbakanı Loyd Corc (Lloyd George), 1939 yılında yayınlanan “Barış Konferansından Anılar” adındaki hatıralar kitabının ikinci cildinin 834 ncü sayfasında “Mustafa Kemal cesur bir asi, iyi bir askerdir. İnsanlığın doğuştan bir lideri ile uğraşmak zorundaydık” demektedir.
Ayrıca, Kurtuluş Savaşımız sıralarında bu zat, Türkiye ile ilgili bir tartışmada (Avam Kamarasında) “Mustafa Kemal büyük bir general, büyük bir yurtsever olabilir, fakat İslamın başı İstanbul’dadır” demişti. Bu ifade, Türkiye’de başka şekilde yayılmıştır ki, aslı yazdığımız gibidir. Demek ki, Mustafa Kemal’i önder olarak takdir etmekten düşmanlar bile kendilerini alamıyorlar24.
İsmet Paşa, yayınlanan anılarında Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’ndaki rolünü çok veciz ifade etmektedir. Asi Ethem’in olumsuz hareketlerine ve bunların etkilerine değinirken “asıl ızdırabı çeken Atatürk’tü. İç ve dış bütün olumsuz faaliyetlerle uğraşıp, onların etkilerinden, öfkesinden cepheleri kurtararak yön veren Atatürk’tür…
…Nasıl bir yıldan beri, şimdiki resmi görev ve durumu olmadan, ülkede bir ümit uyandırmak ve halkı kendi kendini savunacak duruma getirmek için çalışmış ve başarıya ulaşmışsa, şimdi, resmi görev ve sorumluluğu olduğu halde aynı yönde çalışıyordu. Yalnız, zorluk daha çoktu.
O’nun Milli Mücadele sıralarında, askeri sorunlarla uğraşmaktan mı daha çok eziyet çektiği, yoksa siyasi sorunların, siyasi anlaşmazlıkların düzeltilmesinde, kaldırılmasında veya yatıştırılmasında mı daha çok eziyet çektiği kestirilemez. Büyük Adam’ın siyaset alanında çektiği ızdıraplar gerçekten dayanılmaz ölçüdedir. Mustafa Kemal Paşa, mücadelenin askeri yönüyle uğraştığı kadar, siyasi yönünü de idare ediyordu2’.
Prof. Tarık Zafer Tunaya’nın şu sözlerinde büyük isabet vardır:
“Atatürk, açılan bir devirle, kapanan bir devir arasında tarihi görevini başarır, evre evre izlediği kurtuluş programını ana çizgilerinde en ufak bir taviz vermeden ısrarla, azimle yürütür ve uygular.
Mikelanj’ın bir şiirinde söylediği gibi “her mermer blokunda bir venüs heykeli saklıdır. Gerçek sanatçı, bu heykeli, o kaya parçasından çıkarana derler. Atatürk de, Türk milletinde bu ruhu, bu heybetli varlığı sezen ve ona şekil veren büyük insandır”26.
Ankara Üniversitesi, 1970 yılında, Ankara’ya davet ettiği Alman profesörlerinden Persi Erns Şram’a, fahri doktorluk unvanı vermiş, Prof. Şram, TRT muhabiri ile yaptığı bir görüşme sırasında Mustafa Kemal için şunları söylemişti:
“Mustafa Kemal’in tarih sahnesine çıkışını, taa başından beri büyük bir ilgi ve hayranlıkla izledim. Bu olay, yani O’nun tarih sahnesine çıkışı, tarihçilerin öteden beri üzerinde durdukları bir sorunun karşılığıdır. Bu soru şudur: Tarihi şartlar mı devlet adamını, yoksa devlet adamı mı tarihi şartları yaratır? Bu soruya şimdiye kadar kesin bir karşılık verilmemiştir. Birçokları, tarihi koşulların devlet adamını yarattığı kanısındadır. Fakat Mustafa Kemal, bunun aksinin tipik bir örneğidir. Burada, Mustafa Kemal tarihi yaratmıştır… Mustafa Kemal’in o tarihte ortaya çıkışı, Türkiye için büyük bir şans eseri olmuştur”. Bu konuda en ilginç değerlendirmeyi Prof. Şram’ın yaptığını kabul etmek yerinde olacaktır.

Milli Misak-Ulusal Ant:
Metni, çeşitli tarih kitaplarında ve olumlu yayınlarda yer alan Ulusal Ant, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları tarafından hazırlanmıştır. Söylev’de değinilen ilk kısımda “milletin dileklerinin ve maksatlarının da, kısa bir programa esas olacak surette ve toplu bir şekilde ifadesi görüşüldü. Misak-ı Milli adı verilen bu programın ilk müsveddeleri de bir fikir vermek amacı ile kaleme alındı. İstanbul Meclisi’nde bu esaslar, gerçekten toplu olarak yazılıp saptanmıştır” denilmektedir. Bu bakımdan, gerçeğe uygun ve belgeli bir yayın, Genelkurmay Askeri Tarih Başkanlığı’nın 1977 basımlı “Atatürk Haftası Armağanı” adlı eserinde görülmektedir. Bundan bazı paragrafları aşağıda sunuyorum:
“Milli Misak’ın ilk müsveddelerini Mustafa Kemal Paşa yapmış, son Osmanlı Meclisi’ne katılan milletvekillerine, ya Ankara’ya uğramalarını veya metnin kendilerine ulaştırılmasını sağlayarak gerekli direktifleri vermişti. O’nun istek ve önerileri arasında, İstanbul Meclisi’nde bir Müda-faa-i Hukuk Grubu teşkili de vardı.
İşte bu grup, Misakı Milli’nin İstanbul Meclisi’nde görüşülmesini sağlamıştır. 28 Ocak 1920’de yapılan toplantıda, bazı değişikliklerle, Mustafa Kemal Paşa’nın hazırladığı taslak kabul edilmiş oluyordu”.
Mustafa Kemal Paşa’nın bu hususta en yakın yardımcısı olan Rauf Bey (Orbay) grubun başkanı olarak önemli hizmetler yapmıştır. Bu konuda ve diğer bazı işlerde, Paşa’yı İstanbul’dan destekleyen Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Albay Şevket (Galatalı Şevket diye anılır), Harbiye Nezareti Başyaveri Kur.Binbaşı Salih (Orgeneral Omurtak), adı geçen eserde özellikle anılmaktadır.
T.B.M.M.’nde de 18 Temmuz 1920’de Ulusal Ant üzerine yemin edilmiştir.
İleri sürdüğümüz hususlarla ilgili bir kaç belgeyi sunacağım. 4 Şubat 1920 tarihli olup, 20 nci Kolordu Komutan Vekili Mahmut Bey’e hitaben, Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Şevket imzasını taşıyan şu şifre, Rauf Bey tarafından Mustafa Kemal Paşa’ya yazılmıştır:
“1. Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne: Grup için uğraşıyoruz. Mebuslar arasında mevki ve rütbe düşkünü olanların varlığı, fikirlerde sertlik ve hemen her mebusu ayrı ayrı kazanmak gibi bir zorunluluk doğurmaktadır. Durum o derece naziktir ki, Müdafaa-i Hukuk’tan olan mebuslardan söz verenlerin büyük çoğunluğu bile, bu ad çerçevesinde toplanmaktan çekinmişlerdir.
Evvelce de arz eylediğimiz gibi, bizim ilkelerin ruhunu taşıyan ayrı bir madde halinde yazılmak üzere, mebusların büyük çoğunluğu ile bir aht ve Misak-ı Milli yapılabildi. Yüzden çok mebus bunu anlamıştır. Yalnız… imzalamıştır. Yayımlanmasının kararlaştırılmasına kadar, metnin son derece gizli tutulmasına karar verilmiştir. Bilgi için ayrıca, olduğu gibi sunuyoruz.
2. Kabine hakkında bugün beliren fikir, Rıza Paşa’yı, zorunluluk yüzünden yerinde bırakmak, fakat Dahiliye, Maliye, Harbiye, Bahriye, Adliye nazırlarını değiştirmektir. Bir kısım mebuslar, parlamentodan hiç kimsenin nezaret (bakanlık) almamasını ileri sürmektedir; bu fikir üstün gelirse, bu makamlara dışardan adam bulunacaktır.
Biz, milli teşkilatı esas saymak, aht ve Misak-ı Milli’ye bağlı kalmak, polis müdürünü, jandarma komutanını, içişleri müsteşarı ile memurlar müdürünü değiştirmek şartı ile ve yine ilerisini düşünerek bundan yana olabileceğimizi söyledik.
3. Kurmaya çalıştığımız gruba, çaresiz “Felah-ı Vatan” adı verilecek, ulusal çaba ve sorumluluklar, Kuva-yı Milliye’nin tek etken olması ilkeleri açıklanacaktır. (Rauf)”
Binbaşı Salih (Orgeneral Omurtak), Albay Şevket bu konuda sürekli olarak bilgi vermişler ve talimat almışlardır. Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’da 15 inci Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa’ya ve Erzincan’da 9 ncu Tümen Komutanı Halit Bey’e gönderdiği 7 Şubat 1920 tarihli aşağıdaki şifresi, konuyu aydınlatacak önemli belgelerden birisidir:
“1. Mebuslar arasında mevki düşkünü olanların bulunması dolayısıyla, mebusların tümünde fikri duraksama ve karışıklık görüldüğünden ve büyük zorluk karşısında kalındığından, Müdafaa-i Hukuk’tan olan mebuslardan söz verenlerin çoğu bile bu isim etrafında toplanmaktan çekinmektedirler. Çaresiz gruba Felah-ı Vatan adı verileceğini,
2. Bizim esasların ruhunu içeren ayrı bir madde halinde yazılmak üzere, mebusların çoğunluğunun aht ve Misak-ı Milli yapabildiğini İstanbul’dan Rauf Beyefendi bildirmiştir efendim. Heyet-i Temsiliye namına Mustafa Kemal (20 nci Kolordu Komutan Vekili Mahmut).”
SONUÇ: Bu yazı ile Türk Kurtuluş Savaşı’nı gerektiren sebepleri o arada İstiklal Harbi’nin önemli konularını, dönemlerini anımsamış, bazı değerlendirme ve yargılara yer vermiş oluyoruz.
________________________________________
1 İkinci Viyana Seferi’nden sonra yapılan Karlofça ve Osmanlıların Ruslarla yaptıkları Küçük Kaynarca Antlaşmaları (1774), Osmanlı imparatorluğu’nun güçsüzleştiğini kanıtlamaktadır.
2 Osmanlı imparatorluğu’nu parçalayan Sevr Antlaşması da 10 Ağustos 1920’de İstanbul Hükümeti’nce kabul edilmişti.
3 Mustafa Kemal, Nutuk, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Cilt 1, Milli Eğitim Basımevi, sayfa 12.
4 Nutuk, sayfa 45.
5 Nutuk, sayfa 19.
6 Türk milletini geri bırakan çağ dışı bütün unsurlardan ve hareketlerden, özellikle iç ve dış düşmanlardan kurtulmayı ifade etmektedir. İstiklal Harbi ilk evreyi teşkil eder.
7 Genelkurmay Askeri Tarih Başkanlığı, Atatürk, 1980, sayfa 650, 651.
8 a.g.e., sayfa 652.
9 a.g.e.,, sayfa 147, 148.
10 a.g.e., sayfa 150, 152.
11 Nutuk, sayfa 489-490.
12 Giderek gelişen askeri durum ve harekat sonunda Yunan kuvvetleri karşısından çekilen 1 nci Kolordu, Temmuz 1920 sonlarında Bulgaristan’a sığınınca bölgedeki Türk egemenliği sona ermişti.
13 Askeri Tarih Başkanlığı, Askeri Yönüyle Atatürk, 1981, sayfa 102.
14 Nutuk, sayfa 671.
15 Nutuk, sayfa 672, 673.
16 Genelkurmay Askeri Tarih Başkanlığı, Atatürk, 1980, sayfa 388, 389.
17 Nutuk, sayfa 701, 702.
18 Genelkurmay Askeri Tarih Başkanlığı, Atatürk, 1980, sayfa 126.
19a.g.e., sayfa 486.
20 General Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, 1969, sayfa 373.
21 Hürriyet Gazetesi, Mareşal Çakmak’ın Hatıraları, 3 Mayıs 1976, Sayı 24.
22 Harp Tarihi Başkanlığı, Türk İstiklal Harbi-Doğu Cephesi, sayfa 57.
23 Harp Tarihi Başkanlığı, İstiklal Harbi-Heyet-i Temsiliye Dönemi, sayfa 137-141.
24 Genelkurmay ATAŞE Başkanlığı, Cihat Akçakayalıoğlu, Atatürk, 1980, sayfa 489-490.
25 a.g.e., sayfa 485-486.
26 a.g.e., sayfa 469.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder