12 Mayıs 2013 Pazar

Atatürk'ün Biyografisi (1923-1928)

1923 – 1928 arası Atatürk ilke ve inkılaplarının temelinin atıldığı ve pek çoğunun gerçekleştirildiği bir dönemdir. Daha sonraki tarihlerde de bu hareketler yoğun olarak devam edecek ve Türk halkı tarafından be­nimsenecektir.
İncelediğimiz bu dönemde, askeri zafer sonuçlanmış olup, bunun si­yasi bakımdan pekiştirilmesi gerekiyordu. Yeni Türk Devletinin dünyada onur ve şerefini kazanması ve çağdaş ülkeler seviyesine ulaşması için büyük atılımları yapması gerekmekteydi. Kısacası, bu dönemde Atatürk, yeni Türkiye’nin temellerini atacak ve Türkiye’yi çağdaş devletler düzeyi­ne ulaştırma çalışmalarını hızlandıracaktır.

1922 yılında, 26 Ağustos Büyük Taarruz ve hemen arkasından 11 Ekim de yapılan Mudanya Antlaşması ile esasen sonuca ulaşılmış sayılır­dı. Artık, inkılapların ortaya konması ve gerçekleşmesi için sulh ve sükûna ihtiyaç var idi. Bu arada inkılaplardan yalnızca birisi gerçekleştirilmiş ve saltanat tarihe karışmıştı. Savaş istenmiyordu. Ama, saldırılara karşı hazır­lıklı olmak da şarttı. Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1923’de, Meclisin dördüncü toplanma yılında hazırlıklı bulunulması gerçeğini de dile getir­mişti. Buradaki amaç bellidir. Türkiye savaş taraftan değildir. Ancak, bir savaş çıkması halinde, Türk Ordusunun da hazırlıklı olması şarttır. Diğer taraftan, Türkiye’nin savaşta uğradığı zararları ortadan kaldırmak için çok çalışmak gerekiyordu. Mustafa Kemal Paşa, ulusal bağımsızlık savaşı sıra­sında Karadeniz sahilinde, Amasya, Tokat sancakları içinde Rumların Pontusçuluk adı altında kurulan cemiyetlerine, sayıları kırk sekizi bulan adi eşkıya çetelerine temasla, bunların yok edildiğini, bundan sonra bu tip asayişsizlik olaylarının olmayacağını, bunun sağlanması için de, emni­yet ve iç asayişin tek koruyucusu olan jandarma sınıfının düzenlendiğini ve jandarma okullarının açıldığını da açıklamıştı1. Mustafa Kemal Paşa, bir taraftan savaşın siyasi bakımdan sonuçlandırılmasına, diğer taraftan da içte huzur ve sükûnu sağlamaya çalışır iken, öbür yandan da inkılapların hazırlanması ve benimsetilmesi için çalışmalar yapmaktaydı.
Mustafa Kemal’in işi çok zordu. Savaştan yorgun çıkmış olan Türki­ye’nin ekonomik durumu hiç iç açıcı değildi. Fabrika yoktu, sermaye yok denecek kadar azdı. Halk savaşın getirdiği felaketler nedeni ile perişandı. Bu şartlar altında yeni bir Türkiye’yi yaratmak hiç de kolay değildi. Yeni Türkiye’yi yaratmak için elde yeterli eleman yoktu. Pek çok aydın savaşta hayatını kaybetmiş olup, olanların sayısı da pek azdı. Yüksek okul sayısı da fazla değildi. Gerekli görevlileri yetiştirmek için eldeki mesleki okulların sayısı da yeterli değildi. Bu yüzden yeni yeni okulların açılması ve elit sa­yısının artırılması gerekmekteydi. Bütün bunlara karşın, Osmanlı dönemi­nin artığı olan medrese hocalarının halkın kafasında hortlatmağa çalıştığı bağnazlık ve irtica ile de mücadele etmek gerekiyordu. Kısacası, Mustafa Kemal Paşa’nın, o devrin tabiri ile Gazi Paşa’nın işi çok zordu.
Mustafa Kemal, halk idaresine dayalı bir sistemin kurulması yolunda çalışmalarını yoğunlaştırdı, i Mart 1923’te belirttiği nutkunda da ifade et­tiği üzere, 1922’ye kadar olan sürede, belediye başkanlarının seçimi mülkiye memurlarına aitti. Oysa, bu milli egemenlik esaslarına aykırı olan bir husustu. Bu yüzden bu usûl kaldırılmış ve belediye üyeleri kendi baş­kanlarını kendileri seçmeye başlamışlardı. Daha sonra, belediye başkanla­rını halk kendisi seçecektir.
Mustafa Kemal Türkiye’nin ne şekilde olacağını, Türk Milletine şöylece ifade etmekteydi: “Memleket behemal asri, medeni, müteceddid olacaktır. Bizim için bu hayat davasıdır”. Mustafa Kemal Paşa, 1923 sene­sinde söylediği bu sözlerden sonra, bunu gerçekleştirmek için çalışmalarını hızlandırmıştır. Modernleşme o tarihten itibaren Türkiye’nin ana meselesi olmuştur. Sosyoloji, modernleşme kavramını, kültür değişimi olarak ortaya koyar. Türkiye’nin batı medeniyetini benimsemesi sosyal bir olaydır. Bir kültür değişimi olayıdır.
Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1923’te, Türk milletinin sulh siyaseti iz­leyeceğini ve idari, mali, iktisadi bağımsızlığa sahip olunacağını, her za­man uyanık olunması gerektiğini, bütün kuvvetleriyle “hakimiyet-i milliye”yi koruyacaklarını da ifade ederken, nihayetsiz bir hürriyetin “kabil-i tasavvur” olmadığını, “hakların en büyüğü olan hakk-ı hayat bile mutlak değildir; intihara karar veren bir zatın netice-i cürmü(suçunun sonucu), hududu yalnız şahsına maksur (ayrılmış) olduğu halde zabıta onu men’ ile mükelleftir” diyerek sonsuz hürriyetin olamayacağını ifade etmiştir.2 Milli egemenliği her şeyin üstünde tutan Mustafa Kemal Paşa, ulusal kur­tuluş savaşının başından beri savunduğu bu en önemli ilkesini, 29 Ekim 1923’te fiile çıkaracaktır. Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas kongreleri beyannameleri, Büyük Millet Meclisi’ndeki Mustafa Kemal’in bu konuda­ki konuşmaları, nihayet, 29 Ekim 1923’de sonuçlanacaktı. Mustafa Kemal Paşa, özellikle milli egemenlik konusuna gazetelere verdiği beyanatlarda sık sık değinmiştir. Bu da bize, Mustafa Kemal’in milli egemenlik ve hal­kın iradesi konusunda ne kadar titiz olduğunu ortaya koymaktadır. Bu düşüncelerini ileri de uygulama safhasına sokacak, halka dayanan bir meclisin açılmasını, Cumhuriyetin ilanını, saltanatın kaldırılmasını, kadın­ların seçme, seçilme hakkını elde etmesini sağlayacaktır.
1923 yılında seçimlerin yenilenmesi gerekmekteydi. Bu amaçla, 1 Ni­san 1923’te, Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada, yeni Türk Devletinin ruh yapısının “hakimiyet-i milliye” de toplandığını, milletin ka­yıtsız, şartsız egemenliğe sahip olduğunu açıklamıştı. Saltanatın kaldırılma­sı ile ortaya çıkan bu siyasi boşluğu doldurmak, yeni bir sisteme girmek gerekliydi. Mustafa Kemal Paşa, bu yeni sistem için Meclisi ve halkı bu­na hazırlayan sözlerini 1923 Nisan’ında yaptığı konuşmasında açık, seçik ortaya koymuştu: “Arkadaşlar! Türkiye Devleti’nde ve Türkiye Devletini ku­ran Türkiye halkında tacidar yoktur! (Kahrolsun tacidar sesleri). Tacidar yoktur ve olmayacaktır. Çünkü olamaz. “Mustafa Kemal Paşa, aynı konuş­masında, devletin ve milletin başında yalnızca tek bir kuvvet olduğunu, bununda hakimiyet-i milliye diye adlandırıldığını, Meclisin “Milletin kal­bi, vicdanı ve varlığı olduğunu”, halkın isteklerinin milletvekilleri tarafın­dan yerine getirileceğini ifade etmişti. Nitekim, milletvekilleri milletin reyi ve isteği ile seçilmekteydiler.
1923 yılında yapılan seçimler sulh ve sükun içinde gerçekleştirilmiş ve 1923’ün Ağustos ayında ikinci dönem çalışmaları başlamıştı. Dört senelik ulusal kurtuluş savaşının sonucunda Mudanya Anlaşması yapılmış, ba­ğımsızlığın Lozan Barışı ile siyasi bakımdan da gerçekleşebilmesi için Lo­zan Barış Antlaşması tasdik olunmak üzere Büyük Millet Meclisi’ne su­nulmuştu.
İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin başkanlığını ve Türk Ordusu­nun başkumandanlık görevlerini yerine getiren Mustafa Kemal, Meclis Başkanı olarak 13 Ağustos 1923’te ikinci meclisi de bir konuşma ile aç­mıştı. Mustafa Kemal yaptığı bu konuşmada, Mondros’tan itibaren geli­şen çalışmaları anlatırken, milletten aldığı büyük yetki ve kudretle meclis ve yeni hükümetin çalışmaları ile “Topsuz, tüfeksiz, cephanesiz, vasıtasız enkaz haline getirilmiş” olan bir ordunun oluşturulduğu, dağınık kuvvetle­rin düzene sokulduğunu, mutlu sona ulaşıldığını ve böylece yeni Türkiye Devleti’nin kurulduğunu ifade etmişti. Mustafa Kemal Paşa, Türk Devleti’nin halka dayalı bir devlet, Osmanlı İmparatorluğunun ise, şahıs dev­leti olduğunu her vesile ile ortaya koymaktaydı. Nitekim, az önce bahsetti­ğimiz konuşmasında da bu hususu yinelediğini görmekteyiz. “Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir. Müessesat-ı maziye (eski müesseseler) ise bir şahıs devleti idi. Eşhasın (şahısların) devleti idi”3.
Mustafa Kemal Paşa, halk idaresini Cumhuriyetin ilanı ile perçinleştirecektir. Ancak, hükümete yeni bir şekil vermek için siyasi bakımdan ka­zanılan savaşın dünya devletleri tarafından kabul edilmesi ve yeni Türk Devletinin tanınması gerekiyordu. Bu yüzden Lozan Barış Görüşmelerinin sonuçlanması yerinde olmuştur.
LOZAN
Türk Ordusu İzmir’e girmiş, Anadolu’da düşman askeri kalmamıştı. 15 Ekim 1922’de de Mudanya Askeri Sözleşmesi yürürlüğe girmişti. İstan­bul’un boşaltılması ve resmen Türklere teslimi, Türk Ordusunun şehre gi­rişi, 1923 Ekimi’nin başında gerçekleşmiş, Doğu Trakya’nın düşman as­kerlerinden boşaltılmasına .başlanmıştı.
Bu arada, Lozan Barış Konferansına gidecek delegelerin başkan ve üyeleri de seçilmişti. İsmet Paşa Başkanlığındaki Büyük Millet Meclisi de­legeler kurulu, Lozan’a gitmek için, 5 Kasım 1922’de Ankara’dan yola çıkmış, 8 Kasım 1922’de Doğu Ekspresi ile İstanbul’dan ayrılmış ve 11 Kasım’da Lozan’a varmıştı. Mustafa Kemal daha önce, 22 Eylül 1922’de, İkdam Gazetesi muharibirinin sorduğu sorulara cevap vererek, sulh hak­kındaki düşüncelerini bütün dünyaya duyurmuştu. İlk hedefin Akdeniz olduğunu belirten Mustafa Kemal, ikinci ve üçüncü hedefin Misak-ı Milli hükümlerini temin etmek, Türk halkının sınırları içinde, bütün medeni insanlar gibi hür ve bağımsız yaşamasını sağlamak, olduğunu açıklamıştı.
Mustafa Kemal, 26 Eylül 1922’de Öğüt’te yayınlanan Chicago Tribün Gazetesi’nin muhabirine, 13 Ekim 1922’de de Açıkgöz Gazetesi’nde yayın­lanan Figaro Gazetesi’ne verilen demeçlerinde Misak-ı Millide ısrar ettikle­rini, kapitülasyonların artık geçerli olmadığını açıklamıştı. Chicago Tribün muhabirine, İstanbul’u Edirne’yi ve Trakya’nın ekseriyeti Türk olan kı­sımlarını, Figaro Gazetesine ise, Avrupa’da İstanbul ve Meriç’e kadar Trakya, Asya’da Anadolu, Musul arazisi ve Irak’ın yansını istediklerini açıklamıştı. 24 Ekim 1922’de Hakimiyet-i Milliye’de yayınlanan United Press muhabirine verilen demeçte, Mustafa Kemal’in görüşleri şu nokta­larda toplanıyordu:
1  – Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin sulh konusundaki programının esas noktası “Misak-ı Milli”dir.
2  – İstanbul ve Marmara’nın emniyeti korunmak şartıyla boğazların dünyaya açılması esas amaçtır.
3  – Musul Vilayeti milli hudutlarımız içindedir.
Mustafa Kemal, 2 Aralık 1922’de de, Tanin Gazetesi’nde yayınlanan Petite Parisiene muhabirine Bursa’da vermiş olduğu demecinde, kapitülas­yonların artık geçerli olamayacağını, Türkiye’nin her sahada bağımsız ol­ması halinde kapıların bütün yabancılara açılacağını, büyük devletler ile sonradan yapılan anlaşmalar sayesinde dostlukların kurulacağını ve bunla­rın devam ettirileceğini açıklamıştı. Aynı demeçte Misak-i Milliyi savunan Mustafa Kemal Paşa, Osmanlı İmparatorluğunun artık mevcut olmadığını da şöyle açıklamıştı: “Millet aynıdır, ama, yönetim değişmiştir. Yeni bir Türkiye doğmuştur. Ankara’da milli hükümetten önceki İstanbul’daki hükümet ve sultan millete bağımsızlık ve hürriyeti veremezdi.Şimdi her şeyi yöneten ve esas olan Millet Meclisi’dir. Hükümetimiz “Halk Hüküme­tedir. Biz ne Bolşevikiz, ne de koministiz. Biz milliyetçiyiz.”4
Lozan’a gelen Türk delegelerine verilen direktifler arasında, Doğu Anadolu’da Ermeni yurdunun kurulmasının kesinlikle söz konusu edile­meyeceği, Irak sınırında Kerkük, Süleymaniye ve Musul sancaklarının el­de edilmesi için İngilizlere petrol ve bazı ekonomik çıkarların sağlanması, Trakya’nın 1913’deki duruma konulması, Batı Trakya’da plepisit istenme­si, kapitülasyonların kalkması, azınlıkların karşılıklı değişmesi, Düyûn-u Umumiye’ nin Türkiye’den ayrılan devletlere de paylaştırılması, Boğazlar ve Gelibolu’da yabancı asker bulundurulmaması yer almaktaydı.
İsmet Paşa başkanlığındaki heyet, 9 Kasım 1922 günü İstanbul’dan Lozan’a hareket etmiş, 11 Kasım günü trenle Lozan’a gelmişti. 20 Kasım’da Lozan’da konferans toplandıktan hemen sonra, İngiliz gazeteci Gra­ce M. Ellison, Gazi Mustafa Kemal ile Lozan ile ilgili bir röportaj yap­mıştı. Mustafa Kemal’in Lozan ve son durum hakkındaki düşüncelerini Lozan’a geçmeden önce belirtmekte yarar vardır; Grace M. Ellison, Gazi’ye önce şu soruyu soruyor: “Genel havanın Türklerin aleyhine dönme­sinde Büyük Millet Meclisi’nin rolü ne kadar geniş olmuştur? Mustafa Kemal verdiği cevapta, Mecliste birbirini tutmaz kararlar verildiği yolun­daki söylentilerin yalan olduğu ve bunların İngilizler tarafından çıkarıldığı­nı, bundan amacın, Türkiye’nin sorumlu olmadığı savaşı uzatmak olduğu­nu, barış için devamlı çalıştıklarını ve bunun sonucunu almaya başladıkla­rını belirtip “Her ne kadar şahsen ben suçlanıyorsam da bundan ben so­rumlu değilim. Ben yalnızca Meclisin başkanıyım Meclis demek tek adam demek değildir”. Ellison, İngiltere ile dostluk kurulup, kurulmaması yo­lundaki soruyu sorduğunda da, ilerde dostluk kurulması için pekçok se­bep olduğunu açıklayıp “Bizim özgürlüğümüz uğruna şeref ve namus dı­şında istediğimiz bir şey yok. Biz sultanı, daha çok özgürlük temini uğ­runda uzaklaştırdık” demişti. Ellison:
“— Lozan Konferansından iyi sonuçlar çıkacağını düşünüyor musunuz?”
“— Tartışmalar ne kadar uzun ve ne ölçüde gecikmeli olursa olsun barış getireceğinde hiç şüphe yoktur. Ne var ki daha uzun bekleyemeyiz. Büyük devletler, sonradan kabul etmek zorunda kalacakları gerçeği, yani uğrunda o kadar fedakarlık yaptığımız, son kanımıza kadar dövüştüğümüz özgürlüğümüzü bize tanımayan şartları kabullenmeyeceğimiz gerçeğini şimdiden anlamalıdır. Her yönden biz barış istiyoruz. Böylelikle, memle­keti yeniden inşa için zaman bulmuş olacağız. Ayrıntılar belki şimdi za­man alıyor. Fakat, ana sorunlar hemen çözülmelidir”.
“— Gazeteler Ankara’yı yabancılardan çekinmek ve kaba davranmakla suçluyorlar?”
“— Bu suçlama, propaganda amacıyla ortaya atılmıştır. Biz haklı ve akla uygun isteklerimiz için direniyorsak bu kabalık mı sayılmalıdır? Bi­zim yabancıları sevmeme suçlamasına verecek cevabımız yok. Benim bütün hayatım ve her yaptığım hareket Avrupa’dan nefret etmediğimin bir delilidir. Ben hiçbir zaman nefretler esasına dayanarak dövüşmedim. Yalnızca gerçeği korumak için savaştım. Aynı ilham, politikamıza önderlik yapmaktadır. Ben hiç bir ulustan, hükümetinin hatalarından dolayı nefret etmekte devam etmedim…”
“— Hıristiyanları siz mi sürüyorsunuz, yoksa Anadolu’yu panik içinde kendileri mi terk ediyorlar?”.
“— Bu konuda tedbir almış değiliz. Onları kalmak ya da gitmek ko­nusunda tamamen serbest bıraktık. Onlar, özellikle Amerikalıların dinsel ayrılık konusunda yaptıkları propagandadan dehşete düşmüşlerdir…Bugün aramızda iki göç biçimi görebilirsiniz. Birisi ayrılanlar, öbürü dönenlerdir. Hepsi biliyor ki, Hıristiyanlar ister yabancı, ister bizim uyruktan olsunlar, her özgür memlekette kendilerine verilen tam özgürlükten, her zamanki gibi şimdi de yararlanacaklardır”.
“— İstanbul’daki durum sizin için tatmin edici mi?”
“— Biz Mudanya’da yaptığımız vaatleri tutacağız. İstanbul’da yabancı askerleri görmek normal değildir. Mümkün olan en kısa zamanda onlar ayrılmalıdır…Lozan’da konuşmalar devam ederken, bizim İstanbul’u eli­mizde bulundurmamızı herkes istediğine göre, büyük kuvvetler silahlı bir garantide direnmelidir.” Ellison’un İngiltere ile ilgili bir sorusuna, genel olarak her türlü yayılma politikasına karşı olduklarını belirterek cevapla­yan Mustafa Kemal, Boğazların serbestliği konusundaki soruyu da şöylece cevaplamıştır:
“— Lozan’da delegelerin söylediği gibi biz bir büyük devletin emrinde bağımsızlık değil, tam bir bağımsızlık istiyoruz. Bu bölgede çıkarları olan bütün devletlerle konuyu konuşmaya hazırız. İstanbul ve Marmara Denizi bize verilmedikçe böyle bir bağımsızlıktan söz edilemez. Bizim ulusal sı­nırlarımız olmalıdır. Yani, Türklerin işgal ettiği bölgelerin sınırları…Pakt imzalandığı zaman sınırlarımız ve düşman hatları neyse kabul ediyoruz. Eski Osmanlı İmparatorluğundan vazgeçtiğimiz yerlere karşılık bu akıl dı­şı bir istek midir? Azınlıklar konusunda Fransayla yapılan antlaşmanın desteklediği ve Ankara’da imzalanan ulusal paktın esaslarına bağlıyız. Savaştan beri büyük devletler arasında yapılmış antlaşmaların azınlıklara ver­diği bütün hakları tanımaya hazırız. Bizim halkımızın sahip olduğu bütün haklara onlar da sahip olabilirler. Türkiye’de yaşayan başka devlet men­suplarına, kapitülasyonlar gibi özel hakların verilmesine de tamamen karşıyız. Fakat, Fransa, İngiltere ya da Amerika’da yabancılara tanınmayan özel hakları biz de hiçbir zaman tanımayacağız. Bizim elde etmeye kararlı olduğumuz tam bağımsızlık idealimize meydan okuyacak kimse varsa o kimse bu ülkümüzden ilham almış bütün Türkleri ortadan kaldırmak imkanlarını arayıp bulmalıdır. Eminim böyle bir ortadan kaldırmaya, uy­gar dünya izin vermeyecektir. Aksine, dünya uygarlığı Türkiye’mizin de gelecekte bir yeri olduğunu çok geçmeden öğrenecektir. Türkiye uygarlığı köstekleyecek değil, geliştirecektir. Bu yönden uygar ülkeler onun bağım­sızlığını desteklemelidir. 22 Aralık 1922’de, Morning Post Gazetesi, bu ko­nuşma ile Mustafa Kemal’in Lozan’da varılan ana anlaşmayı desteklediği­ni açıklamaktaydı5. Mustafa Kemal, Lozan’da Boğazlar’ın ve İstanbul’un derhal Türkiye’ye terki ve savaştan önceki sınırların esas alınmasını istedi­ği gibi, kapitülasyonların kaldırılmasını, azınlık konusunda Fransa ile yap­mış olduğu antlaşmaya göre hareket edileceğini de açıklamıştır. Mustafa Kemal, bütün ülkelerle dostluk içinde olmak istediğini, ancak, bunun Misak-ı Millinin tanınması ile mümkün olduğunu da öne sürmüştür.
Barış Konferansı, 20 kasım 1922’de, İsviçre’nin Lozan şehrinde başla­dı. Pek çok konuda anlaşmazlık mevcuttu. 20 Aralık i922’de,İsmet Paşa, Ankara’ya görüşmelerin kesilme ihtimaline karşı hazırlıklı bulunulmasını duyurdu. Yapılan çalışmalar ilk aşamada sonuçsuz kaldı, görüşmeler 4 Şubat 1923 günü kesildi. Bu arada Mecliste de gizli konuşmalar devam etmekteydi. 1 Ocak 1923’teki gizli oturumda, Trabzon Milletvekili Hasan Bey Lozan hakkında açıklamalarda bulunmuş, Batı Trakya’da Misak-ı Milli için söz konusu edilen plepisit isteklerinden vazgeçmediklerini, İstan­bul’daki Rumların dışındaki azınlıkların değişime tabi tutulacağını, Misak-ı Milli ile boğazların bütün dünya ticaretine açıldığını açıklamıştı. Ame­rika kamu oyunun etkisi ile Lozan’da Ermenilere toprak verilmesi de söz konusu edilmişti. Hasan Bey açıklamasında, bugün Ermenistan diye bir ülke olmadığını, bağımsız Ermenistan’ı meydana getiren ve anlaşma ya­pan ilk devletin Türkiye olduğunu, Türkiye’den hiçbir Müslüman ve Türkün bir yerden kaldırılıp da Ermenilere toprak verilemeyeceğini, buna karşın, Ermenilerin Tali Komisyonda dinlendiklerini, Türk delegelerinin bu komisyonu terk ettiklerini ve daha sonra Tali Komisyona, bunları din­ledikleri için protesto eder şekilde Konferans Başkanlığına bir muhtıra ver­diklerini açıklamıştı6. iyi hazırlanıyoruz, bir yıl sonra aleyhimize çözümleneceğini de kabul edi­niz ve ondan sonra, ona göre ölçüye vurunuz, son kararınızı veriniz.”
2-3 Mart 1923’te de, Mecliste gizli konuşmalar devam etti. 4 Mart’ta, Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey, Mustafa Kemal’e ordunun başın­da sınırda olmasını önerir ve Musul’un verilmemesini ister. Çeşitli konuş­malardan sonra, Mustafa Kemal Paşa, verilmiş yeterlilik önergelerinin ka­bulünü isteyerek sözlerini bitirmiş, ancak kürsüden inmemişti. Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in, Delegeler Kurulunu suçlaması üzerine, Mustafa Kemal, barış görüşmelerini yürüten delegeleri savunarak, bu ku­rulun barış görüşmelerini kesmediğini, Bakanlar Kurulundan talimat is­tendiğini belirterek “Akıllıca, akıl ve anlayış içinde hareket ettiğinden dola­yı, görüşmeleri kesmediği için ve memleketi savaşa sürüklemediğinden ötürü Delegeler Kurulunu eleştireceğiz…Böyle mi memleketi yöneteceğiz Şükrü Bey” diye sordu. Sinirli hava içinde herkes bir şeyler söylüyordu. Ali Şükrü Bey “Ben de söyleyeceğim” diye direnince, Mustafa Kemal Paşa” Bir haftadır söylüyorsunuz, memleketi zora sokuyorsunuz” diyerek kürsüden indi ve Ali Şükrü Bey’in üzerine yürüyerek “Memleketi zarara sokuyorsunuz. Amacınız nedir?” diye kırgınlığını belli etti. Tartışmalar arasında oturum sona erdi. Sonraki oturumda Delegeler Kurulu ve Lozan ile ilgili önergeler oylandı. Meclisten güven oyu alan Hükümet, Delegeler kurulu ile birlikte hazırladığı teklifleri 8 Mart 1923’te, bir nota ile müttefik devletlere verdi. 19 Mart 1923’te Türk tekliflerini Londra’da inceleyen müttefik devletleri Türkiye aleyhinde kararlar aldığından Meclis, ulusal anttan fedakarlık yapan hiçbir anlaşmayı kabul etmeyeceğini belirtti7.
Havanın yumuşaması üzerine, Türk delegeleri, 18 Nisan 1923’de tren­le yola çıktılar ve 21 Nisan 1923’te Lozan’a vardılar. Mustafa Kemal Paşa, görüşmeler hakkında devamlı bilgi alıyor ve görüşlerini telgrafla İsmet Paşa’ya bildiriyor idi. Nihayet, 24 Temmuz 1923 de Antlaşmanın imzalan­ması kararlaştırıldı. İsmet Paşa heyecanlıydı. Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf çekerek “Eğer Hükümet bizim kabul ettiklerimizin reddinde kesin­likle direniyorsa, bunu bizim yapmamamıza imkan yoktur..”.
İsmet Paşa’nın kuşkusu yersizdi. Mustafa Kemal çektiği telgraf ile bu kuşkuları yok etmektedir. “Hiç kimsede tereddüt yoktur. Kazandığınız ba­şarıyı en sıcak ve içten duygularımızla tebrik için, usulen imza olunduğu­nun bildirilmesini beklemekteyiz kardeşim. Mustafa Kemal.” İsmet Paşa da, karşılık olarak çektiği telde, bu cevaptan dolayı rahatladığını, Mustafa Kemal’e olan bağlılığının bir kat daha arttığını ifade etmiştir.
Mustafa Kemal 24 Temmuz 1923’te imzalanan bu anlaşmadan dolayı son derece sevinçli ve memnundu. Artık, yeni Türk Devleti’nin varlığı uluslararası bir anlaşma ile kabul olunmuş, işgaller sona ermiş, Türkiye boğazlar üzerinde kesin haklara sahip olmuştu. Bu anlaşma ile inkılapla­rın gerçekleştirilmesi için daha kararlı ve yerinde adımlar atılabilecekti. Antlaşmanın “siyasi ahkam” ile ilgili kısmında Musul için 3. maddede şöyle deniyordu: “Saniyen …Türkiye ile Irak arasındaki hudut dokuz ay zarfında Türkiye ile Büyük Britanya arasında suret-i müslihanede tayin edilecektir. Tayin olunan müddet zarfında iki hükümet arasında itilaf hu­sule gelmediği takdirde ihtilaf Cemiyet-i Akvam Meclisine arz olunacaktır” denilmekte idi. Ne yazık ki, Cemiyet, bir Avrupa devleti olan İngiltere le­hine karar vermiştir.
Antlaşmanın imzalandığını Çankaya’ya Rauf Bey ve Ali Fuat (Paşa) duyurdular. Onlar geldiklerinde Mustafa Kemal Paşa yatakta idi, ama gi­yinmek için bekleyemedi ve konuklarını robdöşambrıyla karşıladı. Gelen telgrafı heyecanla okuduktan sonra “Sevinçten kendimi toparlayamıyorum. Hadi, kendimize gelebilmek için birer kahve içelim” dedi. Mustafa Kemal, Lozan Konferansının gene kesilmesinden korkmakta idi ve bu korkusunu “Aklımdan hep, son anda vazgeçecekleri geliyordu” diye ifade etmişti.8 Lozan’dan sonra, İstanbul Üniversitesi, İnönü’ye fahri profesörlük unvanını vermişti.9 Artık inkılapların yapılması ve hükümete yeni bir şekil verilmesi zamanı gelmişti.
ANKARA’NIN BAŞKENT OLUŞU:
Cumhuriyetin ilan olunduğu ay içinde Ankara’da başka sevinçli bir olay daha cereyan edecekti. Bu da Ankara’nın başkent oluşudur.
1922 yılında Ankara’nın şehir olarak görünümü hiç de iyi değildir. Tipik bir Anadolu kasabası görünümünü yansıtmaktadır. 1915’de Çanak­kale Boğazı tehdit altında iken, başkentin Anadolu’ya nakledilmesi düşünüldüğü sıralarda, bu konuda Eskişehir, Konya, Kütahya için hazır­lıklar yapılmış, ama, çok sönük olan Ankara hiç akla gelmemişti. 1920’de İstanbul işgal edildiği, milli teşkilata bir merkez arandığı, Heyet-i Temsiliyenin Sivas’tan ayrılması düşünüldüğü sıralarda da, Sivas’tan ayrılmak is­temeyenler mevcuttu. Ankara’nın bu tarihlerde orta büyüklükte bir şehre yetecek kadar suyu yoktu. Bataklıkları ve tozu meşhurdu. Ağaç çok az de­recede mevcuttu10. Amerikalı gazeteci, Grace M.Ellison, 1922 Ankara’sını şöyle anlatmaktadır: Anayol birkaç dükkandan sonra, Büyük Millet Meclisi’nin önünden geçiyor…Şehrin her yanında Gazi Paşa’nın resimleri asılı. Birkaç kitapçı dükkanında Gazi’nin, arkadaşlarının resimlerinin kahra­manlık ifade eden posta kartlarını ve renkli milliyetçilik kartlarını satın al­mak mümkün…”11. İşte, bu tarihlerde Ankara’nın diğer Anadolu kasaba­larından hiçbir farkı yoktur. Bakımsız ve kendi haline bırakılmış bir Ana­dolu kasabasının ilerde modern bir şehir ve Türkiye’nin başkenti olacağı­na ihtimal verenlerin sayısı yok denecek kadar azdır. Ancak, Ankara’nın önemli bir silahı vardır: İstilalardan uzak oluşu ve ortada, Anadolu’nun merkezinde bulunması.
İstanbul’un merkez olmayacağı meselesi, İstanbul’un stratejik yeri ne­deniyle kafalarda zaman zaman yerleşmeye başlamıştı. II. Abdülhamit ha­tıralarında, 1895’de vezir Küçük Said Paşa’nın “Ruslar bir defa İstanbul sınırlarına gelirlerse halimiz ne olur? şehri zaptederler, buda her şeyin so­nu demektir.” dediğini, başkent olarak Bursa’yı önerdiğini, ancak, Bursa’nın başkent olması teklifinin yerinde olmadığını, şerefli geçmişin kendi­lerini İstanbul’a bağladığını, tarihi cami ve kutsal emanetlerin İstanbul’da bulunduğuna, ayrıca, devlet dairelerinin ve memurların Bursa’ya taşınma­sının milyonlarca masrafa neden olacağına değinmektedir12. igi2’de, Balkan Harbi sonlarına doğru, İstanbul’da çıkan İfnam Gazetesi’nde “Kostantiniye’den Osmaniyye’ye” adlı yazısında Ferit Tek İstanbul’un başkent olama­yacağını, Goltz Paşa’nın fikirlerini ilave ederek açıklamaktaydı.: “Şimdiye kadar İstanbul’un ani tehlikesi yalnız Boğazlar cihetinden idi. Şimdi buna birde karadan bir tehdit ilave olundu. Üç taraftan tehlikeye maruz bir noktada payitaht kurulamaz… İstanbul devamlı çalışmaya pek elverişli değildir. Tabiat şartları insanı gevşetir. İstanbul’da devlet, memleketin haki­mi olmaktan ziyade İstanbul’un mahkûmudur…Merkez İstanbul’da kal­dıkça Osmanlılar hiç kendilerine taallûku olmayan Avrupa meseleleriyle uğraşmaktan, onlara ister istemez bulaşmaktan yakasını kurtaramazlar.” İstanbul’un yerine yeni devlet merkezi olarak ileri sürülen yerler şunlardı: Konya, Kayseri, Halep, Şam. Goltz Paşa, başkent olarak bu dört şehri önerirken, Ferit Tek ise, merkez olarak Kayseri’yi gösteriyordu.
Mustafa Kemal Paşa ise, Heyet-i Merkeziyyenin Ankara’ya nakledil­mesinin sebebini şöyle açıklıyordu: “Cephelere ve İstanbul’a demiryolu ile bağlı ve genel durumu idare bakımından Sivas’tan farklı olmayan Anka­ra’ya geldik”ı2a.
Mustafa Kemal, Ankara’nın başkent olması konusunda kararını daha ulusal kurtuluş savaşı sırasında vermişti. 16-17 Ocak 1923’de İzmit’te ga­zetecilerle yaptığı konuşmada merkezi hükümetin neresi olacağı hakkında şu bilgileri vermiştir: “Merkezi hükümet neresi olacak diye bahsedilmiştir. Lozan Konferansı netaciyinin bu güne kadar vasıl olduğu hadde ve vasıl olacağı hudutlara yakın olan yerlere nazarlarımızı dolaştırdık. Merkez-i hükümet neresi olmalıdır?. Bendenizce iki nokta-i nazardan tetkikat yap­mak icab eder. Birisi, her nev’i taarruz ve tecavüze karşı yerinden kıpırda­mayarak, muhafaza-i kuvvet ve sükûnet edebilecek bir yer olmalı. Bu iti­barla bittabi memleketin merkezini araştırmak lazım, yoksa, bir geminin topundan telaşa düşecek bir yerde merkez-i hükümet olamaz. İkincisi, merkez-i hükümet öyle bir yerde olmalıdır ki, hükümet nazarını memleke­tin “bütün mühitatına müsavi surette atfedebilsin. Eğer memleketin bir köşesine çekilirsek o halde gayr-i mamur ve bizden uzak olan yerleri unu­tabiliriz. Bilirsiniz ki, Anadolu bugün şarktan garbe, şimalden cenuba ka­dar bila-istisna her noktası bir harabe halindedir”. Mustafa Kemal, Ana­dolu’nun harabe halinde olmasının İstanbul’un hükümet merkezi olması ile bağıntılı olduğunu, Ankara’da oturan ile İzmir’de, İstanbul’da oturanın değişik düşünebileceğini, halktan uzak olunduğu gibi, sahil şehirlerinin her zaman top ateşine maruz kalabileceğini belirtip, Anadolu’nun ortasın­da merkez olabilecek şehrin “Ankara, Kayseri, Sivas müsellesi (üçlüsü) da­hilinde bir noktada” olabileceğini ve Ankara’nın bu işi yapabileceğini, bu­nun dışında yeni bir şehir meydana getirmenin güç olduğunu ve olayların da burayı merkez yaptığını açıklayıp “Binaaneleyh Ankara’ya karşı nankörlük etmek caiz değildir” demiştir. Daha sonra da yeni merkezi açıklamıştır: “Yeni merkez neresi olacaktır? İstanbul’un merkez olabilece­ğini düşünmek varid-i hatır mıdır? Merkez İstanbul olmadıktan sonra Es­kişehir mi olsun? Varsın Ankara olsun. Ankara emin olun ki çok latif bir yerdir. Ufukları vasidir. Ve şimdi bir Amerikan Kumpanyası ile görüşüyo­ruz. O da oranın imarı için bir proje yapıp, hükümete vermiştir. Şimdiki gar da büyük bir gar oluyor…”13.
Mustafa Kemal, Ankara’nın başkent olması kararını çoktan vermiş, yalnız, bunun için uygun zaman ve fırsatı kollanmaktadır. 1921 yılında Ankara’nın merkez olmasını düşünen Mustafa Kemal, o tarihlerde İstan­bul saltanat merkezi olduğu için bunu tam olarak ortaya koymakta gecik­miştir. Ancak, 1921’de başkent konusunu şöylece açıklamaktan da geri kalmamıştır: “Siyasi başkentimiz Anadolu’nun ortasında kalacaktır. Batı­nın ve Doğunun temsilcileri bizimle bu başkentte temas edeceklerdir. Bu başkentte her türlü diplomatik meseleler görüşülecektir, bu başkentte memleketin iç ve dış politikası idare edilecektir. Bu başkentte milletin si­nesinden doğan hükümet yer alacaktır.”14. Mustafa Kemal, Ankara adını kullanmamış ise de, daha sonraki konuşmalarında Ankara’nın adını açık açık belirttiğine göre, bu tarihlerden beri Ankara’nın başkent olmasını ar­zu etmektedir. Mustafa Kemal, Ankara’yı gerçekten seviyordu. Büyük mücadelenin önemli bir kısmını buradan sürdürmüştü. Millet Meclisinde evvelce alınmış karara göre, iki yerden mebus seçilebiliyordu. Mustafa Ke­mal’de, 1922 seçimlerinde iki yerden mebus seçilmişti. 2 Ağustos 1923’te açılan ikinci Büyük Millet Meclisi’nde, 13 Ağustos’ta Gazi Meclis Başkanı olmuştu. Mustafa Kemal Paşa, iki yerden milletvekili seçildiği için Anka­ra’yı tercih etmişti.
30 Temmuz 1921 ‘de, Mecliste yapılan gizli konuşmalarda, Meclis’in Kayseri’ye çekilme olasılığından bahsedildiğinde, Karesi (Balıkesir) Millet­vekili Basri Bey, bunun doğru olmadığını, bunun yerine Polatlı’ya ordu­nun yanına gidilmesini savunmuştu. Ancak, bu kabul edilmemişti15.
Ankara’nın en sıkıntılı zamanında bile, Meclis’in başka bir yere nakli­nin kabul edilmemesi, karar ve emirlerin en iyi buradan verilip, yönetimin buradan kaynaklanmasından ileri gelmektedir.
Mustafa Kemal ulusal bağımsızlık hareketinin yürütüldüğü ve en önemli kararların alındığı, Anadolu’nun merkezinde olan Ankara’nın mut­lak surette başkent olmasını istiyordu. Bu yüzden, İzmit’te Ankara’nın başkent olmasını istediği yolundaki 1923 Ocağındaki beyanlarından baş­ka, 23 Eylül 1923’de de bu tarzda beyanat vermiş ve 1923 Ekiminde An­kara’nın başkent olması gerçekleşmiştir. Mustafa Kemal, 23 Eylül 1923’te, Neue Freie Presse muhabirine verdiği demeçte, bir taraftan Cumhuriyet adlı yönetimin kurulacağını açıklarken, diğer taraftan da “Yeni Türki­ye’nin Payitahtı meselesine gelince, bunun cevabı kendisinden zahir olur. Ankara Türkiye Cumhuriyeti’nin payitahtıdır” demişti16.
Mustafa Kemal’in bu demecinden iki hafta sonra, 9 Ekim 1923’te, Malatya Milletvekili İsmet Paşa ile on arkadaşı, Meclis Başkanlığına An­kara’nın Türkiye’nin başkenti olması için bir önerge verdiler. 10 Ekim’de Komisyona gönderilen tasan, 13 Ekim 1923’te Mecliste görüşülmeye baş­landı. Görüşmeler sırasında Ankara’nın niçin başkent olmasının gerektiği etraflıca anlatıldı. Gümüşhane Milletvekili Zeki Bey, İstanbul’un tarihi önemine temas ettikten sonra, “Buranın hükümet merkezi olmasıyla, İs­tanbul’un yıkıma bırakılmamasını rica ederim” diye sözlerini tamamladı. Gelibolu Milletvekili Celal Nuri Bey ise “Ankara’yı Türkiye Devleti’nin merkezi olarak olaylar ve gerçekler göstermiştir. Daha sonra Ankara’nın başkent olmasını savunan konuşmasında, bundan sonra İstanbul’un da korunmasını istemiştir. Besim Atalay ise, Ankara’nın başkent olması lehin­de konuşarak “Ne ise biz burada tozlar içinde yaşarız, buranın tozu pud­radaki daha güzel gelir. Burada bazı gazetelerin dediği gibi çatıları sayarız-bazı gazeteler burada memurların, mebusların yattıkları yerlerde çatıları saydığını yazmıştı-evet, yatar, çatıları sayarız. Fakat, milletin koynundan çıkan altınları saymayız…”. Daha sonra yeterlilik önergesi verildi. Sonuçta, 13 Ekim 123’te Ankara şehrinin Türkiye Devleti’nin başkenti olması büyük çoğunlukla kararlaştırıldı17. Bundan sonra süratle şehrin bayındırlık işlerine girişildi. Nüfusu süratle artan Ankara’nın imarı, başlarda kesinleş­mişti. Ama, gelişimi bir çalışma planı noksanlığından biraz gelişi güzel oluyordu. Ancak yeni mahalleler, banliyöler kurulmakta gecikmedi. Batak­lıklar kurutuldu. Ankara sıtmadan kurtarıldı. Birçok devlet binası ve özel bina yapıldı. İmar işlerinin düzenli bir plan içinde gelişmesi, 1928’de, H. Jansen projesinin kabulünden sonra mümkün oldu. Bu projeye göre, eski şehrin orijinal durumu korunacak, bayındırlıkla ilgili yeni yatırımlar, yüksek okullar, millet meclisi, resmi binalar yapılacaktı18.
Ankara, 1924’ten bu yana büyük bir gelişme göstermiştir. 1924’de, her yönden ovaya doğru yeni yollar açılmaya başlamıştır. Ziraat Bankası’nın temeli atılmış olup, her yerde batı uygarlığından esinlenmiş bir kent ortaya çıkmaya başlamıştır.
CUMHURİYETİN İLANI:
Büyük Millet Meclisi’nin kurulması ve 1921 Teşkilat-ı Esasiye’nin ka­bulü ile halk idaresine dayalı sisteme geçilmişti. Ancak, saltanatın kaldırıl­masından sonra, hükümet sistemini oluşturmak ve buna bir ad vermek bakımından bir boşluk doğmuş ve bir belirsizlik ortaya çıkmıştı. Lozan ile yeni Türk Devleti tanındıktan sonra, hükümete yeni bir ad verilebilirdi.
Mustafa Kemal, ulusal bağımsızlık savaşı boyunca sürekli halk idare­sinden bahsetmişti. O’nun Samsun’a çıktıktan sonraki hareketleri ve çalış­maları, Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas kongreleri, Büyük Millet Meclisi, hep O’nun millet iradesine dayalı bir sistemin peşinde olduğunu göstermekteydi. Ancak ulusal kurtuluş savaşının sürdüğü ve İstanbul’da sultanın halifelik sanını taşıdığı tarihlerde, Cumhuriyet kelimesinin ve sis­teminin tartışılması bile olanaksızdı. Halkın kafasında yüzyıllardır şekillen­miş bir sistemi, o zamanki tarihlerde birdenbire söküp atmak imkansızdı. Ancak, Cumhuriyet kelimesi olamadan da hükümetin idare tarzının o noktada olduğu, daha 1 Aralık 1921 ‘de Mustafa Kemal Paşa tarafından Mecliste Bakanlar Kurulunun görev ve yetkisini ortaya koyan kanun teklifi dolayısıyla yapılan konuşmasında da yer almaktaydı. Yalnız bir kuvvetten ibaret olan hakimiyet ve irade-i milliye heyet-i celilenizden mütecelli ve mütemessildir (açık ve benzer görünümündedir). Ve bu kayd ü şartla mil­let bizi buraya göndermiştir. Milletin bize tevdi etmiş olduğu bu vazife ve bu selahiyet ve bu mesuliyeti biz içimizden herhangi bir zata verip de o zatın kendi rüfekasıyla bize karşı bütün umûr-u muamelat-ı devlet (dev­letle ilgili işler) ve milletten mesul olmasını bizim şerait-i mevcudiyetimiz
(mevcut şartlarımız) kabul edemez          Her şeyin merci’-i yeganesi Türkiye
Büyük Millet Meclisi’dir. Meclis bu merci’iyetini kimseye veremez. Bu nokta-i nazardan kabine diyelim veyahut demeyelim. Kabine de zaten ya­bancı bir isimdir. Biz Heyet-i Vekile diyoruz….”19.
Mustafa Kemal, Cumhuriyete geçişteki zorlukları dile getirirken, her zaman Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin en büyük yetki organı olduğunu ifade etmişti: “Efendiler, saltanat devrinden Cumhuriyet devrine geçebilmek için herkesin bildiği gibi, bir geçiş dönemi yaşadık. Bu dönemde iki düşünce ve görüş birbiriyle durmadan çarpıştı. O düşüncelerden biri sal­tanat yönetiminin sürdürülmesiydi.,…Devlet yönetimini Cumhuriyet’ten söz etmeksizin ulusal egemenlik ilkesi içinde her an Cumhuriyet’e doğru ilerleyen bir yönteme yöneltmeye çalışıyorduk. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden daha büyük bir makam olmadığına inandırmada direterek saltanat ve hilafet makamları olmaksızın da devleti yönetmenin mümkün olduğunu ispat etmek lazımdır.”20 Mustafa Kemal Meclis’in üstünlüğünü 28 Aralık 1921’de bir başka konuşmasında şöyle ifade etmişti: “…Bir kurul ki, milletin irade ve hakimiyetini ortaya çıkarmış ve temsil ettirmiştir: Onun üstünde kuvvet yoktur. Bu sebeple yüksek Meclisimiz görev yap­makta sınır tanımaz…”21. Mustafa Kemal, Cumhuriyete doğru gidişi kafa­larda esenlendiren en büyük yetki organının Meclis olduğunu, saltanat ve hilafetin bunun üstünde olamayacağını açıklayan konuşmalar ile yavaş ya­vaş Cumhuriyete doğru yaklaşmaktaydı. Aynı gün, Hacı Tevfik Efendi (Çankırı Milletvekili) hükümranlık haklarının Meclisin elinde olduğunu, bunun kimseye verilmeyeceğini şöylece ifade etmişti: “Tanrının emri, ken­dimizi idare edecek olanı içimizden seçmektir. Sultanlık ile halifelik birdir. Dinimizde veliahtlık yoktur. Bu sonradan Muaviye tarafından konmuştur. Bugün hükümdarlık hakları kendi elimizdedir. Bunu kimseye vermeyiz. Ehlini ve zamanını bekleyeceğiz. Bugün bunlardan söz etmek zamanı de­ğildir”22. Bu sözlerin sarf edildiği sıralarda bir taraftan da ulusal bağım­sızlık savaşı devam etmekteydi. Mustafa Kemal, aynı tarihte yaptığı konuş­masında, Türk Hükümeti’nin nasıl bir hükümet olduğunu, çalışmadan yaşamak isteyenlerin bu sosyal toplulukta yeri olmayacağını da ifade et­mekteydi: “Bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir, sosyalist bir hükümet değildir. Bilimsel niteliği yönünden kitaplardaki hükümet şekillerinden hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat ulusal egemenliği, ulusal iradeyi gerçekleştiren tek hükümettir. Bilimsel ve sosyal niteliği ba­kımından Halk Hükümetidir…Çalışarak haklara ve yetkilere sahip oluruz. Arka üstü yatmak ve çalışmadan yaşamak isteyenlerin sosyal topluluğu­muz içinde yeri yoktur, hakkı yoktur…”, Mustafa Kemal, aynı konuşma­sında, egemenlik haklarının halk tarafından zor ile alındığını ve bu yüzden egemenliğin hiçbir şekilde geri verilemeyeceğini de ifade etmişti: “…Bildiğim, bilinmesi ve ilan edilmesi gereken bir gerçek varsa, o da mil­letin, hiç kimsenin uygun bulmasını gerekli görmeden, uygun bulmayan­lara karşı ayaklanarak ulusal egemenliği almış ve öylece kullanmakta bu­lunmuş olmasıdır. Ve bu egemenlik hiçbir sebep ve surette bırakılamaz, başkasına verilemez. Bu egemenliği geri alabilmek için, alınırken kullanıl­mış olan araçları kullanmak gerekir…”23.
Mustafa Kemal’in yaptığı bu konuşmalardan sonra, eskiye özlem du­yanların ve yeni sisteme itiraz düşüncesinde olanların umudu kırıldı ve Osmanlı Anayasası’nın yerine, yeni anayasının gerekliliği düşüncesi ege­men oldu. Ancak, padişahlık, yani saltanat devam ediyordu. Bu yüzden, padişah VI. Mehmet Vahdeddin’e de yeni hükümeti ve meclisi onaylattır­mak gerekiyordu. Milli hükümet bu amaçla Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey’i, İstanbul’a, VI. Mehmet ile görüşmeye yolladı. 20 şubat 1921 günü, Ankara Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı, İstanbul’da, Padişaha, Meclisi ve onun hükümetini tanımasını söyledi. Ancak, Vahdeddin herhangi bir tepki göstermeyjp, gözleri kapalı oturmuş, cevap vermemiş, Yusuf kemal Bey de, Padişahın yanından ayrılmıştı. Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri iki gün sonra olayı öğrendi ve Bakanlar Kurulu tarafından gönderilen Yu­suf Kemal Bey’in Meclisin izni olmadan Padişah ile görüşmesinin iyi ol­madığı tartışıldı ise de, Mustafa Kemal Paşa olayı tatlıya bağladı. Ancak, Sadrazam Tevfık Paşa, Lozan Konferansı’na, İstanbul Hükümeti’nin de katılacağını bildirince, Mustafa Kemal Paşa buna çok kızarak “Türkiye’yi yalnız Büyük Millet Meclisi Hükümeti temsil edebilir” demiştir. Bunun arkasından temsil olayı için Tevfık Paşa, Meclise doğrudan doğruya baş­vurur. Artık, padişahlığın kaldırılması gerektiği konusunda bu olay nedeni ile Mecliste bir cereyan olmuştur.
30 Ekim 1922’de Dr.Rıza ile yetmiş sekiz arkadaşının verdikleri öner­gede, İstanbul’daki hükümetin varlığını koruyacak hiçbir kuvvete sahip ol­madığını, gölge durumunda bulunduğunu ileri sürmüş ve yeni durum için “Asıl halk topluluğunun ve köylünün haklarını koruyan ve mutlulu­ğunu sağlamayı kabullenen bir halk hükümeti idaresi kurmuştur. Durum bu iken, İstanbul’da düşmanlarla ortaklık yapmış olanların hala halifelik ve sultanlık ve padişah ailesi haklarından söz ettiklerini görmekle şaşkınlık içinde kalıyoruz” denmekte ve hemen konunun esasına girmekteydi. Önerge oylanmış, 132 kabul, 2 red, 2 çekimser oy çıkmış, ama, Mecliste çoğunluk olmadığı için oylama ertesi güne kalmıştı. 1 Kasım 1922’de, önergeye ek madde ile “Hilafetin Türklere, Osmanlı ailesine ait” olduğu kabul edildi. Mustafa Kemal Paşa söz alarak, Türkiye’nin saltanatın kaldı­rılması ile çağdaş, uygar devlet olacağını, kalkınabileceğini, halifelik maka­mında güçsüz ya da zavallı bir kişinin değil, “Dayanağı Türkiye Devleti olan yüksek bir kişinin” oturacağını ifade etti. Saat gecenin yansına doğru oturum tatil edildi. 2 Kasım 1922 tarihli oylamada, Rize Milletvekili Ziya Hurşit Paşa’nın ben muhalifim diye seslenmesine karşın yapılan oylamada saltanat kaldırıldı24.
4 Kasım 1922 günü İstanbul Hükümeti istifa etti. Esasen, alınan ka­rardan sonra yapılacak bir iş de yoktu. Milletin gerçek- temsilcileri Anka­ra’da bulunuyor ve millet adına yönetim mekanizmasını işletiyorlardı. Ar­tık, dünyada imparatorluk gibi çağ dışı yönetimlerin varlığı yok denecek kadar azalmıştı. Saltanatın kaldırılacağı, çağdaş yönetim usullerinin bütün dünya ülkelerinde zamanla bu idarelerin yerine geçeceği belli idi. Üstelik, artık, İstanbul’daki hükümetin ne ordusu, ne maliyesini oluşturacak kay­nakları mevcut değildi. Bu yüzden, milletin sesini yansıtan Ankara Hükümeti var iken hiçbir dayanağı olmayan İstanbul Hükümeti neye da­yanarak hüküm sürecekti?. İstifadan sonra, Türkiye Büyük millet Meclisi Hükümeti Türkiye’yi temsil eden tek hükümet olarak kaldı. Bir zamanların üç kıtada hüküm süren İmparatorluğu kötü yönetim, çağdaş medeni­yet ve teknikten uzak kaldığından, artık mevcudiyetini halktan uzaklaşmış olarak devam ettirdiğinden ve çok az bir toprak parçasını elde tutabildi­ğinden, yerini halk ile bütünleşen ve ulusal bağımsızlık savaşını millet adı­na sürdüren Ankara Hükümeti’nin çağdaş devlet düzeyindeki yönetimine terk etmek zorunda kalmıştı. 17 Kasım 1922 günü, Saraydan ayrılan Vah­dettin İngiliz kuvvetlerinin başkomutanı olan General Sir Charles Harring­ton vasıtasıyla, bir İngiliz gemisine binerek kaçtı. 18 Kasım’da toplanan Bakanlar Kurulu, bir halife seçilmesine karar vererek, sorunu Meclise ge­tirdi. Mecliste, Abdülmecid Efendiyi halife ilan etti. Halife seçimi için üç aday gösterilmişti. 162 kişi oy kullandı. Abdurrahman Efendi 2, Selim Efendi 3, Abdülmecid Efendi de 148 oy aldı. Dokuz oy da çekimser çık­tı25.
Saltanat devrinden, Cumhuriyet devrine geçebilmek için bir geçiş dönemi yaşanmıştır. Atatürk’ün ifadesine göre, bu konuda iki fikir mev­cuttu: Birisi saltanat devrinin devamı, ikincisi de, saltanat idaresine son vererek Cumhuriyet yönetimini kurmak. Cumhuriyet kurmak fikri, Musta­fa Kemal’e aitti. Onun ifadesine göre, bunun tatbik mevkiine konulması için gerekli zaman kollanmaktadır. Yeni yasalar yapıldıkça, özellikle, Teşkilat-ı Esasiye Yasası yapılırken, saltanat taraftarları, padişah ve halifenin hukuk ve yetkisinin düzeltilmesinde ısrar etmişlerdi. Mustafa Kemal de şimdi bunun zamanı olmadığını açıklamıştı. Ancak, O, devlet yönetimini Cumhuriyet’ten bahsetmeden de, milli egemenlik dairesinde yöneterek, her an Cumhuriyet’e doğru yürümekte, saltanat ve hilafet olmaksızın, Büyük Millet Meclisi’nin her türlü hakkını kendinde toplamakta, devlet başkanından bahsetmeksizin, onun görevini de, Meclis Başkanlığını da sürdürmekteydi. Saltanat kaldırıldıktan sonra hilafetin yürütüleceğini, 2 Kasım 1922’de Petite Parisien muhabirine şöylece açıklıyordu: “Hilafeti muhafaza edeceğiz, şu şartla ki, Büyük Millet Meclisi ve Millet Halifenin istinat edeceği bir mesnet ve kuvvet olacaktır”26. Aynı konuşmasında, Mustafa Kemal, Millet Meclisi’nin halk tarafından seçildiğini ve yönetimin bir halk idaresi olduğunu açıklamaktaydı. Görüldüğü gibi, Mustafa Kemal Paşa, şimdilik halifeliğin devamına taraftar olmaktadır. Bunun nedeni, yüzyıllardır halifeye körü körüne bağlı olan halkı birdenbire bu kurumun kaldırılması sebebi ile karşısına almamaktan kaynaklanmaktadır. Üstelik, savaş devam etmektedir. Yeni bir karışıklığın çıkması Ankara Hükümetini zayıflatabilir, bu yüzden halifeliğin kaldırılması için uygun bir zamanı kol­lamak daha yerinde olacaktır. Halifelikten önce, sırada devlete verilecek şekil, O’nun kafasını daha çok meşgul etmektedir
Saltanat kaldırıldığından yeni bir sistemin uygulanması ve çağdaş düzene geçişte daha sağlam ve rahat adımlar atılarak Cumhuriyet sis­temine geçmek mümkün olabilirdi. Mustafa Kemal, bunun için ortamın uygun olduğuna da inanmıştı.
20 Ocak 1923 tarihli İstanbul gazeteleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütün programlarında Mustafa Kemal’in belirttiği şu iki maddenin esas olduğunu vurgularlar: 1- Tam bağımsızlık 2-Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olması. Aynı gazeteler, birinci maddenin ifadesinin “Misak-ı Milli”, ikincisinin ise “Teşkilat-ı Esasiye” olduğunu, Misak-ı Millinin ordu tarafından sağlandığını, Teşkilat-ı Esasiyenin ise, kitaplara geçmeden önce, fikir ve vicdanda oluştuğunu, Meclisin de bunu uyguladığını belirtir­ler. Aynı gazeteler, millet egemenlik haklarından yoksun bırakılırsa, ayak­lanarak zorla bunu elde eder demektedirler. Mustafa Kemal Paşa, 18 Ocak 1923’te halka hitaben yaptığı konuşmada “Şurasını açıkça söylemek lazımdır ki, bu milletin üç buçuk seneye sıkıştırdığı dava çok azimetlidir” demekte, Fransızların büyük ihtilallerini (1789) kesinleştirmek için bir asır uğraştıklarını, her yeni harekete karşı bir muhalefetin olduğunu, buna irti­ca dendiğini, bunu önlemek için önceden tedbir almak gerektiğini, bir in­kılabı yapanların bu gibi olumsuz hareketleri ezecek kudrete sahip bulun­duklarını, milletin egemenliğinin sürekli olduğunu, milletin egemenliğine dikilecek gözlerin çıkarılacağından bahsetmekteydi27.
24 Temmuz 1923’de Lozan Antlaşmasının da imzalanmasından son­ra, Mustafa Kemal Paşa artık Cumhuriyetin ilanı zamanının geldiğine inanmış ve açık açık Cumhuriyet’ten bahseder olmuştur. 16 Eylül 1923’te, Trabzon Halk Fırkasını ziyarette, kendi şerefine verilen ziyafet sırasında bunu açıkça dile getirmiştir: “Bütün cihan bilsin ki benim için bir taraflı­lık „vardır: Cumhuriyet taraftarlığı.” Kamu oyunda, özellikle taşrada bu fikre karşı bir tepki olmamıştır.
Cumhuriyetin ilanından sonra, bazı İstanbul gazetelerinin dediği gibi Cumhuriyet ansızın ilan edilmemiştir. Rauf Bey de, bu şekildeki ifadesi ile yanılmıştır. Cumhuriyet, Mustafa Kemal Paşa’nın kafasında devamlı mev­cuttur ve 1923 Eylül’ünden itibaren Mustafa Kemal Paşa bunu sürekli tekrarlamaktadır. 23 Eylül 1923 tarihinde Newe Freie Presse Gazetesi Mu­habirine verdiği ve 27 Eylül 1927 de Hakimiyet-i Milliye’de yayınlanan beyanatında da Cumhuriyetin ilan edileceği açıkça beyan olunmaktaydı: “Teşkilat-ı Esasiye mucebince hakimiyet bila kayd ü şart milletindir. İcra kudreti olan Meclis’te tecelli ve temerküz itmiştir diye sarahat vardır. Bu iki kelimeyi bir kelimede izah edebilmek için hangi lügatta aranırsa aran­sın mezkûr kelime CUMHURİYET olacaktır. Binaenaleyh, Türkiye’nin dahili tekamülü daha bitmemiştir. Daha tadilat ve terakkiyat vukubulacak ve bilumum tekamülat CUMHURİYET esasına müncer olacaktır. Türki­ye’de hal-i hazırda olduğu kadar ileride de daha ziyade demokratik bir Cumhuriyet teşkil edecek ve bu Cumhuriyet hiçbir surette garp Cumhuri­yetlerinden farklı olmayacaktır”28.
Mustafa Kemal, Türkiye’nin iç gelişmelerinin henüz bitmediğini, da­ha değişiklikler ve ilerlemelerin olacağını ve bütün ilerlemelerin Cumhuri­yet esasına bağlı olacağını, Türkiye’deki inkılapların Cumhuriyet yönetimi altında süreceğini, söylemişti. Nitekim, Cumhuriyetin ilanından sonra, in­kılapların yapılması ve uygulanmasına Cumhuriyet rejimi içersinde devam olunmuştur.
Mustafa Kemal, imkan ve şans zamanı geldiğinde son derece isabetli ve yerinde kararlar almakta, sürekli ülkesinin ve milletinin geleceğine uy­gun hareketleri gerçekleştirmekteydi. Cumhuriyetin ilanında da aynı yolu izlemiştir. 1923’de Cumhuriyetin ilanı için fırsat da doğmuştur. Fethi Be­yin başkanlığındaki Bakanlar Kurulu yıpranmıştı. Ali Fuat Paşa, ordu ku­mandanı olmak için, 22 Ekim 1923’de Meclis Başkanlığı görevinden ayrıl­mıştı. Başbakan Fethi Bey de, daha iyi çalışabilmek için İçişleri Bakanlığı görevini bırakmıştı. Halk Partisi Grubu, Mustafa Kemal Paşa’ya danışma­dan Meclisin ikinci başkanlığına bir süre önce başbakanlıktan ayrılan Ra­uf Bey’i, İçişleri Bakanlığına da Erzincan Milletvekili Sabit Bey’i aday seç­mişti. Mustafa Kemal Paşa ise bu adayları tutmuyordu.
26 Ekim günü Bakanlar Kurulu istifa kararını Mustafa Kemal Paşa’ya sunmuştu. Bakan olmak için heveslilere bir kapı açılmıştı. Mustafa Kemal Paşa, bu kadar çok heveslinin bir yerde, Meclis çoğunluğunun güvenini sağlayabilir idi. O, çabucak hedefe varmak ve Cumhuriyeti ilan etmek için zamanın geldiğine inandı.
Mustafa Kemal, 28 Ekim 1923 günü, Meclis Binasını terk edip, Çan­kaya’ya gidecekken, koridorlarda Kemalettin Sami Paşa ile Halit Paşa’ya rastlar. Kendisiyle görüşmek için geç saatlere kadar orada beklediklerini anlayınca, akşam yemeğine gelmeleri için, onlara, Milli Savunma Bakanı Kazım Paşa ile haber yollar. Yemeğe İsmet Paşa, Kazım Paşa ve Fethi Bey de geleceklerdi. Mustafa Kemal, Çankaya’ya gittiğinde kendisini görmek için gelen Rize Milletvekili Fuat, Afyonkarahisar Milletvekili Ru­şen Eşref Bey’lere de rastlar. Mustafa Kemal, Çankaya’da beraber yenilen yemekte, yarın Cumhuriyet ilan edileceğini açıklar. Hepsi tarafından çok yerinde görülen karar üzerinde nasıl çalışılacağını yemekten sonraki ko­nuşmalarında da anlattıktan sonra gerekli direktifleri de veren Mustafa Kemal, misafirler gittikten sonra, Köşkte, İnönü ile kararı gerçekleştirmeyi sağlayacak olan kanun tasarısı üzerinde çalışmalara başladılar. 1921 Ana­yasasının devlet şekli üzerindeki maddeleri incelendi ve sonunda beş mad­delik bir tasan taslağı hazırlandı. Birinci madde “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir” şeklinde idi29.
Artık, karar verilmişti. Hiçbir kuvvet Mustafa Kemal’i bu karardan döndüremezdi. Nitekim, Mecliste, 29 Ekim günü, Yunus Nadi, Cumhuri­yet için Mustafa Kemal’e “Bunu en kuvvetli zamanımızda yapmalıyız” de­yince, O da “En kuvvetli zamanımız bugündür” demiştir. Gerçekten de en kuvvetli zaman o andı. Türkiye itilaf devletleri ile yaptığı savaşı basan ile sonuçlandırmış, saltanat kaldırılmış, Lozan Antlaşması imzalanmış ve Türkiye bütün dünya devletleri tarafından tanınmış olup, gerek dış dünyada, gerekse Türkiye içinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Mustafa Kemal büyük kurtarıcı ve Türkiye’yi yeni ufuklara yönlendirecek kişi olarak tanınıyor ve anılıyordu.
Mustafa Kemal Paşa, 29 Ekim 1923’de, öğleden sonra bir buçukta toplanan Halk Partisi Grubunda ilk sözü alarak, güçlü ve dayanışmalı bir hükümetin kurulabilmesi için anayasanın bazı noktalarına açıklık getiril­mesini belirterek, hazırlanmış olan beş maddelik taslak metnini divan ka­tiplerine okuttu.
Konuşmalar sırasında, Konya Milletvekili Eyüb Sabri Efendi, Anaya­sayı değiştirmeye yetkilerinin olduğunu ve hükümet şeklinin Cumhuriyet olacağını söyledi. İsmet Paşa, Avrupa’daki gibi, Meclis Başkanı yerine dev­let başkanı olmasının gerektiğini, Cumhurbaşkanı olmadan, başbakan ola­mayacağını öne sürdü.
Bu tartışmalara biraz sonra etraflıca değineceğiz. Önce, projenin ha­zırlanışını görelim. Naşit Hakkı Uluğ’un ifadesine göre, Lozan Antlaş­masının (24 Temmuz 1923) imzalandığı günlerden birkaç gün sonra, Mustafa Kemal, özel kaleminde memur ve şahsi güvenini kazanmış olan Hasan Rıza (Soyak)yı çağırıp, yeleğinden küçük bir kağıt çıkarmış ve ona “— Bunları al, müsvedde halindedirler, beyaz edeceksin, yazılar karışıktır, dikkat et okuyamadığın veya anlayamadığın yer olursa beni çağırıp sorar­sın, bunları şimdilik yalnız sen ve ben bileceğiz. Amirlerine dahi bahset­mene lüzum yoktur” demişti. Hasan Rıza,bunların, 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Yazısının maddelerini değiştiren ve Türkiye Devleti’ne “Cumhuriyet” şeklini veren taslak olduğunu görmüştü. Gazi’nin karan açıktı. O Türkiye Devleti’nin hükümet şeklinin Cumhuriyet olmasını iste­mekteydi. Gazi, Teşkilat-ı Esasiye yazısından ve eski Kanûni Esasinin maddelerinden de yararlandıktan sonra tam bir anayasa projesi ortaya koyuyor ve hazırlattığı metni Hasan Rıza’ya verip “— Bunu al, Adliye Ve­kili Seyit Bey’e götür, yarına kadar bunları okusun, Cumhuriyet ve halk hakimiyeti mefhumları ile umûmi hukuk kaideleri bakımlarından tetkik etsinler ve mütalaalarını bildirsinler. Meselenin şimdilik üçümüz arasında kalmasını arzu ettiğimi Seyit Bey’e söylersin” diyor. Profesör Seyyit Bey, ertesi gün müsveddeyi geri verirken, bunun pek mükemmel bulduğu­nu, esaslarda aynı görüşte olduğunu, ancak, birkaç noktada mütalaa kay­dettiğini açıklıyor. Bu proje, Ekim sonunda Meclise verilen projedir.
Uluğ 28 Ekim akşamı Çankaya’da konuşulan bu proje, 29 Ekimde, öğleden sonra Halk Fırkası’nda tartışılıp, saat 18.00 de kabul edilen proje­dir demektir. Mustafa Kemal, Halk Fırkası’ndaki toplantıdan önce, Mec­listeki odasına bazı milletvekillerini çağırmış ve onlara son şeklini verdiği anayasa projesini göstererek fikirlerini açıklamıştı. Halk Fırkası toplantısı başlayınca da söz alarak, Hükümet buhranını önleyecek tedbir olarak Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi lüzumunu anlattı ve projeyi okuması için katibe vererek kürsüden ayrıldı.
Proje okunduktan sonra, ilk sözü alan Sabit Sağıroğlu, öncelikle kabi­ne meselesi üzerinde durdu, anayasa değişikliğinin sona bırakılmasını iste­di. Ebubekir Hazım Tepeyran ise, partinin anayasayı değiştirme yetkisini kabullenmeyip, bu gibi tekliflerin Mecliste serbestçe görüşülmesini istedi. Yunus Nadi, Tepeyran’ın yetkisizlik iddiasını red etti. Karesi Milletvekili Vehbi Bey, şimdiye kadar anayasa üzerinde yapılan çalışmalardan haber­dar olmadığını, bütün bilgiyi basından öğrendiğini açıkladı. Kastamonu Milletvekili Halit Akmansü de, anayasa sorununun derhal halline taraftar olmadığını, bilim adamlarından bilgi verilmesini istedi. Hamdullah Suphi Tanrıöver, teklifin dört yıl önceki anayasaya açıklık getirdiğini belirtti. Ad­liye Bakanı Seyyit Bey, önerinin yeni bir şey olmadığını, yasaların gereksinimden doğduğunu açıkladı. İsmet Paşa ve Abdurrahman Şeref Bey, öne­riyi destekleyen ateşli konuşmalar yaptılar. Eski Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Tengirşek de derhal yasa ile işlemin tamamlanmasını isteyince, proje grupça kabul olundu30.
Mustafa Kemal, henüz Cumhuriyetin ilan edilmediği sırada, aynı gün Fransız gazeteci Maurice Pernot’ya Osmanlı İmparatorluğu’nun neden yı­kıldığını, düşüncelerinin batıya dönük, bugünkü hükümetin az çok Cum­huriyet olduğunu, politikalarının dine karşı olmadığını izah etmekteydi: “Osmanlı İmparatorluğu’nun düşüşü, batıya karşı elde ettiğimiz basanlar­dan çok gururlanarak, kendisini Avrupa uluslarına bağlayan bağları kesti­ği gün başlamıştır. Bu bir yanlışlıktı. Bunu tekrar etmeyeceğiz. Vücutları­mız doğuya ise, düşüncelerimiz batıya dönük kalmıştır….Ulusal egemenli­ği ilan ettik. Kelimeler üzerinde oynamayalım. Bugünkü Türk Hükümeti az çok Cumhuriyettir…Politikamızı, dine aykırı olmak şöyle dursun, din bakımından eksik bile hissediyoruz. Türk ulusu dindar olmalıdır…31.
Mustafa Kemal, Türk Tarihi hakkında en doğru ve kesin sonuçlara ve sentezlere varabilmektedir. Yusuf Akçuraoğlu, Osmanlı İmparatorlu­ğu’nun yıkılışını yirmi iki sebebe dayandırmaktadır. Gerçi, bu sebepleri şimdi daha da artırmak mümkündür, ama, Mustafa Kemal, düşüş se­bebini, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa ile bağlarını kesmesi ile başla­dığını belirtmekle, Onun, Avrupa’dan teknik, ekonomik, bilim, siyasi aske­ri, ilmi alanlardan kopuşu ile izah etmek istemektedir ki, bu güzel bir sentezdir. Esasen, kendisi Osmanlı İmparatorluğu’nun son devirlerini ya­şadığından, Avrupa’ya da gidip Osmanlı toplumu ile batı toplumunu kar­şılaştırmak olasılığını bulduğundan olaylara da çok yakın ve içindedir.
Mustafa Kemal Paşa’nın, Cumhuriyet ilan edilmeden aynı gün Pernot’ya verdiği beyanattan da anladığımıza göre, henüz Cumhuriyet ilan edilmediği için O, son derece temkinlidir. Kelimelerin önemi olmadığını, şu andaki yönetimin Cumhuriyet düzeni içinde kabul edildiğini, kesin düşüncesinin de bu olduğu gerçeğini vurgulamaktadır. Ayrıca, din konu­sunu izah ederken de, kendilerini bu konuda eksik hissettiklerini belirtme­si, ilerde bu konuda yapılacak girişimlerin olacağını da ortaya koymaktadır. Bu da vatandaşların din ile ilgili işlemlerinin siyasi olayların dışında gerçekleştirmesi noktasına gelip, dayanacaktır. Bunun sonunda da halifelik kaldırılmış olacaktır.
Anayasa Komisyonu çalışmalarını tamamlamıştı. Tasarı son şeklini al­dıktan sonra, Meclise sunuldu. İlk sözü komisyon başkanı olan Yunus Nadi Bey aldı. “…Sunduğumuz teklif, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin uluslararasında sahip olduğu adın belirlenmesinden ibaret­tir. Çünkü, uluslararası alanda belli olan adlardan birinin alınması gerek­lidir. Egemenliği kayıtsız ve şartsız ulusa veren, ulusu kendi kendine yönettiren hükümet şeklinin adı Cumhuriyettir. Bundan ötürü gerçek adı­mızı almak üzere, bunu Anayasamızın birinci maddesine, anlamı zaten bu maddenin içinde bulunan bir fıkra ile ekliyoruz….” dedi. Daha sonra söz alan Manisa Milletvekili Vasıf Bey, teklifin lehinde konuşarak Saray ve çevresinden kurtulunmasını belirtir ve anayasa komisyonumuzun bugün kar­şımıza getirdiği esas, bu amacı tam olarak içine almakta ve sağlamaktadır. Zaten bir Cumhuriyet idaresi içinde olduğumuz halde gerçeği açıklamak­tan çekinmek tereddüt anlamına gelir ve düşmanlarımızın aşırı isteklerini uyandırır…” dedi. Konya Milletvekili Eyüb Sabri Efendi ise, “Bizim hükümetimiz bugün Cumhuriyet olmuyor. Kurulduğu günden beri Cum­huriyettir. Fakat bazı ihtiras ocaklarını alevlendirmemek için adı açıklan­mamıştır. Bugün artık gerçek adını alacağı dönem gelmiştir…” Antalya Milletvekili Rasih Efendi de “…Cumhuriyet ilan etmekle, Türk devleti bundan sonra başında, soydan gelme bir hakla oturmuş kimse görmeye­cektir….” dedikten sonra konuşmalar yeterli görülmüştür.
Görüldüğü üzere, Millet Meclisindeki konuşmaların hepsi Cumhuri­yetin lehinedir. Aleyhine tek bir konuşma bile olmamıştır. Bu da, yalnızca Mustafa Kemal Paşa’nın değil, bütün Meclis üyelerinin Cumhuriyet ilanın taraftarı olduğunu gösterir. Bunlardan Eyüp Sabri, çocukluktan beri Cumhuriyete aşık olduğunu ifade etmişti. Bu da Meclis içinde ahenkli bir çalışmanın ve birliğin mevcut olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Esa­sen, bu böyle olmasaydı, Mustafa Kemal Paşa’nın inkılapları gerçekleştir­mesi, bu kadar kolay olamazdı. Cumhuriyetin ilanını belirten birinci madde Mecliste büyük bir coşku ile ve “Yaşayın Cumhuriyet” sesleri ile kabul edildi. Bundan sonra, ikinci madde üzerinde söz alan Şebinkarahi­sar Milletvekili ve şair Mehmet Emin (Yurdakul) “…Cumhuriyetin ruhu önünde saygı ile ayağa kalkarak üç kez (Yaşasın Cumhuriyet) diye hükümetimizi sevgi ile anmanızı dilerim” demiş ve bu oylanmadan herke­sin uygun görmesi sonucunda “Yaşasın Cumhuriyet” sesleri ile yerine ge­tirilmişti.
Daha sonra Cumhurbaşkanı’nın hemen seçilmesi ve yüz bir kez top atışı yapılmasını öngören önergelere de geçildi. Gizli olarak yapılan oyla­ma sonucunda, Mustafa Kemal 158 oyun hepsini de alarak Cumhurbaş­kanı seçildi. Saat 8.30 da Cumhurbaşkanı seçilen Mustafa Kemal Paşa, söz alarak Meclise teşekkür etti32.
Mustafa Kemal Paşa, bu teşekküründe, milletin sahip olduğu üstün niteliliğini ve yararlılığını, hükümetin yeni adı ile uygarlık dünyasına ko­laylıkla uyum sağlayacağını, Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyadaki yerine layık olduğunun eserleriyle ispatlanacağını açıkladı. Mustafa Kemal’in, Meclis arkadaşlarıyla, samimi ve sıkı bir çalışma içinde olacağını, milletle hep beraber ileri adımlar atılacağı yolundaki sözlerinden sonra, Afyon milletvekili Kamil Efendi kürsüde bir dua okudu ve ikinci Büyük Millet Meclisi’nin tarihi oturumu sona erdi.
Cumhurbaşkanı seçilen Mustafa Kemal Paşa, anayasanın yeni hük­müne göre, İsmet Paşa’yı başbakan olarak atadı. O da kurduğu kabineyi Mustafa Kemal’e sundu ve Mustafa Kemal de bir tezkere ile yeni hükümet listesini Meclise sundu. Yeni hükümet, oylamaya katılan üyele­rin oy birliği ile yani yüz altmışaltı oy ile güven oyu aldı. Bir süre sonra, işlerinin çokluğundan dolayı Mustafa Kemal Halk Partisi genel başkanlığı­nı da İsmet Paşa’ya verecektir.
Cumhuriyetin ilanı, yurt dışında da büyük bir sevinç uyandırmıştı. Her taraftan telgraflar geliyordu. Halife Abdülmecid, Batı Trakya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, İstanbul Üniversitesi öğrenci demekleri bunlar arasında sayılabilir33. Şimdi, Cumhuriyetin kamuoyunda nasıl karşılandığına etraflı­ca değinebiliriz.
Cumhuriyetin ilanından yirmi altı gün önce, Yenigün Gazetesinde yeni yönetimin Cumhuriyet olacağı yolunda “Cumhuriyet idaremiz tasrih ve yakında ilan olunacaktır” tarzında bir haber yer almıştı. Bunun, Mus­tafa Kemal’in nabız yoklaması olasılığı için çıkartılan bir haber olarak yo­rumlanması mümkündür. Çünkü, aynı yazıda Cumhurbaşkanlığının mec­lis başkanlığından ayrılması, ya da eski durumun korunmasının söz konu­su olduğu, yeni tasarının yasa ve yürütme yetkilerini-Bakanlar Kurulunun görev ve yetkilerini-Meclise bıraktığı gibi yasa tasarısında yer almış olan hususlar mevcuttu. Nitekim, alınan özel haberlere göre, bu haberin doğ­ruluğunun kesin olduğu, esasen, meclis başkanının Cumhurbaşkanı’nın görevini yerine getirdiği, bu yenilikle Cumhurbaşkanlığının meclis başkan­lığından ayrılmış olacağını belirten gazete, bu bilgileri mecliste uzman ve yetkili bir kişiden aldığını belirtmekte, ancak, bu kişinin adını vermemek­teydi. Bu sıralarda Cumhuriyet’ten bahseden tek kişi vardı. O da Mustafa Kemal’dir. O basının kamuoyu üzerinde ne kadar etkili olduğunu bilmek­te ve böylece kamuoyunu Cumhuriyetin ilanına doğru hazırlıklarını geliş­tirmektedir. Böylece, hem Mecliste bu düşünce etrafında bir oluşum ha­zırlamış, hem de kamuoyunu bu fikre hazırlamıştır. Bu fikre karşı o ta­rihlerde, gazetelerde menfi bir yazı çıkmadığına göre, durum Cumhuriye­tin ilanı için müsaitti.
Aynı gazete, 30 Ekim 1923’de, Büyük Millet Meclisi’nin hükümet şeklini tespit eden Teşkilat-ı Esasiye”yi düzenleyerek, Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan ettiğini bütün dünyaya duyuruyordu. Cumhuriyetin ilanı İstan­bul, İzmir ve yurdun diğer köşelerinde büyük bir sevinçle karşılanmıştı. Ankara’da halk her yerde gösterilere başlamış, resmi daireler tatil edilmiş idi. 31 Ekim Çarşamba günü genel tatil yapılmıştı. Cumhuriyet’in ilanı, İzmir Müstahkem Mevki Komutanlığı’na gece yarısı bildirilmiş ve gece sa­at birde kaleden bu mutlu olay top atışları ile kutlanmıştı. Vapurlar her yerde bayraklarla donatılmıştı.
Ancak, Atatürk’ün de ifade ettiği gibi, yalnız İstanbul’daki iki-üç ga­zete ve bazı kişiler, Cumhuriyet konusunda halkın sevincine katılmadılar ve Cumhuriyet ilanına ön ayak olanları tenkit ettiler. Hatta, “Yaşasın Cumhuriyet” başlığı altındaki bazı yazılar bile Cumhuriyetin kabul ve ilan edilişini garip buluyor, bunu “sık boğaza getirilmiş gibi bir hal” olarak ni­teliyordu. Oysa, daha önce de belirttiğimiz üzere, 1923 yılında Mustafa Kemal, Cumhuriyetin ilan edileceğini sık sık ihsas etmişti. Yenigün Gaze­tesinin bu konudaki yayını da belliydi. O halde, Cumhuriyetin ilan edile­ceği daha önce duyurulmuş ve gerekli çalışmalar yapılmıştı. Bu yüzden bunun aceleye getirildiğini öne sürmek doğru olamazdı. Ayrıca, İstan­bul’daki bu birkaç gazete, Cumhuriyetin alkışlarla, top atışı, ile kutlanma­sını tenkit ediyor ve “Cumhuriyet alkış ile, dua ile, şenlik ve donanma ile yaşamaz”, “Cumhuriyet bir tılsım değildir. Millet Meclisi’nde bir büyü yapıldı. Bundan sonra her iş kendiliğinden düzelecek, her derdin çaresi kendiliğinden bulunacak değildir” şeklinde ifadeler kullanıyorlardı34.
Hiç şüphe yok ki, demokratik bir ortamda her türlü tartışma olabilir. Ancak, yirminci yüzyılın ilk yirmi yılına kadar, halk idaresinden uzun süre uzak kalmış, anayasayı iki kez 1878 ve, 1908’de de elde edip, bir türlü tatbik edemeyen bir topluma, saltanat ve hilafet gibi uzun seneler alıştığı kavramları terk ettirip, Cumhuriyet gibi halk idaresine dayanan bir sistemi kabul ettirmek çok zordu. Çünkü, toplum daha önce anayasaya sahip çıksaydı, belki bu felaketler başa gelmeyecek ya da en azından Os­manlı toplumu bu kadar geri kalmayacaktı. Aydın sınıfının çok az olması ve eski düzene bağlı muhafazakarların çokluğu bir türlü bu rejimin tutun­masını sağlayamamıştı. Şimdi de birkaç çatlak ses olacaktı. Bu birkaç çat­lak sese karşın, Türk halkı Mustafa Kemal’e ve Meclise güveninden dola­yı, büyük çoğunlukla bu sistemi benimsemiştir. Mustafa Kemal, demokra­tik düşünceye itibar ettiğinden bu konuda olan tenkitlere kızmamıştır. Meclisin toplantıda olmadığı bir sırada, O’nun güven oyu verdiği bir ka­binenin düşürüleceği yolundaki asılsız fikirler, Cumhurbaşkanlığı gibi bir hakkın, padişahlara bile verilmediği yolundaki ithamlar, Mustafa Kemal’i izlediği yoldan döndürmemiştir.
Mustafa Kemal, Cumhuriyetin ilanının çok yakın olduğunu, yalnız kamuoyu değil, Ankara’da önemli mevkilerdeki kişilerin de bilmediğini, Cumhuriyetin ilanına engel olamayan bazı kişilerin alaycı yazı ve tenkitlerine karşın, bunların “Cumhuriyet prensiplerinin ilgili kanunda gördükleri kusur ve eksiklikleri tenkit etmelerini samimi saymak için saf olmak lazımdır” dedikten sonra ve eğer onlar Cumhuriyetin iyi ve onun ilanının pek yerinde olduğunu belirttikten sonra tenkitlerini yazsalar idi, iddialarında haklı olabilirlerdi tezini ileri sürmüştür35. Bu gazete yazarları ve muhafazakar bazı kişiler, hiç şüphesiz eskinin tutkusu ile yaşayan, yeni­likleri kabul edemeyen kişilerdi. Bu yüzden, Mustafa Kemal’in bu tezi ka­nımızca çok yerindedir.
Rauf Bey de, İstanbul temsilcisi olarak Cumhuriyeti iyi karşılamamıştı. Ancak, Mustafa Kemal’in ifadesine göre, Rauf Bey’i ve kendisi gibi düşünenleri telaşa düşüren husus, Cumhuriyet ile devlet başkanlığının ha­lifenin şahsı yerine, Cumhurbaşkanı’nı geçmiş olması meselesidir. Mustafa Kemal’e göre, Rauf Bey Cumhuriyete karşı olduğunu itiraf etmemekle be­raber, Cumhuriyetin millete saadet getirmeyeceğine inanmaktadır36.
Rauf Bey, İstanbul’da bir demeç vermiş ve bunda “Cumhuriyetin ila­nında acele edilmiştir. Bu aceleye sebep olanlar, sorumsuz kişilerdir. Bu hareket tarzının iç yüzünü anlamak lazımdır…Cumhuriyetin ilanını zarûri kılan sebep ne imiş?. Cumhuriyetin bizim için gerçekten yararlı ve lüzum­lu olduğu ispat edilmelidir.” Mustafa Kemal, bu meseleye iyice eğilmek gereğini duymuştur. Mecliste Rauf Bey’den bunların hesabı sorulmuştur. Rauf Bey, Mecliste imtihan edilince, yaptığı konuşmada, duygularının Cumhuriyet’ten yana olduğunu söylemiştir. Ancak, bu olsa olsa kendisini kurtarmak için söylenmiş olmalıdır. Çünkü, bu sözlerinde samimi değildi. Ankara’dan ayrılırken, kendisine Cumhuriyet’ten bahseden Kazım Paşa’ya (Meclis Başkanı) “Buna engel olabilirsen, memlekete büyük hizmet etmiş olursun” demesi bu samimiyetsizliğinin bir ifadesi olmak gerekir37. Ger­çekte Rauf Bey, Cumhuriyete samimi olarak inanmıyordu. Nitekim, hali­feliğin kaldırılması sırasında yaptığı konuşmalarda da, şiddetle halifeliği savunması, Onun samimiyetsizliğinin en açık delilidir.
Mustafa Kemal, gerek Cumhuriyet konusunda, gerek diğer konularda her türlü fikrin samimi ve yasal olması şartıyla tartışılmasına taraftar oldu­ğunu ifade etmekten hiç kaçınmamaktaydı. Cumhuriyetin ilanından bir ay sonra, Tercüman-ı Hakikat başyazarına, 4 Aralık 1923’te verdiği demeçte, Cumhuriyetin nasıl kazanıldığını, bu konuda fikir tartışmalarının serbest olduğunu şöylece ifade etmişti: “Cumhuriyetimiz öyle zannolunduğu gibi zayıf değildir. Cumhuriyet bedava da kazanılmış değildir. Bunu istihsal için mebzûlen kan döktük. Her tarafta kırmızı kanımızı akıttık. İcabında müessesatımızı müdafaa için lazım olanı yapmaya amadeyiz. Cumhuriyet serbest-i efkar taraftandır. Samimi ve meşru olmak şartıyla her fikre hürmet ederiz. Her kanaat bizce muhteremdir. Yalnız muarızlarımızın in­saflı olması lazımdır…”38.
Cumhuriyet rejimi birinci yılını doldurduğunda, Mustafa Kemal, 31 Ekim 1924’de, Vakit Gazetesi muhabirine, Cumhuriyet İdaresinin Türk Milleti’nin tabiat ve ruhuna en uygun yönetim tarzı olduğunun ispat edil­diğini, ancak, bu kadar zaman yıpranmış olan memleketin açıklarının bir sene içinde kapatılmasının olanaksız olduğunu da ifade etmekten kaçın­mamıştı: “Cumhuriyetin ilk senesi beklediğimiz feyzi tamamen vermiş mi­dir? Memleket o kadar harap, millet o kadar yıpranmış bir hale getirilmiştir ki, uzun bir mazinin açtığı bu rahneleri bir sene kadar kısa bir za­manda Cumhuriyet idaresinin dahi tamamen kapatabilmesine elbette im­kan olamazdı. Fakat, Cumhuriyetin feyzleri bütün memleketin ufuklarında herhalde kuvvetli ümitler verebilecek kadar nurludur. Bunu memleketin en kuytu köşelerinde dahi suhuletle müşahade etmek mümkündür”39.
Mustafa Kemal’in ifade ettiği gibi, sanayii, ekonomik, teknik, mülki, adli, sosyal yönlerden çok geri kalmış, ilk planda her zaman İstanbul düşünülmüş olan bir memlekette, her türlü kalkınmanın bir sene içerisin­de gerçekleşmesi olanaksızdı. Bu bakımdan Cumhuriyet aleyhtarlarının Cumhuriyetin her şeyi iyileştirmeyeceği konusundaki ithamlarına da katıl­mak mümkün olamaz. Çünkü Cumhuriyet Türkiye’nin yaralarını sarması ve ileriye gitmesi için ilk adımdır. Gerisi, sonraki uzun seneler içerisinde gerçekleşecektir. Mustafa Kemal de bundan ümitli olduğunu ifade etmek­tedir.
Mustafa Kemal, Cumhuriyetin ilk yılını doldurduğu zaman, halkın bu rejimi koruyacağı yolundaki düşüncelerinin doğrulandığını, 1 Kasım 1924’de, Meclisin ikinci dönem ikinci toplanma yılını açarken yaptığı ko­nuşmada ifade etmiştir. Ona göre, Cumhuriyet ufak ya da büyük bir en­gelle karşılaşmamıştır. Bu da kendisinde rejimin halk tarafından korunaca­ğı düşüncesini doğurmuştur.40. Cumhuriyet, Mustafa Kemal’in en büyük ve korunması üzerinde hassasiyetle durduğu bir inkılaptır. Nitekim,İzmir Suikastından sonra Anadolu Ajansına 19 Haziran 1926’da verdiği demeç de bunu göstermektedir. “…Benim naçiz vücudum birgün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır”41.
Mustafa Kemal’in, Cumhuriyetin birinci yıldönümünde verdiği de­meçteki ümitli hava, 1927 de kısmen gerçekleşmiş, Cumhuriyet Rejimi ba­şarılı olmuş, inkılapların bir kısmı gerçekleşmiş, bir kısmı da gerçekleşmek üzeredir. Mustafa Kemal Paşa, 1927 yılında Cumhurbaşkanlığına ikinci kez seçilince, 1 Kasım 1927’de üçüncü dönem birinci toplanma yılını açarken bunu açıkça ifade etmişti. O bu ifadesinde, dört sene içinde, büyük bir azimle İslahat ve ilerlemelerin ne kadar sağlam esasa dayalı ve Cumhuriyetin Türk Milletinin candan aradığı bir devlet şekli olduğunun anlaşıldığını vurgulamıştır42.
Bundan sonra, Türkiye Cumhuriyeti rejimi sürekli hayatiyetini sür­dürmüş olup ve O’nun belirttiği gibi sonsuza kadar da sürecektir.
MUSTAFA KEMAL’İN HALK İLE BÜTÜNLEŞMESİ:
Mustafa Kemal Paşa, 1923-1928 arasında yaptığı gezilerde, halka inkı­lapların gereğini ve lüzumunu etraflıca anlatmış, halkın kendi etrafında ol­duğunu ve inkılapları benimsediğini görünce, bunların uygulamasına geç­mişti.
Gazi Paşa, gittiği yerlerde Türk halkı ile birlikte olmayı, onlarla toplu olarak ya da tek tek görüşmeyi, dertleşmeyi, fikir alışverişinde bulunmayı ön plana almıştır. Ulusal kurtuluş savaşı sırasında, Türk halkının, yanında nasıl büyük bir inanç ve azimle yer aldığını ve onun kahramanlığını unu­tamıyor, gittiği yerlerde sürekli bunu tekrarlıyordu. Diğer taraftan gittiği yerlerde dini konuşmalar yapıyor ve halkın batıl inançlara sapıp kalma­ması için uyanlarda bulunuyordu. O, bu gezileri sırasında gittiği her yer­de halkının coşkun sevgi seli ile karşılanmış, halkı ile sürekli bütünleşmiş, halkının her zaman bir ferdi olduğunu yineleyip durmuştur. Halkın ken­disine göstermiş olduğu bu sonsuz sevgi gösterilerinden, en küçük kasaba ve nahiyenin dahi kendisine heyetler göndererek, kaza ve nahiyelerine gel­mesini rica etmesinden dolayı duyduğu memnuniyeti de her fırsatta be­lirtmiştir. Nitekim, 30 Ocak 1923’de, İzmir’de gazetecilerle yaptığı konuş­mada bir taraftan bunu belirtirken, halk ile yapmış olduğu konuşmalarda, onların uyanık olmalarından dolayı duyduğu memnunluğu da ifade etmiş­tir: “Seyahat ettiğim yerlerde halkın çok samimi ve kalbi tezahüratına şa­hit oldum. Bundan fevkalade mütehassisim. Birkaç gün kalmak fırsatına malik olduğum yerlerde doğrudan doğruya halk ile hasbihallerde bulun­dum. Ve tamamen anladım ki, halkımız çok mütenebbih ve müteyakkız haldedir”43.
Mustafa Kemal Paşa’nın halk ile en iyi kaynaşmasını, 30 Ocak 1923’de gazetecilerin dışında, halk ile yapmış olduğu konuşma da ortaya koymaktadır. “Maksadım halkça, kardeşçe hasbıhallerde bulunmaktır. Bu dakikadaki muhatabınız, Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi ve Başku­mandan değildir. Sade bir mebus ve sizi çok seven bir hemşeriniz Musta­fa Kemal’dir. Binaenaleyh benden neler öğrenmek istiyorsanız serbest ola­rak sormanızı rica ederim”. Mustafa Kemal’in bu ricası üzerine, üçü hanım olmak üzere, on dokuz kişi tarafından Mustafa Kemal’e soru sorul­muştur44. Görüldüğü üzere, halk Atası ile karşılıklı konuşmakta ve sorun­ların çözülmesi için diyalog kurabilmektedir. Mustafa Kemal Paşa aynı gün yaptığı konuşmada, kadınların erkeklerle aynı seviyede olmasının ge­rektiğine de değinmiştir: “Bugün bu memleketi nazar-ı tetkikten geçirelim. Göreceğimiz iki safha vardır. Birisi tarlalarda erkeklerle beraber çalışan merkeplerine binerek öteberi satmak için kasabalardaki pazar yerine gi­den, oralarda bizzat yumurta ve tavuğunu, buğdayını satan ve ondan son­ra levazımatını bizzat mubayaa eden (satın alan), köyüne dönen ve mesai-i umûmiyesinde kocalarına, kardeşlerine yardım eden kadınlar…Ben bu kadınlar arasında kocalarından daha iyi iş anlayanlara ve hesap yapan­lara tesadüf ettim. Bir gün Alaşehir civarında bir köye gittim. Çok yağ­mur yağıyordu ve soğuk vardı. Kendimi belli etmeyerek bir evin önünde duran bir kadına
— Hemşire yağmur var, soğuk var, beni kabul eder misiniz dedim. Hiç tereddüt etmeyerek:
— Buyurun dedi ve beni bir odaya aldı. Odada ateş olmadığı ve yeni bir ateşin yakılması, uzun bir zamana mütevakkıf olduğu için:
— İsterseniz bizim odaya gidelim. Orada ateş var” dedi. Gittik, müteakiben komşulardan birkaç kadın ve birkaç erkek geldi. Beraber ko­nuşmaya başladık. Konuşurken bana en mühim sualleri soran kadınlar
oldu…İnsanca konuştular. Fakat, billahare benim kim olduğumu anlayın­ca, telaş gösterdiler ve söyledikleri şeylerden kendilerine bir zarar geleceği­ni zannederek korktular. Çünkü, şimdiye kadar resmi bir adamla açıkça konuşmayı büyük bir kabahat telakki etmişlerdi. Efendiler, memleketi­mizde cahil varsa umumidir, yalnız kadınlarımız değil, erkeklerimize de şamildir…”45.
Mustafa Kemal, kadınların hiçbir zaman erkeklerden geri olmadığını
ve onlarla her zaman boy ölçüşebildiklerini dile getirirken, cehaletin yalnız kadınlarda değil, erkeklerde de olduğunu vurgulayarak, kalkınmanın bir bütün halinde gerçekleşebileceğini anlatmak istemiştir.
Gazi, 18 Mart’ta Tarsus’ta, 20 Mart 1923’de Konya’da gençler ile yaptığı konuşmalarda, gençlere olan güvenini belirtirken, onların kendisini çok mutlu ettiklerini de açıklamaktan geri kalmamıştı. Konya Türk Oca­ğında yaptığı konuşmada, gençlerin millete güven vermesi ve hep birlikte çalışılması gereğini hatırlatmıştı. Gençlerin ve aydınların izleyecekleri hare­ket tarzını da şöylece saptamıştı: “Gençlerimiz ve münevverlerimiz ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını evvela kendi dimağlarında iyice takarrür ettirmeli (karara vardırmalı), onları halk tarafından iyice kabili hazim ve kabil-i kabul bir hale getirmeli, onları ancak ondan sonra ortaya koymalı­dır”46.
Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi, aydın-halk kopukluğunun ortadan kalkmasını istemektedir. Bu yüzden de , gençler ve aydınlar tarafından yapılacak işlerin önceden planlanması, ancak, bun­lar halk tarafından kabul edilir ve istenebilir hususlar ise tatbikine geçilmesini istemektedir. Çünkü, halkın istekleri ve duyguları ile Sarayın ve İs­tanbul aydınlarının düşünceleri bir türlü uzlaşmamış, sürekli olarak İstan­bul ile taşra halkı arasında bir kopukluk, bir anlaşmazlık sürüp gitmiştir. İşte bunun önlenmesi için, halkın benimseyebileceği ve kabul edebileceği hususların yapılmasının önceden bulunup, uygulanması gerekmektedir.
Gazi Paşa, Adana’da halk ile yaptığı konuşmada, diğer seyahatlerde dindaş ve kardeşleriyle temaslarda bulunduğunu, uzun sohbetler yaptığını, kendisinin milletin bir “ferd-i naçiz olmakla bahtiyardık duyduğunu ifade etmişti. 1919’larda “sine-i millet”le beraber çalışan Mustafa Kemal, ig23’lerde de bu milletin bir ferdi olarak, halkla bütünleşerek çalışmasına devam etmektedir. 17 Mart’ta, Mersinliler ile konuşurken de, en büyük is­teğinin bu milletin bir ferdi olarak çalışmak olduğunu ifade etmişti47. As­lında, dindaşları ile sohbetlerini, 1923 Şubatı’nda Akhisar’da, Balıkesir Pa­şa Camisi’nde de devam ettirmiş olan Gazi Paşa bu sohbetlerde halkı dini konularda aydınlatma yolunda çaba sarfetmemiştir.
Mustafa Kemal, 16 mart 1923’de, Adana’daki çiftçiler ile konuşmuş, onların dertlerini dinlemiştir. Kendisi için düzenlenen gecede, çiftçilerle yapmış olduğu konuşmada, bu gecenin kendisi için çok mutlu ve samimi bir gece olduğunu, çünkü, çiftçilerle aynı sofrada bulunduğunu açıklaya­rak “Bu sofrada onların emekleriyle husul bulmuş ekmeği onlarla beraber yiyoruz”48 diyerek, halk ile bütünleşmesinin en güzel örneğini vermiştir. Da­ha sonra Gazi Paşa, milli iradenin, egemenliğin millete ait olduğunu açıklamış ve kendisine gösterilen yakınlıktan duyduğu memnuniyeti belirttik­ten sonra “Yalnız şunu bir hakikat olarak biliniz ki, şeref hiçbir vakit bir adamın değil, bütün milletindir. Eğer yapılan işler mühimse, gösterilen muzafferiyetler barizse, inkılabat calib-i dikkatse her fert kendini tebrik et­melidir.” Mustafa Kemal, bu fikrini ispat etmek için de, bu tip inkılapları her ferdi böyle yetenekli olan kişilerden oluşan büyük uluslar ortaya koyar demiştir.49
Mustafa Kemal Paşa, bu düşünceleri ile Türk halkının üstünlüğü il­kesini bir kez daha vurgulamış ve halkına empoze etmiştir.Elde edilen ba­şarının ise yalnız kendisinin değil, bütün milletin olduğunu belirtmekle, inkılapların hep birlikte gerçekleştirildiğini ve gerçekleştirileceğini ortaya koymaktadır. Ona göre, ulusal kurtuluş savaşı ve yapılacak inkılaplar hep ulusla bütünleşerek gerçekleştirilebilir. Milli irade her zaman önde olduğu gibi, ulus fertleri yetenekli olduğu zaman başarıya ulaşılabilinir. Türk hal­kında da bu özellikler mevcuttur.
16 Mart’ta Adana esnafları ile yaptığı toplantıda ise, bir milleti yaşat­mak için bir takım temeller olduğunu, bunların en önemlisinin sanat ol­duğunu, sanattan ve sanatkardan mahrum milletin tam bir hayata sahip olmayacağını, fabrikalılaşmanın, yenileşmenin gerektiğini, dinin de bunu emrettiğini, ama bazı kişilerin asrileşmeyi kafirlikle eş anlamda tuttuklarını anlatıp “Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların mak­sadı, İslamların kafirlere esir olmasını istemek değil ne nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, dimağladır” diyerek,50 halkına doğru yolu göstermekte, ilerlemenin çalışma, eğitim ve teknolojiden geçmekle kazanılabileceğini açıklamaktadır.
Gazi Paşa, halkının üzüntülerine ortak olmakta, onunla birlikte üzülmekte, sevincine birlikte katılmakta, onunla birlikte sevinmektedir. Ni­tekim, 23 Mart 1923’te, Afyonkarahisar’da Belediye Binası önünde yaptığı konuşmada, Afyonluların aylarca düşman zulmü altında ezilirken, üzülürken, kendisinin de bu üzüntüyü duyarak, o sıralarda paylaştığını, bundan sonra bir daha böyle üzüntülerin olmayacağını açıklayarak halkın üzüntü ve sevincine ortak olmayı bilmiştir51.
24 Mart 1923’te de, Kütahya Lise Binasında onuruna verilen çayda, askeri ordunun yanında irfan ordusunun da çok önemli olduğunu, askeri ordunun savaş alanlarında kazandığı başarıyı, irfan ordusunun perçinle­mesi halinde emeklerin boşa gitmeyeceğini, 22 Eylül 1924’de ise, Samsun Ticaret Mektebinde ilim ve fennin önemini, milli terbiyenin anlam ve önemini açıklayarak, öğretmenlere ve eğitime verdiği önemi anlatmıştı52.
Mustafa Kemal, 1924 sonbaharında, Anadolu’da, Dumlupınar’dan başlamak üzere uzun bir geziye çıktı. Bu gezi sırasında Bursa, Mudanya, Trabzon, Rize, Giresun, Ordu, Erzurum’u gezdi. Gezi sırasında, fırsat buldukça, belediyelerde, Cumhuriyet Halk Fırkası merkezlerinde, Türk Ocaklarında, öğretmen derneklerinde, okullarda çeşitli söylevler verdi. Türk halkının, Gazi’nin konuşmalarını, söyleşilerini, sohbetlerini ilgi ile izlemesi, Cumhuriyet ve inkılap konularında onunla anlaşması, bütünleş­mesi, gelecek kuşaklar için bir güven olarak görülmelidir.
Anadolu içindeki üç bin kilometre dolaylarına ulaşan bu gezi sırasında Latife Hanım da, Gazi ile beraber bulunmuş, törenlere katılmıştı. Latife Hanımın bu gezide bulunuşu, Gazinin çevresini bir sevgi çemberi gibi ku­şatan kalabalıklara kadınların da katılmasını sağlamıştır. Kimi şehirlerde, Latife Hanım’ın temsilleri erkeklerle birlikte izlemesi, kadınların da bu gi­bi genel ve sosyal toplantılara eşleri, kardeşleri, ana ve babalarıyla katıl­malarına olanak sağlamıştı53.
1924 gezilerinin ilk başlarında İzmir’de tertiplenene askeri hareketlerin sona erişi nedeniyle (20-22 Şubat), 22 Eylülde yapmış olduğu konuşmada­ki gibi, millet ve orduya güvenini, hemen hemen her konuşmasında oldu­ğu gibi yine yinelemişti: “Arkadaşlar, Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güveniyor. Biri, millet karan, diğeri en elim, en müşkül şerait içinde dünyanın takdiratına bihakkın kesb-i liyakat eden ordumuzun kahraman­lığı, bu iki şeye güvenir”54.
29 Ağustos 1924 günü, Dumlupınar’a hareket etmek için Ankara İs­tasyonuna gelen Gazi’nin treninde bakanlar, devlet ileri gelenleri, Anadolu Ajansı ve basın temsilcileri bulunuyordu. Gaziyi, İstasyondan, bakanlar, mebuslar, elçiler, sivil ve askeri görevliler ile halk birlikte uğurlamışlardı. Dumlupınar’daki tören ve konuşmalar tamamlandıktan sonra, Mustafa Kemal Paşa, Latife Hanım ve yanındakilerle, 31 Ağustos günü Bursa’ya hareket etti. Gazi’yi Aksu Köyünde köylüler içten bir sevgi ile karşıladı­lar. Karşılayıcıların ve köylülerin sevinci sonsuzdu. Programda Aksu’da durmak olmadığı halde, Aksu’luların isteğini kırmayan Mustafa Kemal, bir çınarın gölgesinde, özellikle halılarla süslenmiş olan bir yerde on beş dakika kadar dinlendi. Saat bir buçukta Bursa’ya gelen Gazi ve Latife Ha­nımı on binlerce kişi çılgınca alkışlıyordu. Gazi, Çekirge’de kendine ayrılan köşke, halkın büyük gösterisi nedeni ile Belediyede bir süre inip, dinlen­dikten sonra gidebildi.
Mustafa Kemal Paşa’ya, Bursa’da, Tire, Nazilli, Söke, Balıkesir, Kasa­ba, Aydın, Burhaniye, Manisa, İzmir, Karşıyaka, Menemen, Eskifoça, Gemlik’ten minnet ve şükran telgrafları yağmaktaydı. Mustafa Kemal Pa­şa, Bursa’da yaptığı konuşmalarda, Bursalılara Türkiye Cumhuriyeti’nin gelişmesi için yapılması gereken hususları şöylece açıklamıştı: “… Siz Cumhuriyetin ayrılmaz ilkesi olan uygarlık ve yenileşme yolunda yüksek eserler yaratacaksınız. Böylece, Türk Cumhuriyeti’ni her gün daha çok güçlendirecek ve sağlamlaştıracaksınız. Bundan asla kuşkum yoktur…” Mustafa Kemal aynı konuşmasında, Bursa’da halkla Bursa’nın kurtuluş günleri nedeni ile birlikte olmasından dolayı duyduğu memnuniyeti de di­le getirmişti55.
Gazi, 19 Ağustos 1924’te, Giresun’da gençlere hitap ederken, memle­ketin gençlere gösterdiği teveccühü de dile getirmişti56. Biz, O’nun, halkı­nın ulusal bağımsızlık savaşına yaptığı katkılardan dolayı duyduğu memnuniyeti çeşitli yerlerde dile getirdiğini de bilmekteyiz. 13 Ekim 1924’de, Kayseri’de, Türk milletinin kahramanlığından, onun toprağını korumak için tek bir vücut gibi hareket edeceğini belirtmesi duymuş olduğu güve­nin bir ifadesidir57.
Mustafa Kemal, kendisine gelen çağrıların bir kısmına gidebilmekte ve gittiği yerlerde de halk ile bütünleşmekteydi. Trabzon ve havalisi halkı­nın, kendisini görmek için çektikleri telgraflar üzerine, Trabzon’a gelen Mustafa Kemal Paşa, 16 Eylül 1924’de, ilk kez beş sene önce, Samsun’a ayak bastığı sırada, kendisine kuvvet veren vatandaşların ilk sırasında Trabzonluların bulunduğunu hiçbir zaman unutmayacağını da ifade et­mişti. 20 Eylül 1924’de Samsun’da ise, düşmanın İzmir’e çıktığı, Sam­sun’da Merzifon’daki yabancı askerlerin bulunduğu, düşman donanması­nın toplarının Samsun’a dönük olduğu Samsun’a çıktığı ilk anlardaki his­lerini şöylece dile getirmekteydi: “Samsun’u ve Samsun Halkını gördüğüm zaman memleket ve millete ait bütün tasavvurlarımın, kararlarımın her­halde kabil-i istihsal olduğuna bir defa daha kuvvetle kani oldum. Samsun’luların hal ve vaziyetlerinde gördüğüm, gözlerinde okuduğum vatan­perverlik, fedakarlık, ümit ve tasavvurlarımı müspet kanaate isale kafi gel­mişti. Bu kanaatimi o zamanın İstanbul ricalinin en büyüklerine iblağ et­mekte tereddüt etmedim. Fakat, onlar memlekete ve millete atf-ı kıymet etmekte çoktan düşmanların dûnunda (altında) kalmışlardı”58.
Gazi Paşa, 24 Eylül 1924’de, Havza’da da aynı hususlara değinmiş, en üzüntülü anlarda Havza’lılarla tanıştığını, eğer Havza’lıların kendisini böyle candan karşılaması olmasa idi, inkılap için çalışmasının mümkün olamayacağını belirterek “Muhterem Havza’lılar, ilk cüreti, ilk cesareti gösteren, ilk teşkilat yapan siz oldunuz. İnkılap ve Cumhuriyet tarihinde Kahraman Havza’nın ve Havza’lıların büyük yeri vardır” demiştir. Böyle­ce, Mustafa Kemal, ilk hareketi başlatan Havza’ya karşı duyduğu şükran borcunu ve hislerini, Havza’nın ulusal bağımsızlık savaşındaki yeri ve öne­mini, aradan beş sene geçtikten sonra yeniden vurgulamak ve Havza’lılara teşekkür etmek ile o günlerin heyecanını Havza’lılar ile beraber yaşamış­tır. Diğer taraftan Havza’nın inkılapların yerleşmesi ve tutunmasındaki önemini de belirterek, ulusal bağımsızlık savaşının sonunda da, buranın en faal yer olduğunu dile getirmiştir. Aynı gün, Amasya’ya geçip, orada da bir konuşma yapan Gazi, bu konuşmada, kendisi, memleketi, inkılap­lar için önemli günler geçirdiği bu şehirde bulunmaktan duyduğu mutlu­luğu, beş sene önce, bu şehre geldiğinde şehir halkının daha o tarihlerde gerçek durumu çok iyi kavradıklarını, o tarihte Müftü Kamil Efendi’nin halkı ulusal bağımsızlık savaşı bünyesinde toplamak için yaptığı çalış­malarının unutulamayacağını belirtmek ve gerçeği vurgulamak gereğini duymuştu59.
25 Eylül 1924 günü Tokat’a gelen Mustafa Kemal Paşa, orada, Tokat Mebusu Mustafa Bey’in evinde kaldı. Evin çevresinde gösteriler yapan halk “Yaşasın Cumhuriyet” diye de bağırıyordu. 26 Eylül günü Tokat’ta “Musiki Yurdu” tarafından kaldığı evde bir konser verildi. Gazi, 27 Eylül günü Sivas’a, 29 Eylül günü Erzincan’a ve 30 Eylül’de Erzurum’a deprem nedeni ile halkın acılarını paylaşmak için geldi60.
30 Eylül 1924’de şerefine verilen bir ziyafette yaptığı konuşmada, Erzurum’luların kendisine gösterdiği sevgiden dolayı duyduğu memnunluğu dile getirdikten sonra, Amasya’da, Samsun’da, Havza ve Trabzon’da söylediği gibi, beş buçuk sene önce, Erzurum halkının kendisini kabul ederek, teşvik etmesinin önemini, üniformasını burada çıkararak halkın arasına karıştığını, aslında Karadeniz ve Akdeniz sahillerinde bir yolculuk yapmak için yola çıktığını, ancak, Trabzon’da Erzurum’daki deprem ola­yını öğrenince buraya koşmak ve felaketzedelere yardım etmek için Erzu­rum’a geldiğini izah etmişti. Mustafa Kemal, Batı Anadolu ile Doğu Ana­dolu arasında bağın yeteri kadar bulunmadığını, bu yüzden doğuyu batı­ya bağlayan bir demiryolu hattının yapılmasını, Cumhuriyet Hükümeti için hayati bir olay olduğunu da vurgulamıştı61. Mustafa Kemal, beş buçuk sene önce kendisini bağrında barındıran ve milletvekili olarak Erzu­rum’dan aday olmasını sağlayan, ulusal bağımsızlık savaşının kilit noktala­rından olan Erzurum’un kalkınması için demiryolu yapılması projesini de burada söylemekle, ilerinin ilk adımını attı. Gerçekten de, bu dediğini gerçekleştirerek, Erzurum’un batıya bağlanmasını sağladı.
Mustafa Kemal, Erzurum’dan önce Rize’ye de uğramıştı. 17 Eylül 1924’de Latife Hanım ile Rize’ye gelen Mustafa Kemal’i on binlerce kişi kıyıdan silah sesleri ve sonsuz alkışlarla karşıladı. Gazi’nin yollara baştan başa halılar serilmiş, birçok yerde kurbanlar kesilmişti. Büyük konuk, ken­di adına yapılan bir çeşme ile büyük bir caddenin açılışını da yapmıştı. Gece, Mataracı Mehmet Bey’in evinde kalan büyük konuk için halk gece fener alayları düzenledi. Gazi’ye Görele, Bayburt, Narman, Sinop, Hopa, Tor­tum, Çanakkale’den davet yazıları gelmiştir. Ama, zelzele felaketi nedeni ile Mustafa Kemal, daha önce de bahsettiğimiz üzere, Erzurum’a gitmeye karar verdiğinden bunların hiçbirinin isteğini yerine getiremedi62.
19 Eylül 1924 günü, saat 9.00 da, Latife Hanım ile Giresun’a aynı Rize’de olduğu gibi coşkun bir sevgi seli ile giren Mustafa Kemal’e, geçtiği yerlerde büyük gösteriler yapıldı. Mustafa Kemal, oradan Ordu’ya geç­ti. 20 Eylül’de ise Samsun’a geldi. Samsun’da kalabalıktan arabalara zor­lukla yol açılıyor idi. Pencereler, damlar Gazi’yi görmek için gelenlerle dolu idi. Belediye önünde halk “Bin Yaşa Gazi Paşamız” diye sokakları çınlatmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa, belediyeden sonra, kendilerine ayrı­lan Şahinzadelerin evine gitti.
Az önce izah ettiğimiz gibi, 30 Ekim’de Erzurum’a gelen ve onların zelzeleden dolayı uğramış oldukları zarar ve üzüntülerini paylaşan Musta­fa Kemal, bu seyahatini, Pasinler ve Kars’ı ziyaret ile tamamladıktan son­ra, 10 Ekim’de Erzincan, 11 Ekim’de Şarkikarahisar, 12 Ekim’de Sivas, 13 Ekim’de Kayseri’ye geldi. Latife Hanım Kayseri’ye daha önce gelmişti. 14 Ekim 1924’de, Kayseri Lisesi’nde, Latife Hanım ile onuruna verilen temsi­li seyreden Mustafa Kemal, 15 Ekim’de Yozgat’a gelmişti. Yozgat’ta ba­yanlar Latife Hanımı ziyaretten sonra, “Gazi Paşa, bizim babamızdın Onu da ziyaret edeceğiz” demişler, bunun üzerine Mustafa Kemal, onları Latife Hanım ile birlikte kabul etmiştir63. 17 Ekim’de Kırşehir’e gelen Mustafa Kemal’i, Kırşehirliler coşkun bir sevgi ile karşılamışlar ve Musta­fa Kemal 18 Ekim 1924’de Ankara’ya dönmüştür.
Mustafa Kemal Paşa, 1925 yılında da yurt içi gezilerine devam etmiş ve halk ile kaynaşarak, onlara inkılaplarının ilk ışıklarını tattırıp, fikirlerini alarak Ankara’ya dönmüştür. Gazinin ilk gezisi, Kastamonuluların kendi­sini daveti üzerine buraya olmuştur. Bu seyahati sonunda da şapka, kılık-kıyafet inkilabı gerçekleşmiştir. 23 Ağustos 1925’de Ankara’dan Kastamo­nu’ya hareket eden Mustafa Kemal, Çankırı, Kastamonu, İnebolu seyaha­tinden sonra, 1 Eylül 1925’de Ankara’ya dönmüştür. 21 Eylül 1925’de ise, trenle İzmit’e oradan Bursa ve İzmir’e uzanan seyahatine başlamıştır. 1 Ekim 1925’de Bursa’da Dokuma Fabrikasını açarken yaptığı konuşmada, Bursa’da fabrikaların çoğalmasını, bunların sayısının hiç olmazsa türbele­rin adedine ulaşmasını istemiştir64.
1925’deki seyahatlerinin ilk günlerine dönmekte fayda gördüğümüzden seyahatlerine buradan başlayıp, devam etmek istiyoruz.
Gazi, 11 Ocak 1925’te, Birinci İnönü Muharebesi’nin 4. yıldönümü nedeniyle Konya’da Alaattin Tepesi’nde yapılan törende, bu meydan savaşını halka “zafer, zafer benimdir diyebilenindir; Muvaffakiyet, muvaffak olacağım diye başlayanın ve muvaffak oldum diyenindir” diye­rek anlatmış, İnönü Savaşı’nın da bu azim sonunda kazanıldığını açıkla­mıştı 65.
Mustafa Kemal, 24 ve 30 Ağustos 1925’te Kastamonu’da, 28 Eylül’de Bursa’da, 8 Ekim’de Balıkesir, 10 Ekim’de Akhisar’da yaptığı konuşmalar ile, şapka ve kıyafet devriminin ilk adımlarını atmış, mevcut kıyafetin çağ­daş olmadığını, değiştirilmesi gerektiğini, halkı ile diyalog kurarak, onun fikrini alarak uygulamak istemişti. 26/27 Ağustos 1925 gecesi, İnebolu hal­kının kaldığı evin önünde milli gösteriler yapması üzerine, Gazi sofradan kalkarak kalabalığın içine girmiş, şimdiye kadar memleketi için ne gibi atılımlar, inkılaplar yapmış ise, halk ile ilişki kurarak, onların ilgi ve mu­habbetlerinden, gösterdikleri samimiyetten kuvvet alarak bunları yaptığını ifade etmişti66.
Ancak, yapılanlar yeterli değildi. Çağdaş dünyaya ulaşmak için daha çok çalışmak gerekiyordu. Bunu yaptığı diğer konuşmalarda dile getirmiş­tir. Bursa, Balıkesir, Akhisar ve Manisa’da Ekim ayında yaptığı konuşma­larda, medeni dünyaya ulaşmak için ne gibi yenilikler yapılması gerektiği­ni anlatmak gereğini bunun için duymuştu. 3 Ekim 1925’te, Bursa’da Türk lokantacıları tarafından verilen ziyafette, sofra tertibinin önemli oldu­ğunu, evlerde, lokantalarda, otellerde temizlik sorununa dikkat edilmesinin gerektiğini belirterek, onların dikkatlerini çekmişti67. Böylece, turizm açı­sından ve görgü bakımından temizlik ve görgü usullerinin bilinmesine da­ha o tarihlerde dikkati çekerek ilerisi için bir atılımda bulunmuştu.
10 Ekim 1925’te, Manisa’da yaptığı konuşmada ilerleme yolunda büyük adımların atıldığını, bu kadar şiddetli darbelerin insanın imanlarını kuvvetlendirdiğini ve bunun sonunda ileriye doğru hamlelerin atıldığına işaret etmişti68. Şiddetli darbeler diye bahsedilen husus Manisa’nın bir ara işgal altında kalması, ama, bundan uzaklaştıktan sonra şiddetle bu işgalin etkilerini üzerinden atmasıydı. Mustafa Kemal, bu konuşmasında Balıkesir’lilere duyduğu sevgiyi, ikinci olarak da ilerlemede atılan adımlardan duyulan memnuniyeti de dile getirmişti. 11 Ekim’de İzmir’de yapmış ol­duğu iki konuşmasında, İzmir ve İzmirlileri sevdiğini ve özellikle Karşıya­ka’yı sevdiğini şöylece açıklamıştı: “İzmir’in Karşıyakalıları, sizi derin mu­habbetle selamlarım. Ben bütün İzmir’i ve bütün İzmirlileri severim. Güzel İzmir’in temiz kalpli insanlarının da beni sevdiklerinden eminim. Yalnız bir tesadüf beni Karşıyaka’ya daha ziyade rapt etmiştir. Karşı- yaka’lılar, anam sizin sinenizde, sizin topraklarınızda yatıyor. Karşıyaka’lılar, İzmir’i gördüğüm gün evvela Karşıyaka’yı ve orada da sizin Türk toprak­larınızda yatan anamın mezarını gördüm”. Aynı gün, Belediye Binasından halka yaptığı konuşmada, halka “Birbirimize daima hakikati söyleyeceğiz. Felaket ve saadet getirsin, iyi ve fena olsun, daima hakikatten ayrılmaya­cağız” demişti69. Böylece, Mustafa Kemal bize bir devlet adamında olması gereken bir niteliği de hatırlatmış olmaktadır. Devlet adamı dürüst olmalı­dır. Halkına yalan söylememelidir. Olaylar ne kadar zor olursa olsun, ger­çek gizlenmemeli ve güçlükler birlikte aşılmalıdır. Mustafa Kemal, bu konuşmasında, gece halkın içine karışarak, onlara pek çok yerde olduğu gi­bi, onlar gibi bu milletin aciz bir ferdi olmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirirken, hem halkla bütünleşmiş, hem de Türk olmanın övüncünü taşımakla ve bu övüncü halkına da aşılamıştır.
Mustafa Kemal Paşa, Türk Ordusunun İzmir’e girdiği gün, Kemal Paşa’da bir gece geçirmişti. Kemal Paşa’lılar, işgalin acısına, gördükleri zulüm ve eziyete karşın, Mustafa Kemal Paşa’nın resmini koyunlarına koymuşlar, o geçerken resme bakarak kendisini tanımışlar, otomobiline at­layarak, O’nu kucaklamışlardı. Mustafa Kemal Paşa, 12 Ekim 1925’de, Kemal Paşa’ya, geldiğinde, o hatırayı Kemal Paşa’lılara anlatmış ve duy­muş olduğu mutluluğu yeniden yaşamıştı70.
Mustafa Kemal milletine duyduğu sevgiyi her yerde ifade etmekten büyük bir zevk duymuştur. Nitekim, 14 Ekim 1925’te, İzmir’de Erkek Öğretmen Okulu’nda şerefine verilen çayda, öğretmenlerin millete yaptığı hizmeti ve milletin varlığını şöylece ifade etmişti: “Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak muallimlerdir. Muallimden, mürebbiden mahrum bir mil­let henüz millet namını almak istidadını kesbetmemiştir. Ona alelade bir kütle denir, millet denemez. Bir kütle millet olabilmek için mutlaka mürebbilere, muallimlere muhtaçtır.”71. Böylece, Mustafa Kemal, millet ile öğretmenin birlikte ne kadar büyük bir kuvvet teşkil edebileceğini vur­gulamış ve öğretmenlere verdiği önemi de ortaya koymuştur.
Gazi, halkın gelişmesinden, ileri adımlar atmasından çok memnun ol­makta ve bunu her yerde ifade etmekten büyük bir zevk duymaktadır. 17 Ekim 1925’de Konya Belediyesinde bunu şöylece ifade etmiştir: “Kon­ya’da ümrana (bayındırlığa) sarf olunan mesainin feyizli semereleri mey­dandadır. Bilhassa aziz Konya ahalisinin en son müşerref olduğum tarih­ten bugüne kadar ahali nahiyesinde, telakkiyetinde, tarik-i teceddüd ve te­rakkide (yenileşme ve ilerleme yolunda) yürümek için olan azminde ne derecede yüksek fark gördüğümü taktirle beyan eylerim72. 18 Ekim’de ge­ne Konya’da, Öğretmenler Birliği’nde milletin önemini ve varlığını şöyle ifade etmişti: “Her türlü sırr-ı muvaffakiyetin, her nevi kuvvetin, kudretin menbaıı hakikisinin (gerçek kaynağının) milletin kendisi olduğuna kanaatimiz tamdır”73. Gazi, Konya halkı hakkındaki düşünceleri ile ilgili olarak Babalık Gazetesi’ne bir demeç vermiş, bu 22 Ekim’de Babalık’da da ya­yınlanmıştı. Gazi, bunda, Konya halkının uyanık, çalışkan olduğunu, me­deni giysi konusunda büyük atılım yapmış olduklarını da dile getirmişti74. Mustafa Kemal Paşa, halkının kendisine karşı emniyet ve itimat gösterme­sinden dolayı büyük memnunluk duymakta ve bunun kendisine kuvvet ve yetki verdiğini dile getirmekteydi. Nitekim, 21 Ekim 1925’de, Afyonkarahisar’da yaptığı konuşmada: “Vazifeme muvaffakiyetle devam edebileceğim. Çünkü, büyük milletimizin kalp ve vicdanında, bana karşı sarsılmaz bir emniyet ve itimat taşımakta olduğunu görüyorum. Bu benim için büyük kuvvettir, büyük selahiyettir”75. Mustafa Kemal halkının çalışmalarından, birlik ve beraberliğinden son derece memnundu, bunu 14 Ekim 1925’de İzmir Belediyesi’nde şerefine verilen yemekte, memurlara hitaben yaptığı konuşmada belirttiği gibi76, aynı gün, İzmir Kız Öğretmen Okulu’nda öğrencilere sorular sorup, bazı cevapları da verirken, milli mücadelede ba­şarılı olmayı birlikte hareket etmekle mümkün olduğunu açıklamakla da izah etmişti77.
Mustafa Kemal Paşayı, 1926 senesinin Mayıs ayında da yurt gezilerine çıktığını görmekteyiz. Mustafa Kemal Paşa, tetkiklerde bulunmak üzere Konya’ya gitmek için 7 Mayıs’ta Konya’ya hareket etmiş ve 8 Mayıs’ta Konya halkının coşkun gösterileri ile Konya’da karşılanmıştır. 9 Mayıs’ta Tarsus’a geçen ve 10 Mayıs’ta Mersin’e gelen Mustafa Kemal Paşa, 11 Mayıs’ta Ertuğrul yatı ile Silifke’ye doğru hareket etmişti. 12 Mayıs’ta Si­lifke’ye gelen Gazi hazretleri, 16 Mayıs’ta Adana’ya, 18 Mayıs’ta da Kon­ya’ya geri gelmiştir. 19 Mayıs’ta Bozuyük’e gelen Mustafa Kemal, burada kereste fabrikasını ziyaretinde, Cumhuriyet Hükümeti’nin namuslu, vatan­sever, Cumhuriyete yardımcı olanların her zaman yanında olacağından şüphe edilmesi yolunda güvence vermişti78.
Mustafa Kemal Paşa, 1926’da Haziran ayında gezilerini Marmara bölgesinde sürdürmüştür. Gazi, Marmara bölgesindeki bu gezisinde daha çok tetkiklere, heyetlerle yaptığı görüşmelere yer vermiştir. 15 Haziran’da Balıkesir’e, 16 Haziran’da İzmir’e gelen Gazi, kendisine yapılan suikast nedeniyle, 18 Haziran’da verdiği demeçte, kendi vücudunun bir gün top­rak olacağını, ama, Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar yaşayacağını belirtirken79, Cumhuriyet’e ne kadar önem verdiğini de vurgulamıştır. 20 Haziran’da kendisini ziyarete gelen telin heyetine, milletine duyduğu güveni şöyle ifade etmişti: “Beni öldürürlerse vatandaşlarımın intikamımı alacaklarından eminim. Ben ölürsem necip milletimizin beraber yürüdüğümüz yoldan asla ayrılmayacağına mutmainim; bununla müsteri­him…”80. Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ile birlikte 9 Temmuz 1926 günü Ankara’ya hareket etmiş ve 10 Temmuz’da Ankara’ya varmıştır.
İstanbul halkı uzun süreden beri, Mustafa Kemal’i İstanbul’a davet et­mekte idi. Mustafa Kemal Paşa da, bir türlü İstanbul’a gelememişti. 1 Temmuz’da İstanbul’a geleceğine dair söz vermiş ve bu sözü de tam tari­hinde yerine getirmiştir. 30 Haziran 1927’de Ankara’dan İstanbul’a hare­ket eden Mustafa Kemal, 1 Temmuz’da İstanbul’a gelmiş ve Dolmabahçe Sarayının Muayede Salonunda, İstanbul Halkının ileri gelenlerine, sekiz sene önce, İstanbul’dan hareket ederken çok üzgün olduğunu, ancak sekiz sene sonra, güzelleşen İstanbul’a gelmekten memnunluk duyduğunu, vata­nın bayındırlığı, milletin refahı için daha çok çalışılmasının gerektiğini, bunun için de ilim ve fenne ağırlık vermenin gerektiğini, içinde bulunulan Sarayın artık padişahların değil milletin mülkü olduğunu, kendisinin de milletin bir ferdi ve misafiri olduğunu açıklamıştı.
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’un çeşitli yerlerini görerek, tetkiklerde bulunmuştur. Bir ara Üsküdar’da dört yüz evin yanmasına çok üzülen Ga­zi, açıkta kalanlara yardım için beş bin lira bağışta bulunmuştu. 30 Eylül’de İstanbul’dan ve 1 Ekim’de Bursa’ya gelen Mustafa Kemal, Bursa’da her gittiği yerde büyük sevgi gösterileri ile karşılanmış ve 9 Ekim’de Bursa’dan Ankara’ya hareketle, 10 Ekim’de Ankara’ya varmıştır81.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, 1928 senesinde yapmış olduğu, Karadeniz, Marmara, Trakya, İç Anadolu gezilerinde yeni bir inkılabın tohumlarını atmış, meydanlara kara tahtalar koydurarak, halkına yeni harflerin esasla­rını öğretmiş, dersler vermiş ve 1928 sonlarında harf inkılabını gerçekleş­tirmiştir. Kısa zamanda çalışmalarının semeresini alan Mustafa Kemal, kayıkçılardan, kahvecilere kadar herkesin yeni harfleri öğrenmesinden duyduğu memnuniyeti ifade etmiştir.
HALİFELİĞİN KALDIRILMASI
Mustafa Kemal, inkılaplar konusunda halkına inanmakta ve güven­mektedir. Halkından aldığı kuvvet ve güvenle, diğer inkılapları gerçekleş­tirmek için çalışmalarına hızla devam edecektir.
Saltanat kaldırılmış, Cumhuriyet ilan edilmiş, ama, halifelik devam et­mektedir. İstanbul Basınında halifeliği tutanlar olduğu gibi, meclis içinde de halifeliği müdafaa edenler vardı. Bu yüzden bu konuda iyi ve sistemli bir çalışmaya ihtiyaç vardı.
Gazi Mustafa Kemal, 14 Ocak 1923 günü, halk ile ilişki kurmak, memleketin içinde bulunduğu havayı öğrenmek için batı illerinde bir gezi­ye çıkmıştı. 15 Ocak 1923 günü, gerici toplum, Afyon Milletvekili Şükrü imzasını taşıyan “Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi” adlı bir broşür çıkartmış ve bunun Meclis üyelerine dağıtımı başlamıştı. Bu sıra­da, Mustafa Kemal, Eskişehir’de idi ve hasta olan annesinin İzmir’de öldüğünü öğrenmişti. Büyük üzüntü içersindeydi. 16 Ocak 1923’te, İz­mit’e geldiğinde, kendisine Şükrü Hoca’nın çıkardığı broşür hakkında bilgi verilmiş ve ilk tren ile broşür İzmit’e gelmişti. Şükrü Hoca, bu broşürde “Halife Meclisin, Meclis Halifenindir” sloganını ortaya atıyor­du82. İzmit’te gazeteciler, Mustafa Kemal Paşa’ya “Yeni Devletin dini ol­mayacak mı?” sorusunu yönelttiklerinde, O da, devletin dininin İslam ol­duğunu ve “İslam Dininde fikir hürlüğü”nün bulunduğunu açıklamıştı. Gazi, bu cevabı ile fikir ve vicdan hürriyetinin korunacağını belirtmekte, Şükrü Hoca ise, broşüründe “İslam Halifeliği, din işlerini korumak ve sa­vunmak için peygamberliğin yerine konmuştur” demekte, böylece, milli egemenlik ve vicdan hürriyetini zedelemekte idi83.
Gazi hazretleri, bu broşür yüzünden çok tedirgin olmuş ve 18 Ocak 1923’te, İzmit Anadolu Sinemasında iki bin vatandaşa hitaben yaptığı ko­nuşmasında, milli egemenlik için tehlike bulunmadığını açıklamak ve “Bu milleti irticaa sürüklemenin maddi imkanı kalmamıştır” demek zorunlulu­ğu his etmiştir. Daha sonra aynı konuşmasında, halifenin durumuna deği­nerek “Türkiye Büyük Millet Meclisi halifenin değildir ve olmaz. Türkiye Büyük Millet Meclisi, yalnız ve yalnız milletindir; Millet’in seçtiği vekiller­den kurulur. Bu meclis, yalnız ve yalnız milletin emrine uymak mecburi­yetindedir. Adı ye makamı ne olursa olsun, millet bu hakkını bir şahsa veremez ve teslim edemez”84 diyerek, broşürden duyduğu huzursuzluğu ve millet haklarını hatırlatmak gereğini duymuştur.
Gazi Mustafa Kemal, bu sözlerle, Meclis ile halife arasında bir ilişki kurmanın boş olduğunu halka açıklamasının yanında, hem meclis üyeleri­ni, hem de İstanbul’da irtica peşinde koşan basını ve bazı kişileri uyarmış oluyordu. O, İzmit’te, halkı hilafet konusunda uyarmak ve aydınlatmak için şu sözleri söylemek zorunda kalmıştı: İslam alemi bugün esir halinde­dir. Köle durumundadır. İslam alemi hilafet meselesini hal’ ve tespit ede­cek bir seviyeye yükselinceye kadar; bağımsızlıklarına kavuşuncaya kadar, Büyük Millet Meclisi, halifelik makamını bir umut noktası olarak muhafa­za edecektir.”85.
Gerçekten de, bu tarihlerde, Mısır, Suriye, Irak olmak üzere İslam Dünyası batı emperyalizminin boyunduruğu altında bulunmaktaydı. İs­lamlık ve halifelik gibi sanların İslam Dünyasına yaran olmamıştır. Yaran olsaydı, Osmanlı İmparatorluğu bu zor durumlara düşmezdi. Mustafa Ke­mal, bu sözlerle, önemli olanın milletin egemenliği olduğu imajını simge­lemek istemiştir. Bütün İslam dünyasının bağımsızlıklarını elde edinceye kadar hilafet makamını koruyacaklarını açıklayan Gazi, bu makamın Türkiye Devleti’nin ne bağımsızlığına, ne idaresine, ne de egemenliğine etki yapmayacağını, halifenin zararlı hareketleri olmadıkça mevcudiyetinin sakıncalı kabul edilmeyeceğini öne sürmüştü. Mustafa Kemal’in bu sözleri büyük alkışlarla karşılandığına göre, epey tasvip görmüştür. Mustafa Ke­mal, halkına mili egemenliğin esas ve milletin her türlü kararı almaya yet­kili olduğunu belirterek, halifenin siyasi olayların dışında olmasının gerek­tiğini açıklamıştır.
Gazi Mustafa Kemal, daha sonra, Darıca-Gebze-Şile hattındaki tümenleri teftiş ettikten sonra Gebze’ye, oradan da akşam İzmit’e geri dönmüş idi. Valilik Konağında, İstanbul’dan dönen başyazarlarla yaptığı konuşmada, ulusal bağımsızlık savaşı sırasında, ulusal iradeyi engelleyen din adamlarının ve ilticanın durumunu yeniden gözler önüne sermiş, fela­keti kavrayan milletin, ne şeyhülislamların “Din gereğidir” diye irticai ça­ğıran fetvalarına, ne de halife ve padişahın camilerdeki ayet ve hadislerine aldırmadan ulusal bağımsızlık savaşına devam ettiğine değinmiştir. Musta­fa Kemal, daha sonra, gazetecilere, hilafetin yarını hakkında ne düşündüklerini sormuş, onların her biri de devamını doğal saymış, daha yararlı ve daha etkili hale koyma çarelerini araştırmışlardı. Gazi hazretleri, bunun üzerine, onların haksız olduğunu vurgulayıp “Hilafetin ilga edilme­si lazımdır” demiştir.
Gazetecilerin hilafeti benimseyen üç yüz milyondan fazla Müslüman’ın bunu nasıl karşılayacaklarını ve Türkiye’nin itibarının kalkıp, kalkmayaca­ğı sorusuna ise, Gazi, üç yüz milyondan fazla Müslüman’ın hilafet maka­mına bağlılık iddiasının kuru bir laftan ibaret olduğunu, eğer böyle bir bağlılık olsaydı, itibarı bulunsaydı, son savaşlarda yardım görürdük diye­rek, mevcut imkanlarımızın yalnız kendimize ait olduğunu ileri sürmüştür. Batı Dünyasının bunu nasıl karşılayacağı sorusuna ise “Bizi sevenler ve gelişmemizi isteyenler bizi alkışlayacaktır” diye cevaplamıştı86.
İzmit’ten, Bursa’ya geçen Mustafa Kemal, Set Başında 20 Ocak 1923’de Büyük Tiyatro Salonunda yaptığı konuşmada, halifelik için “Bu makama Türkiye’nin ulusal egemenliğini kayıt altına alacak nitelikte bir yetki verilemez. Esasen, Halifenin de aynı fikir ve kanaati isabetli buldu­ğunu sanıyorum” demiştir87. Mustafa Kemal, halifeliğin ulusal egemenlik hususlarının dışında tutulmasının; onun siyasal düşüncelerin dışında kal­masının gerektiği inancına sahip olup, her yerde bunu dile getirmektedir. Halifenin de bu düşünce olduğuna inandığını belirterek, halifenin ilerde yapabileceği yanlış ve kendisini zor duruma düşürecek hareketlere giriş­mesini önlemek istemektedir.
Bursa’dan hareketle, Afyon’u trenle durmadan geçip, Alaşehir’e gel­dikten sonra, Alaşehir’de yaptığı konuşmada, yeniden kendisini çok meş­gul eden ve sonunda halifeliğin kaldırılmasına neden olacak kadar kızdı­ran Şükrü Hoca’nın broşürüne değinmek gereğini duymuştur. Gazi, va­tandaşlarına “Vatandaşlarım, bir Şükrü Hoca çıkıp milli egemenliğimize elini sürmek isterse ne yaparsınız?” diye soru sorduğunda, onlardan- “Par­çalarız paşamız” cevabını almıştır. Bu cevap da, Türk Halkının milli ege­menlik düşüncesini ve Mustafa Kemal’in arkasında olduğunu gösteren önemli bir yanıt olarak yankı yapacaktır.
Halk görüldüğü üzere, irtica konusu üzerinde, büyük kurtarıcı tara­fından sürekli uyarılmakta ve aydınlatılmaktadır. Bir çeşit nabız yoklaması olan bu temaslardan anlıyoruz ki, halk irticaın karşısındadır. Alaşehir’den, Turgutlu ve Manisa’ya geçen Gazi hazretlerini, halk Manisa’dan “Yaşasın Mustafa Kemal Paşa, Yaşasın Büyük Millet Meclisi” diye uğurlamış ve her zaman Ata’sının izinde olduğunu duyurmuştur.
İzmir’e gelen, Mustafa Kemal, Karşıyaka İstasyonu’nda inerek annesi­nin mezarının başına gitmişti. Burada yaptığı konuşmada, Mütarekede, Anadolu’ya geçtiği için annesini İstanbul’da bırakmak zorunda kaldığını, yanındaki adamı da Erzurum’dan İstanbul’a yolladığında, annesinin Ha­life ve padişah tarafından verilen idam kararının uygulandığını sandığını ve felç olduğunu anlatıp, “Ondan sonra bütün mücadele yılları onun ha­yatını elem ve ıstırap içinde geçirmişti” demiştir. Mustafa Kemal, annesi­nin mezarının önünde “Bu kadar kan dökerek milletin elde ettiği egemen­liğin korunması ve savunulması için, gerekirse annemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Ulusal egemenlik uğrunda hayatımı vermek benim için vicdan ve namus borcu olsun” diyerek, ulusal egemenliği so­nuna kadar koruyacağına dair yemin etmişti88. Artık, Onun için tek hedef vardır. Ulusal egemenliğin korunması. Bu konuda, karşısına halifelik de çıksa, onu da milletinin çıkarları için ortadan kaldıracak ve Türkiye’yi çağdaş devletler düzeyine çıkaracaktır.
Gazi hazretleri, batı gezisinde, İzmirlilerle dört büyük toplantı yap­mıştır. Şimdi yanmış olduğu için mevcut olmayan, o günkü Hükümet Konağında, halk temsilcilerine 27 Ocak 1923 günü, İzmir gazetelerinin başyazarları ile Uşakizade’nin Villasında 30 Ocak 1923’de (Bu gazeteler Anadolu, Ahenk, Sedayihak, Şark, Yeni Turan’dır), 31 Ocak 1923 günü ise eski Gümrük Binasında hazırlanan büyük salonda, ticaret mensupları­na 17 Şubat 1923’de İktisat Kongresi’nin açılışı nedeni ile konuşmalar yapmıştır. Bütün bu konuşmalarında halifelik konusuna da değinmiştir89.
Gazi hazretleri, 17 Şubat 1923 tarihli konuşmasında, Büyük Millet Meclisi ve bunun hükümetinin tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız milli egemenlik maddeleriyle memleketi kalkındırmak, milleti zengin etmek görevine sahip olduğunu, ayrıca, Kanûn-u Esasiye özel bir madde konula­rak Meclisin görevi daha da netleştirilmiştir diyerek bu madde ile meclise verilen görevi şöyle izah eder: “O vezaif ki, doğrudan doğruya milletin hukuk ve selahiyeti iken asırlarca şunun ve bunun elinde kalmıştır. Artık, bu hukuk ve selahiyetin hiçbir sebep ve suretle hiçbir makama ve şahsa terk ve tevdi olunamayacağını katiyetle ifade etmek için bir madde-i mah­sûsa koymuştur…”90.
Gazi Mustafa Kemal, daha önce de, 30 Ocak günü, İzmir’de yayınla­nan Anadolu, Ahenk, Sedayihak, Şark, Yeni Turan gazetelerinin sahipleri­ni ayrı ayrı kabul ederek, Şükrü Hocanın irtica içeren broşürünü etraflı bir şekilde anlatmış ve dikkatli olmalarını öğütlemişti.
31 Ocak 1923’de ise, İzmirlilerle bir açık oturum yapan Gazi, kadın hak ve göreviyle, ulusal bağımsızlık savaşında kadının giyim ve örtünmesi ile ilgili bilgiler verdikten sonra “Fetva ile veyahut şu, bu gibi telkinatla milleti irticaa sevk etmek isteyenlerin yeri zindan olacaktır. Kati­yetle ve bila-perva söylerim ki, hakimiyet-i milliyemizin her zerresini şu veya bu surette takyid etmek isteyenler en koyu mültecidir. Öylelere karşı milletin yapacağı şey onları parçalamıştır..”91. Mustafa Kemal din hakkın­da ise, İslam Dininin mükemmel bir din olduğunu, bir dinin doğal olması için ilme, fenne, mantığa uygun olmasının gerektiğini, din bakımından herkesin eşit olduğunu açıklamıştır: “Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin ta­bii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Bi­zim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır. İslam hayatı ictimaiyesinde hiç kimsenin bir sınıf-ı mahsus halinde muhafaza-i mevcudiyete hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler ahkam-ı diniyyeye muvafık harekette bulunmuş olamazlar. Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz müsaviyiz ve dini­mizin ahkamını mütesaviyen öğrenmeye mecburuz…”92.
Mustafa Kemal, böylece, dinin insan hayatındaki önemini belirtirken, dinin hükümlerinden çıkılmaması, yani, din ile devlet işlerinin ayrı konu­lar olduğunu da ortaya koymaktadır. Aynı konuşmasında ilerde tatbikata koyacağı öğretim birliği esası ile kız ve erkek öğrencilerin bir arada oku­masını da burada dile getirmiş ve ilticanın bu konulara karışmasını önle­mek istemiştir.
Mustafa Kemal, İzmir’de yaptığı konuşmalar ile çoğulcu demokrasi ve Cumhuriyet rejimine olan hislerini dile getirirken, halka da bu sistemin dışında bir başka sisteme ve irticaa sapmamaları yolunda telkinlerde bu­lunmakta ve böylece kamuoyunu aydınlatmak istemekteydi. Batı gezisi sı­rasında aydın din adamları onu desteklemişler ve Akhisar’daki kadı İsmail Hakkı, son günlerde fesatçıların din perdesi arkasında halifelik meselesini ortaya atmalarının ve böylece fesat tohumları saçmalarının milletçe hoş karşılanmadığını açıklamıştır. Mustafa Kemal, bundan çok duygulanmış, her yerde olduğu gibi, burada da milletin egemenliğini koruma kararında olmasından dolayı duyduğu memnunluğu dile getirmiştir. Mustafa Ke­mal, 5 Şubat 1923’te Belediyede, Hoca İsmail Hakkı Efendi’nin nutkuna verdiği cevapta, İslam Dünyasının uğradığı zulüm ve sefaletin hiç şüphesiz pek çok sebebinin olduğunu, çok çalışmanın, tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız egemenlikten asla ödün verilmemesi gerektiğini söylemişti93.
Gazi hazretleri, karlı bir gün, 7 Şubat 1923’te, öğle namazını, Balıke­sir Paşa Cami’sinde cemaatle birlikte kıldı. Namazdan sonra, minbere çı­karak, İslam Dininin en mükemmel din olduğunu belirterek ve “Milletin istek ve arzuları, yalnız bir şahsın düşüncesinden değil, bütün millet evlat­larının isteklerinin ve emellerinin bir araya gelmesinden doğar. Benden ne öğrenmek, bana ne sormak istiyorsanız, çekinmeden sormanızı rica ede­rim…” diyerek, onlarla bütünleşmeyi bilmiştir94.
Cumhuriyetin ilanından sonra, ne yazık ki, Vatan, Tanin, Tasvir-i Ef­kar gazeteleri halifelik lehinde ve Cumhuriyet aleyhinde yazılar yazmaya başlamışlardı. Halife Abdülmecid’in beyanatları da siyasete çok yatkındı. Gerçi, Abdülmecid, 9 Kasım 1923’de Vatan Gazetesi’ne verdiği beyanatta, İslam Dünyasının işleri ile uğraştığını, siyasetle ilişkisi ve ilgisi olmadığını ve İslam Dünyasında şahsına karşı itiraz olursa, bu görevi bırakabileceğini belirtmiş ise de, daha sonra bu tutumunu devam ettirmemiştir. Abdülme­cid, halife olduğu zaman 54 yaşındaydı. Halifeliği sırasında, göğsünde büyük Osmanlı kordonu, başında ise bir fes vardı.
Dünyevi iktidar nimetlerine alışık olan Osmanlı sülalesinin, halifeliği gene dünya imtiyazları için kullanacağı, saltanatın yeniden ihya edilmesi olanağı nedeni ile Türkiye Cumhuriyeti yönetimine karşı kuşku duyması ve fırsat beklemesi olağandı. Meclis de halife konusunda tedirgindi. Nite­kim, Rauf Bey ve Kazım Karabekir Paşa gibi askeri liderlerin halifeye yaptıkları ziyaret Meclis tarafından hiç hoş karşılanmıyordu. Rauf Bey, daha önce belirttiğimiz gibi Mecliste Cumhuriyet taraftan olduğunu be­lirtmiş ise de, samimi olarak buna taraftar değildi.
Halifenin şatafatlı hareketleri Meclis tarafından hoş karşılanmamaktaydı. Büyük Millet Meclisi, Ankara’dan yolladığı bir emirle, gösterişli se­lamlık törenini kaldırdı. Abdülmecid, Cuma Namazına sade bir saltanat arabası ile gitmeye mecbur kaldı. Ancak, İstanbul gazetelerinin bazıları halifeliğe dört elle sarılmış ve bunu siyasi tartışma konusu yapmışlardı95. Sözde, Halife yazı masasına oturup, Vatan Gazetesi’ne demeç vermiş, ken­disine İslam Dünyasından binlerce mektup ve telgraf, heyet gelmiş, İslam Dünyası istemedikçe kendisi de istifa etmeyecektir. Aynı gazete, 9 Kasım 1923’de, Hükümetin, hilafetin görevini tespit etmesinin gerektiğini de öne sürüyordu. Şimdiye kadar, bunun yapılmamasının özür kabul edilemeyeceği yollu bir de tehdit savuruyordu. Tanin Gazetesi ise, 10 Kasım ig23’de, Lütfi Fikri Bey’in “Halifeye Açık Mektup” adlı yazısını yayınlıyordu. Bu yazıda, halifenin istifası ile ilgili haberlerin millette üzüntü uyandırdığı, halifeye saldıranların İslam ülkeleri yerine Türklerin olmasının doğru ol­mayan bir hareket olduğu açıklıyordu. Mustafa Kemal, Mecliste nutkunu okurken bunu şöyle cevaplamıştı: “Efendiler, yabancılar hilafete saldır­mıyorlardı. Fakat, Türk Milleti saldırıdan kurtulamıyordu. Hilafete saldı­ranlar, Müslüman milletler içinde Türkü çekemeyenler değildi. Fakat, Çanakkale’de, Suriye’de, Irak’ta, İngiliz ve Fransız bayrakları altında Türkler­le vuruşan Müslüman milletlerdi”. Görüldüğü üzere, Müslümanlar, Türkiye’de halife var diye, O’na saygı gösterip, Türkiye’ye yardımı düşün­memişlerdir96.
Bahis konusu ettiğimiz halifelik ile ilgili yazılara, 11 Kasım 1923’te, Tanin’de “Şimdi de Hilafet Meselesi” adlı yazı eklendi. Bu yazıda, hilafet kalkarsa, Türkiye’nin İslam Dünyası’nda önemi kalmayacağı, bunun milli­yetçilik olmadığı savunulmaktaydı. Gazi hazretleri, buna verdiği cevapta, Cumhuriyetsiz olunamayacağını, halifelik ile Cumhuriyetin uzlaşamayacağını hatırlatmak zorunda kalmıştır.97 Gazetelere beyanat veren Rauf Bey ken­dini savunarak, sözlerinin yanlış anlaşıldığını belirtmesine karşın, İsmet Paşa, Rauf Bey ve arkadaşlarının Helife’yi ziyaret konusunun, Halife so­runu olduğunu, hilafetin Türkiye’yi sürüklediği felaketlerin büyüklüğüne değinip “Tarihin herhangi bir devrinde, bir halife kafasından bu memleke­tin mukadderatına karışma isteği geçirirse, o kafayı mutlaka koparacağız” diyerek gerekli gözdağını vermişti98.
1923 Aralığında, Tanin, Tevhid-i Efkar, İkdam gazeteleri, Müslüman Dünyasının iki büyüğü olan Hintli Ağa Han ile Arap Emiri Ali’nin Baş­bakan İsmet Paşa’ya hitap eden mesajlarını yayınladılar. Bu mesaj, bir çe­şit nümayiş belgesiydi.
Bu mesaj yayınlanınca, Mustafa Kemal, derhal Millet Meclisini top­lantıya çağırdı. Daha önce kısaca değindiğimiz üzere, Meclis’ten bu konu­ya büyük tepki geldi. Gizli olarak yapılan toplantıda, Gazi, kendisine yol­lanan Ağa Han’ın mektubunun Londra’dan postaya verilmesine karşın, mektubun eline geçmeden muhalefet yayın organlarında yayınladığını, bu­nun ise genç Cumhuriyetin düşmanlarının komplo hazırlığı içinde bulun­duklarını, sultan-halife koalisyonu havasına girip, eskiyi diriltmek istedikle­rini belirtti99. Bu yazılar gerçekten de, 1 Kasım 1922 tarihli karara, yani saltanatın kaldırılması karar ve inkılabına aykırı idi.
Bu sırada, Mustafa Kemal Paşa, 28 Kasım 1923’de Ankara’da bir ra­hatsızlık geçirmiş ve dinlenmek için İzmir’e gitmişti. 27 Aralık’tan itibaren de Hüseyin Cahit (Tanin Sahibi ve Yazı işleri Müdürü), Ahmet Cevdet (İkdam Gazetesi), Velid Bey (Tevhid-i Efkar) ve Hayri Muhiddin mahke­mede yargılanmakta idiler.
1 Ocak 1924’de yapılan duruşmalarda, Velid Bey şimdiye kadar Cumhuriyeti savunduğunu, niyetlerinin memlekette huzuru sağlamak ol­duğunu, Türkiye’de halk idaresinin egemen bulunduğunu, Cumhuriyetin yalnızca bir kelime değişikliğinden ibaret olduğunu ileri sürdü. Ayrıca, Ağa Han’ın mektubunun yayınlanmasında da en ufak bir kötü niyetin ol­madığını, bu yayının ehemmiyetsiz bir olaydan ileri geçemeyeceğini, Cumhuriyet konusunda gazeteci olan Ahmet Ağaoğlu ve Celal ile tartış­malarda bulunulduğunu, kendisinin 2 Aralık 1923’de Cumhuriyeti öven bir yazıyı yayınladığını belirtir.
Velit Bey’e göre, o tarihlerde bütün İstanbul Basını Cumhuriyeti ten­kit etmişti ve kendisi bunu şu şekilde dile getirmekteydi: Cumhuriyetin ilanı günlerinde İstanbul’daki matbuatın kaffesinde (hepsinde) şekl-i ilan hakkında az çok tenkidat (tenkitler) görülmüştür”. Gene, Velid’in ifadesine göre, Vatan Gazetesi’nde Ahmed Emin Yalman Cumhuriyetin zararların­dan şöyle söz etmiştir: “Birincisi devletin şeklini değiştiren mühim kararla­rın bir iki saat içinde, pek mahdud münakaşaları müteakib ittihaz edilmiş olmasıdır. Halk Fırkası tebdil (değiştirme) tekliflerine Pazartesi günü saat ikiden sonra muttali olmuştur”. Akşam Gazetesi’nden Necmeddin Sadak ise, Velid’in ifadesine karşı, 31 Ekim tarihli makalesinde şöyle demektedir: “Türlü türlü projeleri yapılarak, aylardan beri müzakere edilen ve bir türlü tatbik edilemeyen bu esaslar nasıl oldu da bir gece içinde kabul edildi? Fırkada bu usule muhalif mebuslar vardı. Onlar niçin muhalif idi­ler. Ve bir iki saat içinde ictihatcılannı, nasıl değiştirdiler”. Velid Bey, da­ha sonra, kendi yazılarından örnekler vererek, kendisinin hep Cumhuriyet savunduğunu, Onun için çalıştığını ifade etmiştir. Sonuçta, gazete sahiple­ri ve başyazılarının savunması dinlenmiş ve 2 Ocak 1924’de beraatlerine karar verilmiştir100. Bu arada, Tanin’de çıkan yazısından dolayı, yıkıcı emeller etrafında yasanın mutlak ve açık hükümleri ile yasaklamasına kar­şın yayın yaptığı için Lütfi Fikri Bey, beş yıl kürek cezasına çarptırılmış ise de101, 23 Şubat 1924’de cezası af edilmiş ve tahliye olmuştur102.
Burada bazı İstanbul gazetelerinin Cumhuriyet konusunu ele alarak, halk arasında tutmayan eleştiri yapmalarının sebebi ne içindi?. Saltanat kalktığına göre, yeniden padişahlık kurulması ve karışıklık çıkartılmasını önlemek için bu tip eleştirilerin yapılmaması gerekli idi. Bu eleştiriler, es­kiye duyulan özlemin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilerlemesine engel olan isteklerin yeniden hortlaması, yani, bu sistemin halifenin önderliğinde işle­me korkusundan kaynaklanıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun her döne­minde böyle özlemciler, anayasal sistemlere karşı çıkmışlardı. I. Meşruti­yet (1876), II.Meşrutiyet (1908) ilanı ve devamında da, eski sisteme özlem duyanlar, padişah ve halifenin etrafında toplanmışlar, ilkinde I.Meşrutiye­tin Rus Savaşı nedeni ile kalkmasına, ikincisinde de 31 Mart Vakası’na neden olmuşlardı. Ancak, şimdi karşılarında sert ve çetin bir ceviz vardı: Mustafa Kemal. Mustafa Kemal ve arkadaşları ve halkın iradesine dayalı Meclis milletin isteklerini yansıtmakta ve geriye hiçbir şekilde özlem duy­mamaktaydı. Bu birlik ve beraberliğe karşı, birkaç çatlak ses çıkacak, ama, bunların halk üzerinde bir etkisi olmayacak, üstelik, bunların bu tip hareketleri halifeliğin bir an önce kalkmasını da kolaylaştıracaktır.
İzmir’de dinlenmekte olan Mustafa Kemal’e, Halife Abdülmecit Efendi’nin Ankara’ya başkatibini göndererek bazı isteklerde bulunması üzeri­ne, İsmet Paşa 22 Ocak 1924’de bunu iletince, Gazi hazretleri bu hususa çok kızmıştı. Başkatip İsmet Paşa’ya bir süredir gazetelerde halifelik ve ha­lifenin şahsı hakkında kötü yayınların olduğunu, bunların kırıcı olduğunu açıklamıştı. İstanbul’a gelen heyetlerin Halife’ye uzak kalmaları ise, Halife tarafından üzüntü ile karşılanıyordu. Daha sonra, tahsisat konusuna deği­niliyor, hilafet hazinesinin kaldırılamayacağı, giderler için Cumhuriyet Bütçesinden yardımda bulunulacağı hakkında 15 Nisan 1923 tarihli Hükümet yazısının incelenmesi isteniyordu. Mustafa Kemal, aynı gün, İs­met Paşa’ya verdiği cevapta, halifelik makamının ve halifenin şahsı hak­kındaki kötü anlayışların ve kötü yorumların, Halife’nin kendi tutumun­dan kaynaklandığını, Halife’nin padişahların izinden yürüdüğünü, Türkiye Cumhuriyeti’nin safsatalarla varlığını, bağımsızlığını tehlikeye bırakamaya­cağını, Halifenin din ve siyaset bakımından gerçekte bir mana ifade etme­diğini, hilafet makamının ancak bir anı olarak önemli olduğunu vurgula­mıştır. Halife’nin, Türkiye Cumhuriyeti görevlileri ve resmi heyetlerin ken­disini görmesini arzu etmesinin Cumhuriyetin bağımsızlığına karşı açık bir tecavüz olduğunu, Halifenin geçimi için Türkiye Cumhurbaşkanı’nınki ka­dar bir gelirin yeterli olduğunu, amaç, şaşaalı yaşamak değil, geçim kay­nağının temininden ibarettir diyerek, hilafetin hazinesinin olmadığını, eğer böyle bir hazine ecdadından kalmış ise, bunun resmen ve açık olarak ifa­desinin gerektiğini bildirmiştir. Bir süreden beri, Halife’nin Cuma günleri selamlık alayları yapması, temsilcilere emir göndererek ilişkilerde bulun­ması, yedek subaylara kadar heyetleri kabul edip, yakınmaları dinlemesi Mustafa Kemal tarafından izlenmekte ve hoş karşılanmamaktaydı103.
İzah olunduğu üzere, Halife, artık, din işlerinin dışında siyasi işlerle de uğraşmaktadır. Bu hareketler ise, Mustafa Kemal’in hiç hoşuna gitme­mektedir.
Gereksiz dış müdahaleler halifeliğin kaldırılması yolunda, Gazi’nin işi­ni kolaylaştırdı. Önce bahsettiğimiz mektubun gazetelerde yayınlanması, Mecliste Halifeliğe karşı bir tepkinin uyanmasına neden olmuştu. Bu mektup, halifeliğin Türkiye’yi şeriata ve eskiye bağlayan bir zincir olduğu­nu ortaya koyuyordu. Halifeliğin kaldırılacağı haberi de, Cumhuriyetin te­sis edilişinde olduğu gibi, yabancı bir dergide, Revue Des Deux Mondes’da daha önce yayınlanmıştı. Aslında, birkaç ay önce verilen demeçte, Gazi, Hükümet var iken Halifeliğe gerek olmadığını açık açık ortaya koy­maktaydı .
Mustafa Kemal, bu düşüncelerinden sonra, Hükümete yeni direktifler vermişti. Halifenin oturacağı yerin, Hükümetin şimdiye kadar tespit etme­mesinin hata olduğunu, İstanbul’da milletin sırtından kazanılan paralarla yapılan saraylardaki eşyanın tespiti yapılmadığından bu eşyaların yok ol­duğu, bu eşyaların çeşitli yerlere satıldığı yolunda söylentilerin duyuldu­ğunu, Halife’nin saltanat hayalleri içinde uyutulduğunu ve Hükümetçe ciddi tedbirler alınıp, kendisine bildirilmesini istemiştir.
Gazi hazretleri İzmir’de iyileşince, 15-20 Şubat 1924 arasında Harp Okullarını incelemek için askeri tatbikata gelmişti. Başbakan İsmet Paşa, Milli Savunma Bakanı Kazım Özalp ve Mareşal Fevzi Çakmak da burada bulunuyorlardı. Gazi, burada dini otoriteye dayanan Osmanlı ailesinin gücünün Halife’de kalmasının Cumhuriyet için sürekli bir tehlike olduğu­nu belirttikten sonra, Halifeliğin kaldırılmasını önerdi. Bu teklif hemen benimsendi.
Mustafa Kemal, 21-22 Şubat 1924 gecesi, sessiz bir askeri törenle An­kara’ya hareket etti. İzmir’den ayrılacağı gece, Ali Fuat Cebesoy ile ko­nuşmuş, O da “Halifeliğin kaldırılması ile Osmanlı Hanedanının Türkiye’den ihracı lazımdır” demişti104. Böylece, üç önemli şahıs İzmir’de Hali­feliğin kaldırılması konusunda karara varmışlardı. Şimdi kararın tatbiki safhası kalıyordu.
Ankara’da, 27 Şubat 1924’ten itibaren bütçe konuşmaları başlamıştı. Mustafa Kemal, İzmir Milletvekili Şükrü Bey’in, Halife’ye verilecek tahsi­sat ile ilgili olarak “Halife hazretleri ve o sülalenin şerefli üyeleri” deyimle­rine takılmış ve Cumhuriyet’te, yurttaşlar arasında fark olmadığına işaret etmişti. Yusuf Akçura” ise “Bu bütçede, halifeliğe ödenek veren bölüm, bi­zim esaslarımıza, Cumhuriyet’imizin temeline tamamen aykırıdır” demişti. Vasıf Çınar da, Halifeliğin kaldırılması gerektiğini savunmuştu. Ancak, ba­zı hocalar ve muhafazakar milletvekileri, Halk Fırkasından istifa edip, mu­halefete başladılar. Rauf Bey gibi reforma karşı olanlar Ankara’yı terk et­ti 105. Bazı milletvekilleri de Halifeliği, Mustafa Kemal’e teklif ettiler. Ama, O kabul etmedi. Kastamonu Milletvekili Halit Halifeliğin gene Meclisin manevi kişiliğinden kalmasını savundu.
Meclisteki konuşmalar, İstanbul’a aks etmekte gecikmedi. 29 Şubat tarihinde gazeteler, Halife’nin istifası yolunda rivayetleri yaymaya başla­mışlardı. Tanin Gazetesi, hilafetin kaldırılması ve buna benzer zorlayıcı islahatların uygulanması yolunda iki günden beri Ankara’dan gelen tel­graf haberlerine göre, Halife ve hilafet üyelerinin alacakları tedbirler hak­kında hazırlıklar yaptığını öne sürmekteydi. Rivayete göre, Türkiye Cum­huriyeti hudutları içinde artık yaşayamayacağını anlayan hilafetin erkek üyesi Avrupa’ya gitmek için gerekli tedbirleri almakla beraber, yol işleriyle ilgili pasaport edinme hazırlıklarına da başlamıştı. Ancak, yıkılan saltana­tın kadın üyeleri Türkiye’yi terk etmek istememekteydiler. Bunlar, kocaları ya da babalarından kendilerine kalan malları ile Türkiye’de kalmayı düşünmekteydiler.
Hanedan üyelerinden bir kısmı Hükümetin kendilerine hudut dışına çıkmaları ile ilgili tebliğde bulununcaya kadar beklemeyi, bir kısmı da he­men çıkmanın yerinde olacağını savunmaktaydılar. Halife ile başmabeyencisi iki buçuk saat bu konular üzerinde konuşmuşlar, ama, basına konu­şulan konular hakkında bilgi vermemişlerdi106.
Hiç şüphesiz, gazetelerde, Halife’nin yurt dışına çıkacağı, bu yolda hazırlıklar yaptığı, istifa edeceği gibi söylentiler yer alsa da, bunlar henüz gerçekleşmemiş gazete haberlerinden öteye geçemiyordu. Ancak, bu hava­disler Ankara Hükümeti’nin bu konuda karar vermesini kolaylaştırıyor ve Halife’nin zaten yurt dışına çıkmaya hazır olduğu havasını yaratıyordu. Üstelik, Halife’nin istifası gibi havadislerin gazetelerde yer alması, kamu oyunda olumsuz etki yaratma olanağına da sebep olacağından tedbir alın­ması şarttı. Bu yüzden Halk Fırkası ve Halifeliğin kaldırılmasını istiyerlerin çabuk hareket etmeleri, bir an önce karara varmaları gerekiyordu.
Bununla beraber, 29 Şubat günü, Halife’nin Başmabeyincisi Celal Münif Efendi, Tanin Muhabirine istifa rivayetlerinin doğru olmadığını şöyle açıklıyordu. “—Halife hazretleri Büyük Millet Meclisi’nin mukarreratına (kararlarına) muntazırdır (hazırdır). Verilecek karara derhal mutavaat etmek (Boyun eğmek) fikrindedir. İstifa edecekleri hakkında devran eden şayiat (dolaşan söylentiler) asılsızdır. Katiyen böyle bir niyet ve tasavvurla­rı yoktur”. Merhum hanedan üyelerinden Süleyman Efendi’nin oğlu Abdülhalim ise son durum hakkında şunları söylemekteydi: “— Her mille­tin, her devletin kanunlarını mukaddes tanırım ve beni otuz seneden beri büyüten Türk Milleti’nin kanunlarını hürmet ve selamla karşılarım. Bu ana kadar gazetelerde okuduğum haberlerden başka bir şey işitmedim. Hükümet-i Milliyenin ittihaz edeceği (alacağı) her türlü karara bila kayd ü şart itaatten başka cevabım yoktur. Yalnız, ümit ederim ki, hanedan hukuku temin edilecektir. Ailemiz zengin değildir. Avrupa’da temen-i maişet hususunda (geçimini sağlama hususunda) birçok müşkilata maruz kalacakları muhakkakdır. Bunların medar-ı maişetlerinin temin edileceğini kuvvetle ümit ediyorum”107.
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının İstanbul Basınını anında izledikleri­ne dair şüphe yoktur. Artık, Halifeliğin ve Halifelik üyelerinin düşünceleri açık ve net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Halife, Büyük Millet Meclisi’nin kararını beklemektedir ve verilen karara uyacaktır. Ancak, bir olasılıkla, Halife’nin civarında konuşulan konu, Avrupa’da yaşantılarının zor olma­ması noktasında toplanıp, birleşmektedir. Mustafa Kemal Paşa da bu ko­nuda gerekli tedbirleri alacaktır.
Mustafa Kemal, 1 Mart 1920 günü, Meclis Kürsüsüne çıkarak, kısa bir nutukla, laikleşme alanında bir seri reform önerdi. Halifeliğin kaldırılması da bunların içinde yer alıyordu. 3 Mart 1924 günü, Seriye ve Ev­kaf ve Erkan-ı Harbiyeyi Umumiye vekaletleri kaldırıldı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edildi. İsmet Paşa, Halifelik hakkında hükümetin görüşünü açıkladı. Kararın, millet için saadet vesilesi olacağını belirtti. Oylamadan sonra, halifelik kaldırıldı108.
Mustafa Kemal, Ankara Garındaki Özel dairesinde, 4 Mart 1924’de İstanbul gazetelerinin başyazarlarına verdiği demeçte, Halifeliğin kaldırıl­ması ile ilgili kararları, milletin son günlerde istediğini, gerçek bağım­sızlığını elde etmiş olan bir milletten de başka bir şey beklenemeyeceğini belirtti: “Son günlerde Meclisçe ittihaz olunan mukarrerat milletçe tabii ve hakiki bir surette zaten arzu edilmekte olan hususatdır. Bunları fevkalede olarak telakkiye mahal yoktur. Hakiki halas ve selamete karar vermiş olan bir milletten de başka türlü temayül intizar edilemezdi…”109.
Bu hareketin hemen arkasından Darülfünun (Üniversite) Divanı, Gazi Paşa’ya demokrasi ve Cumhuriyet maddelerinin korunması için bir telgraf çekti110. Mustafa Kemal Paşa, hilafetin kaldırılması nedeniyle İslamad Müslümanları adına çekilen bir tebrik telgrafını aldığı gibi, kendisine, Ka­dınhanı, Çankırı, Araklı, Kars, Zulkadriye, Babaeski, Çal gibi şehirlerden de bu konuda tebrik telgrafları gelmiştir111.
4 Mart 1924 gecesi, Abdülmecid’in halifeliğinin alındığına ait emir Ankara’dan İstanbul’a ulaştı. Gece yarısından sonra polis memurları, Dolmabahçe’yi sardılar. Halife ve yardımcıları uyumakta idiler. Abdülmecid uyandırıldı ve polis müdürünün yanına getirildi. Dolmabahçe Sarayı’nın Kütüphanesi’nde, Hükümet temsilcisi, Halife’ye yasa hakkında bilgi verdi. Saat 5.00’de (Sabah) İsviçre’ye yola çıkması için hazırlıkta bulunmasını is­tedi. Abdülmecid durumun kendisine şok etkisi yapan sarsıntısından kur­tulamamıştı. Ama, milletin iradesine boyun eğdi. Vali, O’na yol parası ve İsviçre’de yerleşmesi için on beşin Türk Lirası verdi. Ayrıca, şahsi eşyaları­nı götürmek hakkına sahip olduğunu hatırlattı. Halife hizmetkarlarına ve­da etti. Askeri birlikler silahları ile Onu selamlarken, O, onlara “Allahaıs­marladık asker! Sizi Allah’a emanet ediyorum” dedi. Tophane, Haliç, Yedikule, Yeşilköy güzergahından konvoy Çatalca’ya vardı. İlk arabada eski Halife, birinci kadın sultan ve iki çocuğu bulunuyordu “2.
4  Mart 1924’de, Çatalca’ya oğlu Ömer Faruk Bey, eşleri ve berabe­rindekiler ile otomobille gelen Abdülmecid Efendi, buradaki İstasyonda Doğu Ekspresini beklemeye başladı. İstasyon’da Çatalca Valisi Celal Bey’e gösterdiği iyi kabulden dolayı teşekkür de eden Abdülmecid, kendisine sunulan tavukla karnını doyurmuş, on altı parça eşyasını özel vagona yerleştirmiş ve Tanin Muhabirine şu beyanatı vermişti:
“— Ne yapalım millet ve memleket yaşasın.”3
5  Mart 1924’de, Bulgar Hududuna gelmeden Cesir Mustafa İstasyo­nunda Abdülmecid Efendi Tanin Muharibirine şunları söylemiştir:
“— Bütün düşüncem milletin kararı karşısında ona mutavaat itmekle, talihin cilvelerine göğüs germekten ibarettir. Millete daima duacıyım ve şimdilik İsviçre’ye gidiyorum…” Yorgun olan Abdülmecid, sabahleyin Türkiye Hududunda uyanarak, asabiyeti geçmiş bir durumda yurt dışına çıkarıldı114.
Bu arada, İstanbul’dan henüz ayrılmamış olan hanedan üyeleri de eş­yalarını satarak, pasaportlarını almaya başlamışlardı. Bunlar da kısım kı­sım yurt dışında çıkarılmışlardır115.
Halifeliğin kaldırılması ile Türkiye Cumhuriyeti, İnkılaplarından birini daha gerçekleştirmiş, egemenlik tamamen millette toplanmıştır.
Türkiye, şeriatı kaldırıp, yerine batı hukukunu koyabilen tek İslam ülkesidir. Türkiye’den başka hiçbir İslam ülkesi bunu başaramamış­tır. Hukuk ile ilgili kanunların yapılış ve kabul edilişlerine ilerde değinece­ğiz.
Halifeliğin kaldırıldığı tarihte, İslam Dünyası’ndaki koyu taassubun derecesi de düşünülürse, bu inkılabın önemi kendiliğinden ortaya çıkar. Nitekim, Halifelik ile ilgili tartışmalar sırasında Üniversite öğretim üyele­rinden İzmir Milletvekili ve Adalet Bakanı Seyyit Bey bunu şöyle açıkla­mıştı:
“İslam Tarihi’nde çok büyük bir devrim yapıyoruz. Belki de dünyada bundan daha büyük bir devrim yoktur. Yürekler kuşku içindedirler. Hepi­mizin vicdanı ve aklı istiyor ki; sorun tam açıklığa kavuşsun. Dost ve düşman ne yaptığımızı görsün, bilinçli ya da bilinçsiz davranıp davranma­dığımızı anlasın. Her şeyden önce şunu açıklayayım ki; Halifelik Sorunu bir din sorunu olmaktan çok bir dünya sorunudur. İnançla ilgili sorun­lardan değildir, millete ait genel hukukla ilgili işlerdendir..”116. Görüldüğü üzere, Mecliste de Halifeliğin kaldırılmasının çok büyük bir olay olduğu, İslam Tarihi’nde bunun benzeri bir olay olmadığı belirtilmiştir.
DİNİN DEVLET İŞLERİNDEN AYRILMASI:
Mustafa Kemal, 23 Şubat’ta İzmir’den Ankara’ya döndüğünde, der­hal, ordunun politika ve dinden ayrılması yolundaki çalışmalarına başla­mıştı. O İslam Dininin yüzyıllardır politika aracı olarak kullanılmış olma­sından dolayı tedirgindi. O, Cumhuriyet idaresinin tamamlanması için, askerlik işlerinin politikadan ayrılması gerekliliğine inanıyordu. 1 Mart 1924’te, meclisteki açış konuşmasında, Cumhuriyetin yurdun en ıssız köşe­sinde bile hararet ve heyecanla kabul edildiğini, basının Cumhuriyetin ge­lişmesinde önemli rol oynadığını, memleketin genel hayatında ordunun si­yasetten uzaklaştırılması gerektiğini, Cumhuriyetin üzerinde durduğu nok­talardan birinin de bu olduğuna değinmiştir117. Mustafa Kemal’in bu sözlerinin de etkisiyle, Siirt Milletvekili Halil Hulki ve elli yedi arkadaşı Şer’iye ve Evkaf Vekaleti ile Erkan-ı Harbiye-i Umûmiye Vekaletinin kal­dırılması konusundaki önergeyi, din ve ordunun politik akımlar içerisinde bulunmasının doğuracağı zararlı hususları belirterek Meclis’e sundular. 3 Mart 1924’de, yapılan oylama sonucunda, Genel Kurmay Başkanlığı (Er­kan-ı Harbiye-i Umûmiye Vekaleti) kaldırıldı ve Cumhurbaşkanı’nın vekili olarak sulhta ve savaşta Genelkurmay Başkanlığı’nın, Seriye Vekaleti yeri­ne de Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması kararı alındı.
Bunun üzerine, din ve askerlik okulları Eğitim Bakanlığına bağlandı. Din işleri de kişilerin elinden alınıp topluma mal edildi. Bu arada, Ekonomi Bakanlığı kaldırılıp, Ticaret ve Tarım Bakanlıkları kurulduğundan yeni kabine kurulması gerekmişti. İsmet Paşa, kurduğu kabineyi 6 Mart günü, Mustafa Kemal’e sundu, O da bunu tezkere ile Meclise sundu ve aynı gün 145 milletvekilinin onayı ile kabine kabul edildi. Yeni Hükümete şer’i mahkemelerin kaldırılması ile ortaya çıkan durumu düzenlemek için, normal mahkeme kuruluşlarını yeniden düzenleyen iki yasa tasarısı hazır­ladı. Mersin Milletvekili Besim Bey, bununla ilgili olarak yaptığı konuş­mada, şerriye mahkemelerinin kaldırılması ile görevin öteki mahkemelere aktarıldığını, ikiliğin kaldırılmasının iyi olduğunu, ancak medeni haklarla ilgili kanunların da bir an önce çıkarılmasının gerektiğini açıkladı. Daha sonra medeni kanun da çıkarılacak, böylece bir açık daha kapatılmış ola­caktır. Ancak, laiklik ile ilgili en önemli adım 1928 de devletin dininin ol­madığı kararının alınması ile gerçekleşecektir.
Mustafa Kemal Paşa’nın eğitim ile ilgili konuşmaları, daha çok siyasi konuşmalarının içinde ifade olunmuştur. O, Büyük Millet Meclisinde ve çeşitli öğretmen topluluklarının karşısında yaptığı konuşmalarda eğitime etraflıca değinmekteydi. Ancak, ulusal bağımsızlık savaşı sonuçlandıktan sonra, eğitime eğilmek durumunda kalmıştır. Askeri birliklerin eğitiminde aldığı görevler, okul hayatı sırasında edindiği bilgiler, özellikle yabancı ki­tapları okurken edindiği intibalar, O’nda, eğitim ile bilgilerin uyanmasına ve gelişmesine neden olmuştur118.
Atatürk’ün Eğitim Alanındaki Düşünüşü ve Tevhid-i Tedrisat:
Eğitimimizin yabancı etkilerden ve hurafelerden uzaklaşması ve milli bir eğitimin ortaya çıkması gerektiğine inanan Mustafa Kemal, 16 Tem­muz 1921 de başlayıp 21 temmuzda biten Ankara Maarif Kongresinin ilk günkü açış konuşmasında “ulusal eğitim” programını da açıklar: “Ancak, geniş ve yeter olanak ve araçlara sahip olana dek geçecek savaş yıllarında dahi dikkat ve itina ile işlenip, çizilmiş bir ulusal eğitim programı getir­meğe dikkat etmeliyiz… Bir ulusal eğitim programından bahsederken eski devrin hurafelerinden ve fıtri (Yaratılıştaki) niteliklerimizle hiçbir ilgisi ol­mayan yabancı fikirlerden, doğudan batıdan gelen bütün etkilerden uzak ulusal ve tarihi seviyemize uygun bir kültür kastediyorum”119.
Mustafa Kemal, daha önce Sivas Kongresi sırasında Amerikalı Gaze­teci Mr. Brow ile yaptığı konuşmada eğitim konusuna değinmiştir. Musta­fa Kemal, bu konuşmasında, Türk halkının iyi bir eğitim görmesinin ve köylünün okutulmasının gereğinden bahseder: “Türk halkı iyi bir eğitim görmeli ve iyi bir hükümete sahip olmalıdır. Eğitim okul demektir. Türk köylüsünün pek azı okur-yazardır. Ama, bu köylüler evrime isteklidir. Çocuklarının iyi bir eğitim almasını ve Müslümanlığın değerleri ile donan­masını isterler” 12°. Mustafa Kemal’in burada işaret ettikleri gerçekten doğ­rudur. Medrese eğitimi ve sıbyan okullarının safsata ile uğraşmaya başla­ması, İmparatorluğun kuruluşundaki okulların ve hocaların daha sonraki tarihlerde yozlaşması, Arap harflerinin zorluğu yüzünden Türkiye’de okur­yazar sayısı çok azalmıştır. Köylerde ise okul yok denecek kadar azdır. Okullar öğrencileri bu dünyadan çok öte dünyaya hazırlık nitelikte bilgiler vermekte olup, ders kitapları da aynı düşünce ile hazırlanmıştır.
Mustafa Kemal, 1 Mart 1922’de, Meclisin yeni dönemini açarken yaptığı konuşmada, bilgisizliğin yok edilmesi gereğini ifade ettikten sonra, memleket çocuklarını ekonomik ve toplumsal yönden yararlı ve işler kıl­mak için onlara ön bilgilerin verilmesini savunur121. O, aynı konuşmada, kadınların, erkeklerle aynı öğretim düzeyinden geçerek yetiştirilmesini ilk kez ortaya atmıştır. Bu, Mustafa Kemal’in ilerde ortaya koyacağı kadın hakları sorununun ilk kıvılcımları olarak göze çarpmaktadır. Mustafa Ke­mal, bu konuşmasında, yüzyıllardır, hükümetlerin milli eğitim konusunda batıyı ve doğuyu taklit ettiklerini, bu yüzden de cehaletten kurtulunamadığını, köylülerin bu zamana kadar eğitimden yoksun bırakıldıklarını, köylüye okuma-yazma öğretilmesinin gerektiğini, medeniyete ancak eğitim ile ulaşılabileceğini ifade etmiştir122.
Gazi hazretleri, Bursa’da Şark Tiyatrosunda öğretmenlere yaptığı 27 Ekim 1922 tarihli konuşmasında, ulusal eğitim sorununa gene değinmiş ve ilme, fenne dayanan bir eğitimin tarifini yapmış, okulu “İnsanlığa say­gıya, ulus ve memlekete sevgiyi ve istiklalin şerefini öğreten kutsal” bir yer olarak nitelemiştir. Öğretmenlere modern gelişmelere ayak uydurmalarını, hurafelere inanılmamasını öğütleyen Gazi, orduların kazandığı başarının zemininin öğretmenler tarafından hazırlandığını ve gerçek zaferi öğretmen­lerin kazanacağını ve koruyacağını belirterek, öğretmenlerin arkasında ola­cağını “Ben ve sarsılmaz imanla bütün arkadaşlarım sizi izleyeceğiz ve si­zin karşılaşacağınız her engeli kıracağız” demiştir123. Mustafa Kemal, 1921 Temmuz’unda ve 1922’nin Ekim’inde ulusal eğitimin şart olduğunu yine­lediğine göre, bu düşünce O’nun kafasında eskiden beri vardır ve gerçek­leştirmek için uygun zaman ve şartları beklemektedir. Bu uygun zaman ve şartlar, 3 Mart 1924’de gerçekleşecektir.
Mustafa Kemal, 1 Mart 1923’te, Büyük Millet Meclisinin dördüncü toplanma yılını açarken yaptığı konuşmada, milli eğitim alanında, o tarihe kadar yapılan yenilikleri de dile getirmişti. 1922 yılında, bütün güçlüklere ve araç yetersizliklerine, savaş yılları içinde bulunulmasının güçlüklerine karşın, daha önce kapalı olan öğretmen okullarının onüçü yeniden öğretime başlamış, çeşitli illerde 17 erkek ve 1 kız lisesi, 6 erkek ve 2 kız ortaokulu da açılmıştı. Öğretmen eksiklikleri giderilmeye çalışıl­mış, bütün il ve ilçelerin milli eğitim kitaplıklarına parasız kitaplar yollan­mış, ayrıca, şehit çocuklarına on beş bin kitap gönderilmiş, kitap yazımı için seferber olunmuştu. Aynı nutukta, posta işlerine değinilmiş, Telgraf-ı Mekteb-i Ali’nin kurulup, uygun olan her ilde dershanelerin açılacağını belirtmiş ise de, bu mümkün olmamıştır. O zamanın Türkiye’sinin mali şartları ve eleman yokluğu hesaplanırsa, bunun gerçekleşmesi gerçekten çok zordu. Mustafa Kemal, üniversite içinde azımsanamayacak meslek ve düşünce adamlarının bulunduğunu, üniversitenin doğal bağımsızlığının yapısında serbest mesleklere verdiği yönü, gittikçe eksiksiz duruma getire­ceklerine değinmiş, kitap yazma ve çeviri yapmanın, ulusal egemenliğin dayanağı ve ulusal kültürün en önemli yayılma aracı olduğunu, bu konu­da da üniversite profesörlerinin bu çalışmaya katılacak ilkeleri hazırladığı­nı ifade etmişti. Ayrıca, yurt çocuklarının birlikte ve eşit olarak bilgi ve teknik alanda ilerlemelerinin, yüksek öğrenime ve uzmanlığa kadar, eğitim ve öğretimde birliğin şart olduğunu, bu şekilde bütünlüğün sağlanabilece­ğini açıklamıştır124. Mustafa Kemal, daha önce de konu ettiği ve bir sene sonra uygulanacak olan Tevhid-i Tedrisat ile ilgili bilgileri detaylıca bu konuşmasında ortaya koyarak, ilerdeki çalışmalara ışık tutmuştur.
Mustafa Kemal, dini öğretim yapan medreselerin Türk eğitimine hiç­bir katkıda bulunmayacağına iyiden iyiye inanmıştı. O, yeni nesli, yeni okullarda yetiştirmek istiyordu. 31 Ocak 1923’te, İzmir’de halk ile yaptığı konuşmada, her ferdin dinini, diyanetini, imanını mektepte öğrenmesinin gerektiğini belirtip, medreselerin yerine mekteplerin yer alacağını, Arapça eğitimin zorluklarına değindikten sonra, eğitimin nasıl olması gerektiğini şöylece ifade etmiştir:”
“Milletimizin, memleketimizin darülirfanları bir olmalıdır. Bütün memleket evladı kadın ve erkek aynı surette oradan çıkmalıdır. Fakat, na­sıl ki her hususta ali(yüksek)meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lazım ise, dinimizin hakikat-ı felsefiyesini tetkik, tetebbu ve telkin kudreti ilmiye ve fenniyesine tesahup edecek güzide ve hakiki ulema-yı kiram dahi yetiş­tirecek müessesatı aliyeye malik olmalıyız”125. Mustafa Kemal, mevcut eğitim müesseselerini beğenmemekte, kadın ve erkeklerin eşit tarzda yetiş­tirilmelerini ve yüksek meslek okullarının açılmasını istemektedir. Bu iste­diklerinin hepsini de gerçekleştirecek, medeniyet sahasında Türkiye’nin önemli adımlar atmasını sağlayacaktır. Nitekim, onun ortaya attığı fikirler artık toplumda tartışılmaya başlanmıştı.
1923 yılında eğitimin birleştirilmesi konusunda tartışmalar başlamıştı. Bayan ve Erkek Öğretmen Derneği’nin düzenlediği eğitim konferansları­nın birinde konuşan Kazım Karabekir Paşa, eğitimde birlik olmasını, merkezileşmeye gidilmesini açıklamıştı. Mustafa Kemal, 8 Nisan 1923’de milletvekilleri seçimi dolayısı ile yayınladığı dokuz ilkeden sekizincisinde, ilk öğretim düzeyinde öğretimin birleşmesi gereğini ortaya koymuştu.
Mustafa Kemal, sahte bilim adamlarına, özellikle cahil hocalara çok kızmaktaydı. Türk Ocağında, 20 Mart 1923’de Konya’da, Konya Türk Ocağı üyelerinden Operatör Eyüp Sabri’nin inkılaba karşı koyanların ol­duğunu, bunlar için ne gibi tedbirler alındığını sorması üzerine, gençlere hitaben sahte ilim adamlarının bilime zarar verdiklerini, cahil hocalara il­tifat edilmeyip, memleketteki gerçek bilim adamlarına danışılmasını dile getirmişti:
“—Milletimizin içinde hakiki ulema, ulemamız içinde milletimizin bi­hakkın iftihar edebileceği alimlerimiz vardır. Fakat, bunlara mukabil kisve-i ilmiye (ilmiye elbisesi) altında hakikat-i ilimden uzak, lüzumu kadar taallüm edememiş (eğitim görmemiş), tarik-i ilimde (İlim yolunda) layığı kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller de vardır. Bunların ikisini birbi­rine karıştırmamalıyız… Artık kimse öyle hoca kıyafetli sahte alimlerin tez­virine (yalanına) ehemmiyet verecek değildir… Eğer, onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşma­nıyım” 126.
Mustafa Kemal, hocaların safsatalarına kızıyor, medreselerin yerine okul sisteminin açılması gerektiğini böylece her fırsatta ortaya koyuyordu.
Osmanlı İmparatorluğunda çöküş ve yıkılış dönemlerini açan nedenlerden birisi de, hiç şüphesiz eğitim ve öğretim sisteminin bozuluşu idi. Üstelik, XVII. yüzyıldan itibaren hiç bilgisi olmayan, henüz yeni doğmuş bebekle­re bile “beşik uleması” adı ile rütbe verip, devlet sisteminin bozulmasına ve ahlak çöküntüsüne neden olan gerici usullerin İmparatorluğu ne derece zor duruma soktuğunun bilincine Türk toplumu iyice şahit olmuştu. Her türlü yeniliğin alınmasına karşı çıkan bu sahte ulemanın, gelişigüzel ve yanlış bilgilerle halkı aldatmasına, Mustafa Kemal’in niçin kızıp, karşı çık­tığı son derece açıktır. Mustafa Kemal, sanat okullarına büyük önem ver­mekte idi. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren sık sık İzmir Sanat Oku­lunu görmeye gidişi ve her seferinde de izlenimlerini ve direktiflerini günü gününe tespit etmesi bunun bir delilidir. Seyahatleri iyi incelenirse, gittiği yerlerdeki toplu konuşmalarından birini, öğretmenlere ve onların çalıştık­ları okullara ayırdığı göze çarpar.
İlk kez, 13 Şubat 1923’de İzmir Sanat Okulunu ziyarette, okul defteri­ne, İzmir Sanat Okulunun yeniden canlandırılması tarihinden itibaren büyük canlılık, ümit ve güvenin ortaya çıktığını, bu okulun otuz bir senede yüz sanatçı yetiştirdiğini, ancak, her sene yüz öğrenci yetiştirseydi, şimdi üç bini aşkın sanatçı yetişmiş olacağını, artırılması için çok çalışılması ge­rektiğini açıklamıştır. 16 Ocak 1924’te ise, okul defterine, bu sefer, geçen seneye göre, daha fazla ilerleme olduğunu, Türkiye Cumhuriyetinin bu sanat okullarının gelişmesine büyük gereksinim duyduğunu, 14 Ekim 1925’de ise, her sene okulda büyük ilerleme olduğunu, bu yüzden de memnunluk duyduğunu ifade eder127.
Mustafa Kemal, gitmiş olduğu yerlerde, öğretmenlere eski köhnemiş yönetimin yanlış yönlerini uzun uzun anlatıp, öğretmenlere verdiği önemi dile getirmekteydi. 21 Mart 1923’de Konya Sultanisinde, lise öğretmen ve öğrencileri tarafından verilen çayda, 23 martta Afyonkarahisarda Türk Ocağında gençlere, 14 Ekim 1925’de İzmir Erkek Öğretmen Okulunda, 18 Ekim 1925’de Konya Öğretmenler Birliğinde öğretmenlere verdiği öne­mi tekrar tekrar dile getirmişti128.
Mustafa Kemal, küçükken bir süre için Fransız okuluna gitmişti. An­cak, düşüncesine göre, yabancı okullar görev hudutlarını aşmakta, esas rollerinden çıkmakta, fenni olmayan propaganda amaçlarını izlemekte ve bunun için de Türkiye’de Türk olmayan halkın unsurlarına dayanmakta idiler. İşte, bu düşünceyle onlar, Türk halkının zararına hareketlere giriş­mekteydiler. Bunun için de, Mustafa Kemal, Merzifon’daki Amerikan Okulunu kapattırmıştı. Mustafa Kemal yabancı okulların, başıboş bir eği­time tabi olmasına taraftar değildi. 29 Ekim 1923’de, Fransız Gazeteci Maurice Pernot’un, bazı yabancı okullar için şikayet olabileceğini, Merzi­fon’daki okulun kapatılmasına kimsenin bir şey diyemeyeceğini, ama, Türkiye’de Fransız okuluna karşı siyasi, dini alanda bir suçlama olmadığı­nı belirtmesi üzerine, Mustafa Kemal, Fransız okullarının çoğunun rahip ve hemşirelerle yönetildiğini, dolayısıyla mesleki bir durumu olduğunu, bu yüzden buralarda dini propagandanın olduğundan endişe edilebilece­ğini, gene de, kendilerinin Fransız okullarının Türk okullarından farklı imtiyazlara sahip olamayacaklarını, Türk yasa ve düzenine aykırı olmadık­ça eğitimlerini sürdürebileceklerini, esasen, bu konuların Ankara delegeleri ile Fransız temsilcileri arasında görüşüldüğünü ve esaslı prensipler üzerin­de anlaşılacağını açıklamıştı129.
Mustafa Kemal, yabancı okulların, Türk yasa ve düzeninin dışında eğitim yapmasını arzu etmemekte ve onların da sürekli denetlenmesini is­temekte idi. Esasen, bu yolda tedbirler de alınmıştır. Ancak, O, birinci planda eğitimin birleştirilmesi üzerinde duruyordu. O, her yenilik konu­sunda olduğu gibi, gene, cahil ve gerici kesimin kışkırtmalarına yer ver­meyecek zamanın gelmesini bekliyordu. Nitekim, 1923’de, kendisini kızdı­ran bazı olaylarla da karşılaşmıştı. 18 Eylül 1923’de, Rize’den ayrılırken, bir hoca heyeti kendisine medreselerin açılması teklifini getirince çok kız­mış ve “Mektep istemiyorsunuz! Halbuki, millet onu istiyor, artık bu za­vallı millet, bu memleket evladı yetişsin! Medreseler açılmayacaktır; Mille­te mektep lazımdır” diyerek çağ dışı sistemlere geçilemeyeceğini ifade et­miştir130.
Mustafa Kemal, 1924 Martında eğitimde birleşmenin kararının veril­mesi zamanının geldiği kararına vardı. 1 Mart 1924’de, Meclisin ikinci dönem birinci toplanma yılını açarken açıkça eğitim ve öğretimin birleşti­rilmesinin gerektiğini savundu131. 3 Mart 1924’de, Tevhid-i Tedrisat yasası tartışıldı. Yasa, madde madde görüşülüp, gerekli değişiklikler yapıla­rak, kabul edildi. Aynı gün, bütün eğitim ve öğretim kurumlarının Maarif Vekaletine (Milli Eğitim Bakanlığı), seriye ve evkaf vekaleti ya da özel vakıflarca yönetilen medrese ve okulların da Milli Eğitim Bakanlığına bağ­lanması, seriye ve evkaf vekaleti bütçesinde okul ve medreselere ayrılan tu­tarın Milli Eğitim Bakanlığına devri kabul edildi.
Bu yasanın Mecliste kabulünden sonra, uygulanması için Milli Eğitim Bakanı Vasıf Bey görevlendirildi. Vasıf Bey, 11 Mart ig24’te, medreselerin hepsinin kapatılması için emir verdi. Ancak, kendisine bu kararından do­layı tehditler yağmakta idi. Tevhid-i Efkar gazetesi, 3 Mart Kanununda medreselerin kaldırılmasının yer almadığını ileri sürüyordu. Medreseler gerçekten Milli Eğitim Bakanlığına devrolunmuştu. Milli Eğitim Bakanlı­ğı da, medreselerden okula elverişli olanlarını derhal okul haline getirilece­ğini, olmayanların da satılarak parası ile okul yapılacağını duyurmuş ve bu konuda karar da almıştı. Böylece, artık iyice bozulmuş, çağ dışı kalmış bir kurum daha tarihe karışmış oluyordu. Esasen, halk artık medrese de­ğil, okul istiyordu. Nitekim, Mustafa Kemal’e bu konuda Karadeniz gezisi sırasında başvuruda da bulunmuşlardı. Mustafa Kemal, Samsun-Çarşamba demiryolu hattı döşenirken, 21 Eylül 1924’teki inşa töreninde konuşur­ken bunu bizzat kendisi de ifade etmişti: “Halk, köylüler bana her yerde iş programını şu iki kelime ile ihtar ettiler. Yol, mektep..”132. Mustafa Ke­mal de, halkının isteği doğrultusunda hareket etmiş ve gerek okul, gerek demiryolu yapımına büyük bir hız vermiştir. Cehaletin ortadan kalkması için öğretmenlere direktifler vermiştir. İlk kez, 25 Ağustos 1924^ topla­nan Muallimler Birliği üyelerine verdiği çayda yaptığı konuşmada “Öğret­menler yeni nesli, Cumhuriyetin fedakar öğretmen ve eğitimcileri, sizler yetiştireceksiniz, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır” diye bunu belirtmiştir.
Aynı konuşmasında, o, erkek ve kız öğrencilerin eşit olarak eğitim ve öğretimden yararlanmasını da açıklamıştı133. Mustafa Kemal’in düşüncesi ne göre, hem erkek, hem de kız öğrenciler ekonomik hayata etki edecek şekilde yetişmeli ve yeni Türkiye Cumhuriyetinin ekonomik bakımdan yükselmesine yardımcı olmalıdırlar.
Mustafa Kemal, 22 Eylül 1924 günü, Samsun’da Öğretmenler Birliği­ni ziyaretinde, öğretmenlerin yaptığı konuşmaları dinledikten sonra, kendi­sinin eğitim hakkındaki görüşlerini şöyle izah etmişti: “…En önemli, en te­melli nokta eğitimdir, eğitim sorunudur. Eğitimdir ki, bir ulusu özgür, bağımsız, şanlı yüce toplum halinde yaşatır, ya da bir ulusu, tutsaklık ve yoksulluğa bırakır. Baylar, eğitim sözcüğü yalnız olarak kullanıldığı za­man, herkes kendince düşünülen bir anlama çeker. Ayrıntıya girişilse, eği­timin amaçları, hedefleri çeşitlenir. Örneğin, dinsel eğitim, ulusal eğitim, uluslararası eğitim. Bütün bu eğitimlerin hedef ve amaçları başka, başka­dır. Ben, burada yalnız yeni Türk Cumhuriyetimizin yeni kuşaklara vere­ceği eğitimin ulusal eğitim olduğunu kesinlikle söyledikten sonra, ötekiler üzerinde durmayacağım… Baylar, ulusal eğitimin ne demek olduğunu bil­mekte artık hiçbir karışıklık kalmamıştır, kalmamalıdır. Bir de ulusal eği­tim temel aldıktan sonra, onun dilini yöntemini, araçlarını da ulusal yap­mak zorunluluğu tartışma götürmez. Ulusal eğitimle geliştirmek ve yücelt­mek istenilen dimağları, bir yandan da paslandırıcı, uyuşturucu düşsel bilgilerle doldurmaktan dikkatle çekinmek gerekir..”134. Mustafa Kemal, 1924 Martında gerçekleştirilen eğitimin birleştirilmesinden sonra, ulusal eğitim hedeflerini böylece geniş ve açık şekilde belirlemekte, eğitimin, dil, yöntem bakımından da ulusal olmasının gerekli olduğunu ve medresenin dışında bu eğitim ile akılların daha çok gelişeceğini vurgulamakla ilerisi için atılacak adımların ne olması gerektiğini vurgulamaktadır. Böylece, O, 16 Temmuz 1921’de Maarif Kongresinde135 ve 1 Mart 1924’de, Mecliste yapmış olduğu konuşmalarında136, eğitimin milli olması, hurafelerden uzak kalınması düşüncelerini Samsun’da da yinelemiştir. Medreselerin kalkması ile eğitim alanında düzlüğe çıkılmıştır. O, Samsun’da yaptığı ko­nuşmada ilimin her şeyin üstünde olduğuna da işaret etmiştir. 6 Ekim 1924’de, Eğitim ile ilgili olarak, Kars Numune Mektebinde söylediği söylevde, medreselerin zararını şöyle dile getirmişti: “Bir zamanlar medre­seleri yaşatan, Türk’e büyük felaketler getiren bilgisizlik ve bağnazlık yüzünden iyi düşünülemiyor, pek çok genç dimağlar zehirleniyor, gerçeği gören aydın ve temiz fikirliler ise baş kaldırıyor ve taşkınlık yapıyordu… O uğursuz kara günler ve kara güçlerin, bizleri sonsuz mutluluğa ulus ve halk hükümetinde Cumhuriyet döneminde artık yerleri yoktur ve olmaya­caktır.”137
Mustafa Kemal, gerek bu konuşmasında, gerekse diğer konuşmaların­da medreselerin halkın gelişmesine, son zamanlarda nasıl engel olduğunu anlatmak ve halkı yeni ve modern okullar etrafında toplamak gereğini ve önemini duyurmuştur. Nitekim, bunu çeşitli konuşmalarında daha sonraki senelerde de yinelemiştir. 7 Temmuz 1927’de İstanbul Dolmabahçe Sara­yında Muallimler Heyetine, eski hocaların dini esas tuttuklarını, öğret­menlerin ise, ilmi esas almalarının gerektiğini, böylece öğretmenlik mesle­ğinin geliştirilmesini, öğretmenlerin her fırsatta halka koşup, halkla bera­ber olması ve böylece, halkın öğretmeni yalnızca çocuğa alfabe okutan bir kimse olmadığını anlamasını138, böylece, halk ile öğretmenin bütünleşme­sinin gerektiğini açıklamıştı.
Mustafa Kemal’in anlayışına göre, Milli Eğitim Bakanlığı, toplumun sosyal ve medeni değerlerini yükseltecek ve iktisadi kuvvetini artıracak va­tandaşlar yetiştirmeli ve bunun için her türlü fedakarlığı yapmalıdır. O, 23 Ekim 1927’de, Cumhuriyet Halk Fırkasının ikinci kongresinin kapanışı nedeni ile yaptığı konuşmada bunu şu şekilde ifade etmişti: “Maarifin milli, laik ve tek mektep esasına müsteniden olması umdemizdir. Terbiye­de hedefimiz milli cemiyetin medeni ve içtimai kıymetini yükseltecek ve iktisadi kudreti artıracak vatandaşlar yetiştirmektir”. Bunun için kolaylık olması amacıyla ilkokulun parasız, ama mecburi olması ilkesi de getiril­mişti139.
Yüksek Öğrenim-Meslek Okulları :
Tevhid-i Tedrisat ile yeni eğitime geçildikten sonra medreseler de ka­patıldı. Süleymaniye Medresesi yerine İstanbul Darülfünununda (Üniversi­tesinde) bir İlahiyat Fakültesi kuruldu. İdadiler ise liseye çevrildi. Askeri okullar, 22 Nisan 1925’de, Milli Savunma Bakanlığına bağlandı.
Türk kızları yüzyıllardır, o da çok sınırlı olarak eğitimden nasiplerini zorlukla alabilmişlerdi. Okuyan kız sayısı azdı. Ulusal bağımsızlık savaşı yıllarında yirmi, yirmi beş kişilik bir kız grubu, erkeklerle eşit okumak için mücadele verdiler. Ayrı sınıflarda okumak istemediler ve mücadelelerinde de başarılı oldular. Önce, Fen-Edebiyat fakültesinde, 1921-1922’de Hukuk Fakültesinde, 1922-1923’de Tıp Fakültesinde karma eğitim başladı. Sonra iyice yaygınlaştı. Türkiye’deki sanayi okulu sayısı 1925’de on üç, on dört idi. 2 Eylül 1925’de ise, sanayi okulların da yeni düzenlemeler yapılması, gereksiz derslerin kaldırılması ile140 modern ve çağdaş eğitime geçişte büyük bir adım atıldı.
Darülfünun’un İlahiyat Fakültesi, 7 Mayıs 1924’de açılmıştı. 1923’de Harbiye Nezareti Binası, Darülfünun’a verilmiş, 1924’de Hukuk, Edebiyat ve İlahiyat medreseleri buraya taşınmıştı. Hukuk Medresesini (Fakültesini) bitiren kızların avukatlık yapmalarının bir sakıncası olmadığı ve Cumhuri­yetin gerçek dayanağının Darülfünun (Üniversite) olduğu da açıklanmıştı. Böylece, Mustafa Kemal’in istekleri teker teker yerine getiriliyordu. Kadın­lar da, artık erkekler gibi çalışabilecekler idi. 1924’de, üniversite hocaları­nın üniversitenin dışında başka görev almamaları kabul edildi.
Son zamanlarda, Darülfünunun özerkliğinin kaldırılması ve Maarif Vekaletine bağlanması, hatta buranın tümden kapatılıp, Avrupa’ya öğrenci gönderilmesi isteniyor, Meclis’e önergeler veriliyordu. Bakanlık, Darülfünun hocalarının bilimsel eserler vermesini istiyordu. 1925 yılında Hukuk ve Tıp Fakültesi öğrencilerinin arasında çıkan kavga sorunu Mec­liste de tartışma konusu olmuştu. Eleştirilerden sonra, Darülfünun Emini İsmail Hakkı Bey Eminlikten istifa etmiş, Maarif Vekili Şükrü Bey, Darülfünunda incelemeler yapmış, kısa zamanda Darülfünun gelişeceğine inanmıştı141. Şükrü Bey’e göre, milletin medeni yeteneğini ve hayat kud­retini en yüksek derecede üniversiteler temsil ettiğinden, onları, diğer Av­rupa üniversitelerinin seviyesine çıkartmak lazımdı.
21 Nisan 1924’de yasa ile hükmü şahsiyetini kazanan ve 7 Ağustos 1925’de İstanbul Darülfünunu Nizamnamesi ile de ilmi muhtariyetini elde etmeye başlayan üniversite önemli aşamalar yapmaya başladı. 1926 yılın­da, üniversitede bazı düzenlemeler yapıldı ve yüksek okullara lise mezunu olmayanların alınmaması, doktor ve mühendis gereksinimi fazla olduğundan, yalnızca bir yıl için buralara lise çıkışlı olmayanların sınavla alınma­sına karar verilmişti. Böylece, 1863’de ilk kez İstanbul Darülfünunu adı ile açılan, ancak, eğitimi sürekli olmayan, 8 Şubat 1870’de, resmen yeniden açılan, ama, gene dar görüşlülerin muhalefeti ile bir yıl sonra kapatılan, 19 Ağustos 1900’de yeniden açılan ve 1908 Meşrutiyeti ile beş şube halin­de devam eden, 1921’de bütçesinin düzeni ve tartışması yapılıp, iki sene önce “Muhtariyet-i İlmiye”ye sahip olan üniversitenin mali ve hukuki şah­siyetine kavuşması konusundaki kanun tasarısı henüz kabul edilmemiş, 20 Nisan 1922 tarihli Nizamname ile Darülfünun adı İstanbul Darülfünunu olmuş, niyahet 1925’te ilmi bağımsızlığını elde etmişti.
1925’de medreselere fakülte adı verildiği gibi, 1928 Nisanında fakülte­deki bazı derslerin kürsüye çevrilmesi uğraşısı başarılı olmuş ve bunun so­nucu Edebiyat Fakültesinde bazı yeni kürsüler kurulmuş, Tıp Fakültesin­de ise bazı dersler kürsüye çevrilmiştir. 1932’de, yabancı uzman profesör Malche’ın raporu ile Darülfünun kaldırıldı ve yerine modern İstanbul Üniversitesi kuruldu.
14 Ocak 1925’de, Darülfünun Emini İsmail Hakkı Bey ve Hukuk Fakültesi Başkanı Aynı-zade Hasan Tahsin Bey’ler Üniversitenin bütçe görüşmesi nedeni ile geldikleri Ankara’da, Hakimiyet-i Milliye gazetesi muhabirleri ile de görüşmüşlerdi. Darülfünun Emini İsmail Hakkı Bey, Üniversitedeki gelişmeler hakkında Hakimiyet-i Milliye gazetesine epey önemli bilgiler de vermişti. Buna göre, istibdad döneminde yüksek okul­dan farksız olan Üniversite, Meşrutiyetin ilk devirlerinde de önemli bir ilerleme yapmamıştı. Balkan Harbinden sonra önemli yenilikler ile ilerle­me yolunda önemli adımlar atan Darülfünun, 1919 Nizamnamesi ile ilmi muhtariyet elde etmiştir. Ancak, 1924’e kadar Darülfünun bütçesi bir lise bütçesi gibi kaldığından, ilmi teşkilatını genişletmek olanağını bulamamış­tır. 1924’de, Darülfünunun gereksinimleri için altı yüz bin lira verilince, bütün fakültelerde ve şubelerde ilerleme izleri görülmeye başlamıştır. Bir sene içinde, tıp, fen fakülteleriyle, eczacı, dişçi okullarına en gerekli alet­ler sipariş olunmuştur. Kadırgada, senelerdir sefil şartlarda terk edilmiş olan Eczacı ve Dişçi Mektebi için Beyazıt’taki eski Jandarma Dairesi ta­mir edilip, modern ve kusursuz bir ilmiye binası meydana getirilmiştir. Ayrıca, Avrupa’nın en büyük üniversitesi olan Sorbonun Kütüphanesinin üçte birine, yani altı yüz bin cilde ulaşan bir Darülfünun Üniversitesi Kütüphanesi meydana getirilmiştir. Bunların dışında, Hukuk, İlahiyat, Edebiyat fakülteleri kaldırılmış olan Harbiye binalarına nakledilmiştir. Bütün fakülteler ve şubelerinde 1925 için yeni teşkilat ve yeni girişim projeleri hazırlanmıştır. Üniversite inkılapların ışığı ve doğrultusunda hareket etmektedir.
Hakimiyet-i Milliye 15 K.sani 1929, No. 1324
Mustafa Kemal’in Latife Hanımla Evliliği:
Mustafa Kemal, 9 Eylül 1922’de, İzmir’in Birlikleri tarafından alınıp Kadifekale’de Türk Bayrağının çekilişinin ertesi günü, yani, 10 Eylül günü, saat 14.00 de Genelkurmay başkanı Fevzi ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşalarla İzmir’e gelmiş, halkın coşkun sevgi gösterileri arasında Hükümet Konağına girmişti.
Mustafa Kemal Paşa, 10 ve 11 Eylül gecelerini Karşıyaka’da Alatini Köşkünde, 12 Eylül gecesini kendisi için hazırlanan I. Kordondaki bir ev­de geçirmiş, 13 Eylül günü gene Alatini Köşkünde kalmış, sonra Latife Hanımın ailesinin daveti üzerine Göztepe’deki Latife Hanımlarda (Uşakizade Muammer Beyin Köşkünde) misafir edilmişti. Bu sırada, Latife Ha­nımın babası, ve kardeşleri Avrupa’da bulunduklarından Latife Hanım büyük annesi ile evde yalnız oturuyordu. Latife Hanım aydın bir kızdı. Davranışları, bilgi, görgü ve tutumu ile Mustafa Kemal’in hoşuna gitmişti. İzmir’den Ankara’ya dönen Mustafa Kemal, her akşam sofrada Latife Hanım’dan uzun uzadıya bahsediyor ve onu övüyordu.
Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım, o sıralarda çok hasta idi ve Latife Hanım’ın övgüsünü duyunca, onu görmek ve oğluna almak ar­zusuna kapıldı. Doktorlar da hastalığının Ankara’da tedavi edilemeyeceği­ni, sahil kenarına gitmesini önerince, İzmir’e gitmeye karar verdi. Salih Bozok (Atatürk’ün Başyaveri), Mustafa Kemal’in Latife Hanım ile evlen­mesini arzu ediyordu. Kendisi önce İzmir’e gitmiş olup, Latife Hanımlar­da kalıyordu ve Latife Hanım hakkında Mustafa Kemal’e mektupla ve tel­graf ile zaman zaman bilgiler vermişti. İsmet Paşa da, Mustafa Kemal’in, Latife Hanım ile evlenmesini istiyordu.
Mustafa Kemal tarafından Ankara’ya çağrılan Salih Bey, Zübeyde Hanımı da alarak, gene, İzmir’e dönmüştü. Hasta olan Zübeyde Hanım ve Salih Bey, Latife Hanımlarda kalmakta idi. Latife Hanım, Zübeyde Hanıma çok iyi bakıyordu. Ancak, ilerlemiş yaşı ve hastalığı nedeni ile Zübeyde Hanım, 14 Ocak 1923 günü öldü. Mustafa Kemal, annesinin ölüm haberini Eskişehir’de öğrendi. Derhal, İzmir’e gelerek, Karşıyaka’ya geçti. Orada Salih Bozok ile görüştü. Ona “Ben Latife Hanımla evlenme­ye karar verdim. Şimdi babası burada ise, kendisini bu kararımdan haber­dar edersin ve hiç kimseye bir şey söylememesini de ilave edersin” dedi. Bu arada, Mustafa Kemal, 16 Ocak 1923’te, Karşıyaka’da annesinin me­zarının başında, gerekirse ulusal egemenlik yolunda canını vereceğine dair ant içti142.
Mustafa Kemal, evliliği, yeni bir aile hayatı yaratarak Türk milletine örnek olmak için de istiyordu. 1923’de bunu bizzat kendisi de dile getir­mişti: “Ben sadece evlenmek için evlenmek istemiyorum. Vatanımızda ye­ni bir aile hayatı yaratmak için önce kendim örnek olmalıyım. Kadın böyle umacı gibi kalır mı?”143.
Daha sonra, Mustafa Kemal, Muammer Beylerin evine geldi. 29 Ocak 1923 günü için, orada bulunanların bazılarını Muammer Bey’in evinde verilecek çay ziyafetine çağırdı. Muammer Bey’e de, İzmir Kadısını davet etmesini söyledi. Görünüşte çay ziyafeti olan bu toplantı, aslında ni­kah merasiminden başka bir şey değildi. Mustafa Kemal, Asım Gündüz’e “Asım yarın Mareşal’le Kazım Karabekir Paşayı olarak saat onda bana çaya gelin, bekliyorum dedi. Onlar, otomobille köşke gittiler. Kapıda Lati­fe Hanım tarafından karşılandılar. Uzun süreden beri Nis’te bulunan Mu­ammer Bey, eşi ve çocukları da evdeydi. İzmir’in yeni Valisi Abdülhalik Renda Bey ile Kazım Paşa(Özalp)da salonda idiler. Bir ara kapı açıldı. Salih Bozok: “—Efendim, Müftü Rahmetullah Efendi geldi! dediler. Mus­tafa Kemal’de: “—Buyursunlar!” diyerek Müftüyü karşıladı. Daha sonra gülerek “—Eğer genç olsaydım bu töreni başka türlü yapmak isterdim. Latife Hanımı bir ata bindirir, ben de bir ata binip koşturur, kaçırıp alır­dım. Ama, şimdi bunu yapacak kadar genç olmadığımı anlıyorum.”
Sonra Fevzi Paşa’ya dönerek, kendisinin, Abdülhalik Bey’in de Latife Hanımın şahitliğini yapmalarını ve nikahın kıyılmasını istedi. Müftünün dualarından sonra nikah kıyıldı144.
Mustafa Kemal, evlendikten birkaç gün sonra, yanlarında Latife Ha­nım da olduğu halde ufak bir geziden sonra Ankara’ya döndü.
Mustafa Kemalin işleri çok fazla idi. O hayatını ulusuna adamıştı. Gezide bulunmadığı sıralarda, Çankaya’da arka arkaya gerçekleştirmekte olduğu inkılaplar yüzünden ciddi incelemeler yapmakta, devlet adamları ile uzun görüşmelerini sürdürmekte ve onlarla Türkiye’yi yüceltecek çözüm yollarını bulmak için tartışmalara girmekteydi.’ Yani, bir çeşit yal­nız yaşıyor gibiydi.
Latife Hanım ile 31 Ağustos-12 Eylül 1924’te Hamidiye Kruvazörü ile Mudanya’ya, oradan Trabzon’a hareket etmiş, 15 Eylül’de Trabzon’a, 18 Eylül’de Rize’ye, 21 Eylül’de Samsun’a, 24 Eylül’de Amasya’ya, 26 Eylül’de Tokat’a, 27 Eylül’de Sivas’a, 29 Eylül’de Erzincan’a, 30 Eylül’de Erzurum’a gelmişti. Gazi, burada, depremden zarar gören ilçe ve köylerde incelemeler yaptı. Bu gezilerde Latife Hanım, hep Gazinin yanında bulu­nuyor ve Türk kadınının eşinin yanında her zaman yardımcı olması ima­jını yer ettirmeye çalışıyordu.
Gazi, 4 Ekim 1924’te Latife Hanım ile beraber Erzurum’dan ayrılmış, Sarıkamış’ta ziyaret ve incelemeler yapmış, heyetleri kabul etmiş, akşam da Latife Hanım ile birlikte ulusal bağımsızlık savaşı ile ilgili bir piyesi sey­retmişlerdi. 8 Ekim 1924’de Erzurum’da iken Mustafa Kemal Paşa ile La­tife Hanım arasında ufak anlaşmazlıklar belirmişti. Bu anlaşmazlıklar da­ha sonra ayrılığı doğuracaktır. Mustafa Kemal, 8 Ekim 1924’de Erzu­rum’da iken, Başyaveri Rüsuhi’yi çağırarak Latife Hanım ile Ankara’ya hareket etmesini bildirdi. Fakat, Latife Hanım, yalnızca Salih Bozok ile gi­debileceğini bildirince, Atatürk Salih Bey’e, Latife Hanımı Ankara’ya ge­tirme emrini verdi. Mustafa Kemal, Latife Hanım ile henüz nikahlı oldu­ğu için, O’nun geçtiği yerlerde merasimle karşılanmasını uygun görmüştü. Latife Hanım ile, Salih Bozok Kayseri’ye kadar otomobil ile geldiler. Er­zincan’da iken Latife Hanım, Mustafa Kemal’e bir mektup gönderdi. Bu mektup çok etkili olmuş olmalı ki, Mustafa Kemal, Salih Bozok’a bir tel­graf çekerek” Kayseri’den ileriye geçmeyiniz” direktifini vermiştir.
Mustafa Kemal, 13 Ekim 1924’de Kayseri’ye geldi ve Latife Hanım ile orada buluştu. Ancak, O, Latife Hanımdan ayrılmakta kesin kararlı idi. İsmet Paşa’ya verilmesi kaydı ile, Salih Bozok’a verdiği 9 Ekim 1924 tarihli mektupta, iki senelik deney sonunda Latife Hanım ile beraber ya­şamanın imkanı olmadığını anladığını, kendisine bu kararın bildirilmesini, kararının da kesin olduğunu açıklamakta idi. Mustafa Kemal, bu mektu­bu Kayseri’de Salih Bozok’a yırttırmıştı145.
Mustafa Kemal Paşa, Latife Hanım’ın kişiliğinde ideal hayat arkadaşı­nı bulduğunu düşünmüştü. Latife’nin Avrupa’da gördüğü eğitim, O’nun, Mustafa Kemal ile kendisini eşit durumda olduğu düşüncesine kapılması­na ve Mustafa Kemal’i etkisi altına alarak politikada faal rol oynayabilece­ğini düşünmesine sebep olmuştu.
Latife Hanım, aslında kendi çapında çalışmalar yapıyor, Türk kadını olarak vatanına hizmet etmek için girişimlerde bulunuyordu. Bunlardan birisi de, Türk Ocakları ile olan çalışmalarıdır. 28 Nisan 1925 Çarşamba günü, Türk Ocakları Kongresi Ankara’da açılmıştı. Latife Hanım, 30 Ni­san 1925 günü yaptığı konuşmada büyük ilgi toplamıştır. O’nun Kars Türk Ocağının ilk kadın delegesi olarak yaptığı konuşma çok beğenilmişti. Latife Mustafa Kemal Hanım Efendi, Kars Türk Ocağının delegesi ve Türk Ocağının bir ferdi olarak Kars’taki çalışmaları dile getirmiş ve Kars’ta 15 Eylül 1919’da kurulan Ocağın, o civarda milli ve sosyal hayatta ilk adımın atılması bakımından başarılı olduğu, “Türk milletinin saadet ve selameti, Türk milletinin harsı ve medeni inkişafını temin etmekle kaimdi” diyerek Türk Ocakları hakkındaki düşüncelerini ifade etmişti146.
Ancak, Mustafa Kemal’in yaşantısı çok yoğun çalışmalara ayrılmıştı. Latife Hanım ise O’na ayak uydurmakta güçlük çekiyordu. Mustafa Ke­mal’in sofrası sanki bir akademi havasını andırırdı. Her çeşit konu, devlet sorunları burada tartışılıp, sonuca bağlanırdı. Mustafa Kemal, herkesin fikrini masada söylemesini isterdi. Kendisine üçüncü bir şahıs hakkında bir şey söylendiğinde, ikisini de sofraya davet eder, yüzleştirirdi. Demokrat düşünceli olup, herkesin konuşma hakkına uyardı. Ancak, kontrolü de elinden çıkarmazdı147. Mustafa Kemal, ev hayatından çok, kendisini mil­letine adamış bir devlet adamıydı. Sonunda 5 Ağustos 1925’de Mustafa Kemal ile Latife Hanım ayrıldılar. Ayrılışları, henüz Medeni Kanun olma­dığı için eski yasaya göre gerçekleşmiş oldu. Mustafa Kemal, Latife Hanı­mın, İzmir’e ailesinin yanına dönmesini sağlayacak işlemleri yaptırttı. Ga­zetelere anlaşarak ayrıldıkları yolunda bir de beyanat verdi. Bir daha da hiç evlenmedi.
Şapka ve Kılık-Kıyafet inkılabı:
Türk halkının Osmanlı döneminde giydiği giysiler, eski atalarının giy­dikleri giysilerden farklıydı. Eski Türkler, aslında fes, şalvar, çarşaf, takke gibi kendi gelenek ve göreneklerine uygun düşmeyen giysileri giymezlerdi. Akşamları evlerde, erkeklerin o tarihlerde entari şeklinde bir elbise giyme­leri de hep Araplara özgü olduğu halde, ne yazık ki, bu sonra Türkler ta­rafından da uygulanır olmuştu.
Osmanlı İmparatorluğunda, her cemaat için değişik giysiler mecbur tutulmuştu. Bu giysilerin de renkleri farklıydı. Azınlıkların ve Müslüman­ların bu değişik giysileri ile ortaya, Asya-Avrupa karışımı değişik bir görünüm ortaya çıkmaktaydı. Bu da hoş bir durum yaratmıyordu.
III. Selim’in ve II. Mahmut’un giysi konusunda aldıkları tedbirler, çı­kardıkları hatt-ı hümayûnlar yeterli olmayıp, modern ve çağdaş devlet ya­pısına uygun değildi. Fes, bir Yunan giyimiydi. II. Mahmut, İslam vatan­daşlarına düzgün bir görünüş vermek için bunun giyilmesini zorunlu kıl­mış ve o zamanlar için bu bir reform kabul edilmişti. Ancak, ulusal bir giysi olmayan fesin çok masrafa neden olduğu konusu ulusal bağımsızlık savaşı sırasında Mecliste tartışılmış ise de, başarı sağlanamamıştı. Mustafa Kemal bunun muhakkak kaldırılmasını arzu etmekte idi.
Mustafa Kemal, bize özgü olmayan, sıcak Asya ve Afrika ülkelerinin halkının kullandığı giysilerin ortaya çıkardığı gözü bozan karışıklığı önle­mek, gelenek ve göreneklere de ters düşen bu giysi karışıklığına bir çare bulmak eğiliminde idi. O, modern bir görünüş veren batı giyimine sem­pati duyuyordu. 1925’de, O’nun uygulamağa başladığı şapka ve giysi inkı­labı aslında, kadın erkek bütün milletin hem iç, hem de dış görünüşüne, çağdaş damgasını vuran bir davranış ve doğululuktan çıkışın bir simgesi olarak görülmelidir.
Mustafa Kemal, giysi inkılabı konusunda kararını çok önceleri vermiş, 1923’ün hemen başlarında ise bunu halka duyurmaya başlamıştı. O, 31 Ocak 1923’te, İzmir’de halka hitaben yaptığı konuşmada kadınların te­settürünün (örtünmesinin) zararlarını şöylece dile getirmişti: “..Kasaba ve şehirlerde ecanibin (yabancıların) nazar-ı dikkati en çok tesettür üzerinde tesebbüt ediyor (Toplanıyor). Buna bakanlar kadınlarımızın hiçbir şey görmediklerini zannediyor. Memafih icab-ı din (din gereği) olan tesettür, kısaca ifade etmek lazım gelirse, denebilir ki kadınların külfetini mucip ve muhalifi adap almayacak şekl-i basitte olmalıdır. Şekl-i tesettür kadını haya­tından, mevcudiyetinden tecrit edecek (uzaklaştıracak) bir şekilde olmama­lıdır” 148. Bundan üç hafta sonra ise, 21 Mart 1923’te Konya Hilal-ı Ahmer Kadınlar Şubesinin düzenlediği çayda gene giysi sorununu ortaya at­mış, giysilerimizin biz olmaktan çıktığını, artık çağdaş giysilerin alınması­nın gerektiğini savunmuştur: “Şehirlerdeki kadınlarımızın tarz-ı telebbüs ve tesettüründe (giyinme ve örtünme şekillerinde) iki şekil tecelli ediyor (ortaya çıkıyor). Ya ifrat, ya tefrit (Ya aşırılık, ya da azlık) görülüyor. Yani ya ne olduğu, çok kapalı, çok karanlık bir şekl-i harici (dış şekli) gösteren bir kıyafet ve yahut Avrupa’nın en serbest balolarında bile kıyafet-i harici­ye olarak arz edilemeyecek kadar açık bir telebbüs. Bunun her ikisi de şe­riatın tavsiyesi, dinin emri haricindedir. Bizim dinimiz kadını o tefritten de, bu ifrattan da tenzih eder (uzak tutar)”. Mustafa Kemal, giysi konu­sunda Avrupa kadınlarını taklit eden kadınlara çatarak, her milletin ken­dine göre özellikleri, milletin ruhuna, hayatına, gereğine göre giysi seçil­mesini önerir. O, kadınların çocuk yetiştirme görevini de üstlendiğini, bu yüzden daha bilgili ve aydınlatıcı olmaya mecbur olduklarını da öne süre­rek, kadına önem verilmesini, Medeni Kanundan çok önce ifade etmiş­tir149.
19 Ağustos 1925 günü, Kastamonu’dan Ankara’ya gelen bir heyet, Halk Fırkasında Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilmiştir. Heyet­ten Hüsnü Bey, Mustafa Kemal’e, Kastamonu halkının, Cumhuriyet inkı­labını meydana getirdiğinden dolayı sonsuz “Minnet ve şükranlarıyla sa­mimi hürmet ve teatilerini” ilettiğini belirtip, Gazi’yi Kastamonu’ya davet eder. Mustafa Kemal’de, bundan sonra ilk seyahatini Kastamonu’ya yapa­cağını “Herhalde Kastamonu’ya pek yakında geleceğim” şeklinde ifade eder. Gazinin bu gezisi 23 Ağustos günü gerçekleşecektir150.
Kastamonu’ya gelen heyet, Kastamonu Halkına, Gazi’nin 23 Ağustos günü Kastamonu’ya geleceğini müjdeledi. Gazinin gelmesi haberi üzerine, şehirde, O’nun geçeceği yollarda Belediye, Türk Ocağı, Halk Fırkası, vila­yet ve askeriye tarafından on ikiyi aşkın tak yapılmıştı. Başta Kastamonu Valisi Fatin Bey olmak üzere, Türk Ocağı, Halk Fırkası, Muallimler Birli­ği ve diğer heyetler, Gazi’yi cumartesi günü saat beşte değirmenlerde kar­şılayacaklardı. Gazi, Kastamonu’da terzi Mehmet Emin Ağa’nın Konağın­da kalacaktı151.
Ertesi gün Açık söz gazetesinde, Gazi’nin kalpaklı bir resmi ile misafir kalacağı Kastamonu’nun bir resmi de yayınlanmıştı152.
Gazi, 23 Ağustos 1925’de, giysi inkılabını gerçekleştirmek amacı ile, Ankara’dan Kastamonu ve İnebolu’ya sessiz ve merasimsiz olarak yola çı­kar. Yanında Fuat (Bulca), Nuri (Conker) ve iki yaveri ile başkatibi de vardır. Öğle vakti Çankırı’ya varan Gazi’yi, Çankırı’nın Halk Fırkası İl Başkanı Müftü Ata Efendi, Belediye Reisi Cemal ve Çankırı milletvekilleri karşılarlar. Paşanın üzerinde yerli ketenden gri bir elbise, elinde de pana­ma şapka mevcuttur. O, bu şapkayı ilk kez halka takdim eder. O’nu başı açık görenler, feslerini, kalpaklarını çıkarırlar. Mustafa Kemal, onlara şap­kalarının nerede olduğunu sorar, karşılayıcılar, O’nun şapka ile geleceğini bilemediklerinden tedbir alamadıklarını açıklamak zorunda kalırlar.
Öğle yemeği Kız Okulu’nda yenilir. Konuşmaların esası hep medeni­yet, ilerleme ve şapka konusudur. Gazi, Çankırı milletvekillerini de yanına alır ve Ilgaz kasabasına gelinir. Ilgaz dağlarında mola verilir ve çobanların sunduğu yufka, kaymaktan ibaret olan yemek yenilir. Bu arada, Gazi’yi kazalarına davet için İnebolu, Daday, Araş, Tosya, Safranbolu, Cide, Taşköprü kazalarından yedi heyet Mustafa Kemal ile konuşur.
23 Ağustos 1925 günü, şehrin girişinde, Kastamonu’dan gelmiş oto­
mobil Gazi’yi karşılar. Gazi’nin başı gene açık, panama şapkası elindedir.
Halkı böyle selamlar. Kastamonu’ya iki kilometre kala, yolun iki tarafının
şehirden ve kazalardan gelen halk Gazi ile buluşur ve “Yaşasın Gazimiz,
yaşasın Kurtarıcımız” diye bağırıp, alkışlamaya başlarlar.
Mustafa Kemal ve yanındakiler, bir Kastamonu konağına konuk edi­lirler. Yemekten sonra balkondan halk oyunlarını seyreden, Gazi başı açık olduğu halde halkı selamlar153.
24 Ağustos günü, üzerinde çok seyrek giydiği mareşal üniforması ol­duğu halde, Kastamonu kışlasını ziyaret eder. Kışlanın bir duvarında “Bir
Türk on düşmana bedeldir” yazısı vardır. Mustafa Kemal, çağırdığı suba­ya “—Böyle mi?” diye sorup, öyle olduğu yolundaki cevabı alınca, şöyle
yanıt verir :
“— Hayır, bence öyle değildir. Bir Türk Dünya’ya bedeldir”154.
Bu söz, bu zamana kadar Türklük hakkında aşağılamalara kadar va­ran bir düşünüş ve inanışın, Türk’ün Çanakkale, Sakarya, Dumlupınar’da kahramanca mücadelesinin ve kuvvetinin yanıtıdır. Bilindiği üzere, Osmanlı İmparatorluğu’nu kuranlar Türklerdir. Ancak, Türkler daha sonra, imparatorluk seviyesine yükselen ve üç kıtada hüküm süren, çeşitli ırk, din, dillere mensup toplulukları içinde barındıran bu kozmopolit toplum­da kuruluştaki benliklerini, kuvvetlerini kaybetmişlerdi. Ticari olanakları, kapitülasyonlar nedeni ile Avrupalılara ve azınlıklara kaptırdıktan sonra, uzun süren savaşlarda Türk halkını yorarak, Türk’ün ticaretle uğraşamaz hale gelmesine neden olmuşlardır. Osmanlı ticaretinin büyük bir bölümü, askerlik yapmayan azınlıkların eline geçmiştir. Osmanlı ticari ve ekonomik kaynakları, batı emperyalizminin sömürü düzeninde, onların isteğine göre işler olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu, İslam Devleti olması nedeniyle de, başlangıçta öz Türkçe olan dili, sonradan bozulmuş, Arapça ve Farsça, Türkçe’den oluşan ve Osmanlıca denilen bir dil saray ve devlet kademele­rinde geçerli olmuştu. Giysiler ise, daha çok Arap kökenlidir. Görüldüğü üzere, imparatorluk büyüdükçe, milli kökenden uzaklaşılmış, ancak, yöne­tici zümrenin çoğunluğu Türk, ama, savaşan ve ömürlerini savaş alanla­rında tüketen de Anadolu halkı olmuştur. Türklere bürokratik işler kal­mış, taşradaki halk ise savaş alanlarında tükenir olmuştur. XIX. yüzyılda, artık, eski benliğinden git gide kopan Türklük, adeta, bir alay konusu ha­line gelmiştir. Türklük ile alay edilir olmuştur. Birisine kızıldığı zaman “Kaba Türk” denilmiştir.
Ancak, İmparatorluk dağılmaya başlayınca, özellikle, XIX. yüzyılın sonlarından itibaren, Osmanlılık kavramından yavaş yavaş sıyrılınmaya başlanmış ve Türklük şuuru etrafında toplanılmıştır. Özellikle, Anadolu’da yapılan yayınlarda öz Türkçe kullanılmaya başlanmış, Anadolu’yu “Mübarek Anadolu, Koca Türk İli, Aziz Vatan” diye övenlerin sayısı art­maya başlamıştır. Ulusal Bağımsızlık Savaşı sırasında ise, Anadolu halkı­nın gücü ve varlığı bütün dünyaya kabul ettirilmiştir. İşte, Gazi’nin Türk’ün üstünlüğünü belirten bu sözleri, Türk halkının varlığını, üstünlüğünü, milli devlet olmanın da bilinciyle kuvvetlendirmek amacı ile söylenmiştir. Bu ulusal varlığı kuvvetlendirici sözler, Gazi tarafından bun­dan sonra da sık sık söylenecektir.
Gazi, 24 ağustosta yeni yapılan memleket kütüphanesini de gezmiş, burada çok az kitap olduğunu görünce, beş yüz lira bağışta bulunmuş, sa­rık meselesi görüşülürken de “—Sarığı selahiyatdar olmayana sardırmamalı..Sonra vazifelerini yaparken sarmalı..” demiştir155.
Kastamonu belediye binasında kaza ve nahiyelerden gelen heyetleri ve kuruluşları mareşal üniforması ile kabul eden Gazi, onların dertlerini din­lemiştir. Herkes de, devlete ve devletin en büyük yöneticisine karşı büyük bir saygı, sevgi ve umut hisleri vardır. Gazi, burada bir konuşma yaparak medeniyetin üzerinde durmuştur: “Biz medeni olmalıyız. Fikrimiz ve zih­niyetimiz, tepeden tırnağa değişmelidir” diyerek İslam ve Türk dünyasın­da medeniyetin emrettiği yüksekliğe ulaşılmadığından ıstırap içinde bu­lunduğunu da açıklamıştır. Bu arada fesli olan birisinin fesini de çıkarttırmıştır. Gazi, belediyeden sonra hükümet binasına gelmiştir. Bu arada yol­da herkes fesini çıkarmıştı. Kastamonu Müftüsü de sarığını çıkardı. Mus­tafa Kemal, Müftü’ye, İslamda kıyafetin şeklini sorduğunda, İslamda kıya­fetin şeklinin olmadığı, kıyafetin çıkara ve gereksinmeye göre değişebilece­ği cevabını almıştır156.
24 ağustos günü, Mustafa Kemal-halka hitaben yaptığı konuşmada (belediye dairesi önünde) bir terziye şalvarlı elbiseler mi, yoksa uluslar­arası kıyafetler mi ucuz sorusunu sormuş ve uluslararası elbiselerin daha ucuz olduğu cevabını alınca, bu elbiselerin ucuz, basit olduğunu belirt­miştir. Bir esnafa da fesini göstertmiş ve “İşte içinde takke, üzerinde abani sarık fes. Bunların hepsinin ayrı ayrı parası ecnebilere gidiyor…” diyerek düşüncesini ifade etmiştir157.
Gazi, 25 ağustos günü, öğleye doğru, Kastamonu’dan İnebolu’ya ha­reket etti. İnebolulu gençler, Gazi’yi gemici oyunları oynayarak karşıladı­lar. Ertesi gün, 26 ağustosta, mareşal üniforması ile yürüyerek belediye bi­nasına gelir ve orada heyetleri kabul eder, memurlarla konuşur.
26 ağustosta, İnebolu’da kaldığı evin önünde yaptığı konuşmada, şimdiye kadar yaptığı atılımları millet ve memleket çıkarı için yaptığına, halk ile ilişki kurarak onların isteği üzerine bunları gerçekleştirdiğini belir­terek “Şimdiye kadar yaptığımız işlerde aldığımız kararlarda aldandığımız ve millet aleyhine çıkan hiçbir şeyimiz yoktur” deyince, salon kendisini tasvip eden “Asla aldanmadınız, asla! Asla” haykırışları ile çınlamıştır158.
Mustafa Kemal, 28 ağustos günü sivil elbisesi ve elinde panama şap­kası ile İnebolu Türk Ocağına yürüyerek gitti. Burada yaptığı konuşmada, memleketin başında bir dakika olsun sultanın, halifenin bırakılmasının eğitimin mektep ve medrese diye ikiye ayrılarak bölünmesine neden olaca­ğını, bunun doğru olup, olmadığı sorusuna asla diye bağırarak kendisine cevap verilmesi ile memnun olur159. Bütün bunlar gösteriyor ki, Gazi’nin yaptığı inkılaplarda ve bunların yürütülmesinde halk ile Gazi bütünleşmiş­tir. Türk milleti, Türkiye’nin çağdaşlaşması, medeniyet dünyasında yerini kazanmasında O’nun yaptıklarını tasvip etmektedir.
Gazi, daha sonra, medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkının bunu aile hayatı, yaşayış tarzı ile göstermesinin gerektiğini belirterek “Bi­zim kıyafetimiz milli midir?” diye sorar. “Hayır” seslerini duyduktan son­ra “Bizim kıyafetimiz medeni ve beğenilmeli midir?” diye sorar, gene “Ha­yır, hayır” diye haykırışları duyunca:
“— Size iştirak ediyorum. Tabirimi mazur görünüz. Altı kaval, üstü şişhane diye ifade olunabilecek bir kıyafet ne millidir ve ne de beynelmi­leldir” der. Sonra, Türk ulusuna gereken kıyafeti açıklar:
— Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve bittabi bunların mütemmimi (tamamlayıcısı) olmak üzere başta siperi şemşli serpuş, bunu açık söylemek isterim. Bu serpuşun ismi­ne şapka denir. Buna caiz değildir diyenler vardır. Bunlar cahillerdir. On­lara sorarım. Yunan serpuşu olan fesi giymek caiz olur da, şapkayı giy­mek niçin caiz olmaz”160.
Gazi hazretleri, artık düşündüklerini söylemiştir. O, şapka ve kıyafet inkılabını, Kastamonu ve İnebolu’da başlatmıştır. Üç gün İnebolu’da kal­dıktan sonra 28 Ağustos 1925 günü Kastamonu’ya hareket eder. 29 Ağustos’ta Kastamonu Kışlasındaki yemekte “Milleti sevk idare edenlerin da­yanağının ordu olduğunu söyler. Türk halkının teşkil ettiği ordu olmasay­dı, Ulusal Bağımsızlık Savaşı kazanılamaz ve savaş sonrasında sınırlarımı­zın korunması, inkılapların pekiştirilmesi mümkün olamazdı. Ancak, Türk inkılaplarının asıl sahibi Türk halkıdır. Ordu hakkındaki düşüncelerinden sonra, Gazi Türk milleti için “Türk milletinin son senelerde gösterdiği ha­rikaların, yaptığı siyasi ve içtimai inkilapların hakiki sahibi kendisidir” der. Gerçekten de Türk milleti, ordusuyla, basınıyla, köylüsüyle, şehirlisiyle bir bütün olarak çalışmıştır ve çalışacaktır. Bütün bu hareketler omuz omuza çalışmanın sonucu gerçekleşmiştir.
Gazi, 30 Ağustos 1925’de, Türk Ocağını ziyaretten sonra, Halk Fırka­sı Merkezine gelir ve burada irticaya çatarak, halkı bu konularda aydınla­tıp, gerçek yolun ilim yolu olduğunu açıklar. Mustafa Kemal, Halk Fırka­sı binasında partililerle yaptığı bu konuşmasında, yetkili olmayan kişiler, dini yetkilere sahip kişilerin aynı giysiyi giymelerinin mahzurlarını belirt­tikten sonra, milli giysinin nasıl olması gerektiğini uzun uzadıya izah et­miştir:
“İnebolu’da ve diğer yerlerde söyledim. Bugünün meselesi gibi müta­laa edileceğinden burada da bahsetmek isterim. Her milletin olduğu gibi bizim de milli bir kıyafetimiz varmış, fakat gayri kabili inkardır ki taşıdığı­mız kıyafet o değildir. Hatta milli kıyafetimizin ne olduğunu bilenler içi­mizde azdır bile. Mesela karşımda kalabalığın içinde bir zat görüyorum (eliyle işaret ederek). Başında fes, fesin üstünde bir yeşil sarık, sırtında bir mintan, onun üstünde benim sırtımdaki gibi bir ceket, daha alt tarafını göremiyorum. Şimdi bu kıyafet nedir? Medeni bir insan bu alelacaip kı­yafete girip dünyaya kendine güldürür mü? (evet güldürür sadaları)”, Gazi daha sonra devlet memurlarının bütün milletin giysilerini düzelteceğini, denenmiş medeni giysilerin giyileceğini açıkladıktan sonra, kadınların giy­silerinin gülünçlüğünü de şöylece ifade etmişti:
“Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya bir peşte-mal veya buna mümasil (benzer) bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın mana ve medlulü (anlam ve işareti) nedir? Efendiler, medeni bir millet anası, millet kızı bu garip şekle, bu vahşi vaziyete girer mi? Bu hal milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal tashihi (düzeltilmesi) lazımdır”. Gazi daha sonra, memleketteki cemiyetlerin mille­ti bu konuda aydınlatması ve ciddi suretle ilgilenmelerini önerdi. Daha sonra milletle temastan ve kendisine gösterilen ilgiden büyük bir memnu­niyet duyduğunu ifade etti161. Mustafa Kemal, böylece, milli giysinin nasıl olması gerektiğini, şimdi giyilen giysinin milli olmadığını halka anlattığı gibi, görevlilerin de bu konuda halkı aydınlatmasını istemekle, giysi konu­sunda önemli bir adım atmış oluyordu. Halkın da konuşmalarında Gazi’yi onaylaması, halk ile Gazi’nin aynı fikir doğrultusunda olduğu ve bu inkılabın benimsendiğini göstermektedir.
Gazi hazretleri, 31 ağustos günü, Kastamonu’dan Ankara’ya doğru hareket etti. Kastamonu’dan hareket ederken de, Kastamonu halkına “Bu samimiyet kitlesi karşısında ifade-yi meram edebilmek çok güçtür. Biliyor­sunuz samimiyetin lisanı yoktur. Samimiyet kabil-i ifade değildir” dedik­ten sonra, burada gördüğü samimiyet ve gösteriyi hiç unutmayacağını be­lirterek “Mecburiyet-i katiye olmasaydı, şimdi buraya dönerdim” dedi. Kastamonu halkına Gazi öyle bir sevgi bağıyla bağlanmıştır ki, uzakta ol­sa dahi kalben onlarla birlikte olacağını “Teminat veririm ki, burada bu­lunmadığım ve birkaç yüz kilometre mesafede bulunduğum halde bile yi­ne sizin içinizde imiş gibi mütehassıs olacağım” diye ifade etmişti162.
Gazi, Çankırı’ya geldiğinde halk kendisini büyük bir heyecanla, ikinci kez karşılar. O, Hükümet Konağında heyetleri kabul eder. Çankırı’da ak­şam yemeğinde konu gene medeniyet ve inkılaplar üzerine toplanmıştır.
1 Eylül 1925 günü, Gazi, Ankara’ya döndüğünde, devlet büyükleri ta­rafından ellerinde şapka olduğu halde karşılanır ve O karşılayanları şapka­sı ile selamlar. Birlikte fotoğraf çektirilir. Böylece ilk şapkalı fotoğraflar or­taya çıkmış olur163. Herhangi bir yasa çıkarılmadığı halde, herkesin şapka giymeye başlaması milletin bu inkılabı ne kadar çok benimsediğini göster­mekteydi.
Mustafa Kemal, giysi inkılabında bir zorlamanın gerekmediğine, mil­letin bunu kendiliğinden kabul edeceğine inanmakta idi. Nitekim, bu düşüncesini, 31 ağustosta İskilip’ten gelen heyete de şöyle açıklamıştı:
“Kılığın uygar bir şekle sokulması için kanun gerekli değildir. Millet karar verir, yapar… Biz de uygar kılığın bütün ayrıntılarını kabullendik. Memurlar ve mebuslar, bunu gereği gibi uygulayarak halka rehberlik et­melidirler” 164.
Şapka ve kıyafet konusunda önceleri hiçbir kanun hazırlanmamıştır. Ancak, 2 Eylül 1925 günü, memurların şapka giymesi ve dini görevlilerin giysileri ile ilgili bir hükümet kararı çıkarılmıştır. Bu tarihte, din ile ilgili giysilerin ancak din işleriyle uğraşanlar tarafından giyilmesi ile ilgili karar Bakanlar Kurulu tarafından imza edilmiş ve bütün devlet memurları için de şapka giymeleri kararı alınmıştı. Bu kararın 5. maddesinde, bina dışın­da ilmiye mensuplarının dini elbise ile dolaşamayacakları, 6. maddeye göre de, ilmiye sınıfının dışında olanların dini elbise giyemeyecekleri açık­lanmaktaydı. Devlet memurları ile ilgili maddelerin ikincisinde “Binalar dahilinde (içinde) başı açık bulunmak kaidedir. Selam teatisi baş işareti ile olur. 3. madde binalar dışında selam teatisi şapka ile olur” denilmekteydi. Kararnamenin altında, başta Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ol­mak üzere Başbakan İsmet İnönü, Milli Savunma Bakanı Vekili Receb, Adliye Vekili Mahmud Esad ve diğer bakanların imzaları bulunmakta idi165. Böylece, memurların bina içinde başı örtülü bulunmaması kesin olarak karara bağlanmıştır. Ancak, bu henüz kararname durumunda olup, yasa haline getirilmesi ve kabulü 25 Kasım 1925’de gerçekleşecektir. Konya Milletvekili Refik Koraltan ve arkadaşları kasım ayında, şapkanın milli serpuş olması için meclise bir yasa tasarısı verdiler. Çünkü, halk şap­ka ve giysi inkılabını benimsemişti.
21 eylülde İzmit’e, 22 eylülde Bursa’ya geçen Mustafa Kemal, Bursa­lıların kendisini hiçbir yasa hükmü olmadığı halde şapka ile karşılamala­rından memnun olmuş ve şapkanın benimsenmesi için halka telkinde bu­lunmuştur. 23 Eylül 1925’de Bursa Türk Ocağı’nda yaptığı konuşmada şapkanın önemi ve güzelliğini şöylece vurgulamıştı:
“Güzel bir serpuş olan şapkadan pek az bir müddette dervişler, mürit
ve hoca da memnun kalacaklardır… Bugün şapkayı giydik. Bundan bir­
çok ecnebiler memnun olmuşlardır. Çünkü, onlar başlarındaki şapka ile
bizden fazla birçok imtiyaza (ayrıcalıka) malik olmuşlardır… Hanımlar da
erkekler gibi şapka giymelidirler. Başka türlü hareket etmemize imkan
yoktur. İşte size bir misal: Bu başla medeni bir hanım Avrupa’ya gidip
insan içine çıkamaz..” 166.
Gazi, 8.10.1925’de Balıkesir’de halka hitap ederken de, milleti eski giysilerde bırakanların, onları alay edilir duruma soktuklarını, kendi gafletlerinden safsatalarla uğraştıklarını ifade etmek suretiyle halkını aydınlat­mıştır:
“Arkadaşlar, Türk milletini şimdiye kadar taşıdığı püsküllü yadigarın medlulü (işareti) gibi telakki edenler elbette çok aldanmışlardır. Gerçi mil­leti kirlilik ve cehaletin nişanesi gibi telakki edebilecek şekil ve kıyafette bı­rakarak, cehaletin istihza ve istiskaline (alay ve soğuk muameleye) uğra­makta mana yoktu. Bu gaflette bulunanlar ve bütün milleti kendi gafletle­rine tabi’ kılmak için hatıra gelen ve gelmeyen bimana (manasız) safsata­lara istinat edenlerin hataları büyüktür…”16?.
10 Ekim 1925’de Akhisar Türk Ocağı’nda ise, şapka giyip, giymeme­nin tartışmasının yapılamayacağını, şapkanın da, medeniyetin diğer eserle­rinin de alınacağını ifade etmiştir:
“İnkılabın temellerini her gün derinleştirmek, takviye etmek lazım­dır… Bütün safsataları bertaraf etmek lazımdır. Şapka giyelim mi, giyme­yelim mi gibi sözler manasızdır. Şapka da giyeceğiz, garbın her türlü asar-ı medeniyesini de alacağız. Efendiler, medeni olmayan insanlar mede­ni olanların ayakları altında kalmaya maruzdurlar…”168.
Marmara gezisi sırasında, Gazi şapka inkılabının halk tarafından be­nimsendiğini görmekten dolayı büyük bir memnunluk duymuştur. 29 eylülde Bursa’da şapka inkılabı lehinde büyük bir miting yapıldığı gün kendisi Çekirge semtinde istirahatta bulunuyordu169. Artık her yerde şap­ka giyilmeye başlanmıştı. Gazete haberlerine göre, Maraş’taki bütün me­mur ve görevliler şapka giymişlerdi 17°. Konya’da ise medeni giysiler giyil­meye başlanmıştır. Gazi hazretleri bundan duyduğu memnunluğu Babalık gazetesine bir demeç vererek 22 ekim’de şöyle dile getirmişti: “Çalışkan ve uyanık Konyalıların, bilhassa medeni kisvenin iksasında (medeni elbisenin giyiminde) gösterdikleri tehalük (heves) ve hassasiyet ayrıca şayan-ı kayıt-tır”171.
Mustafa Kemal Paşa, bu gezileri sırasında, halkın şapka ve giysi inkı­labını benimsediğini görmüş ve bu konuda yasa çıkması için gerekli hazır­lıkların başlaması direktifini vermişti. Nihayet, Konya Milletvekili Refik ve birkaç arkadaşının teklif gerekçesi şapka noktasında toplanmaktaydı ve “Aslında hiçbir öneme sahip olmayan başlık sorunu, çağdaş uygar uluslar ailesi içine girmeye kararlı Türkiye için özel bir değere sahiptir” denilmek­te ve çağdaş uygar ulusların tümünün şapka giydiğine işaretten sonra, şapkanın giyilmesi ile herkese örnek olunacağı açıklanmaktaydı. Yasa tek­lifinden önce, esasen İstanbul’da şapka giyimi çok yaygınlaşmıştı. 6 Ekim 1925’te, İstanbul’un kurtuluşunun üçüncü yıldönümü kutlanırken, hamal­lar ve kayıkçılar derneklerinin de katıldığı büyük kortejde, fes ve kalpağın atıldığı, şapkanın giyildiği gözleniyordu. Beyoğlu’ndaki şapkacı dükkanları­nın önünde şapka alabilmek için büyük kuyruklar oluşmaktaydı. Coşkun­luk Trakya ve Batı Anadolu yörelerine de yayılmıştı. Bütün köy muhtarla­rı toptan şapka alır olmuşlardı. İzmir’de haftalarca bu konuda canlı alışve­riş olmuştu. Seçkin Türk aydınları bu inkılabı çabucak benimsemişlerdi. Doktorlar, avukatlar, gazeteciler ve Avrupa’da eğitim görmüş olanlar ile diğer aydınlar şapka giymeye başlamışlardı172.
Görüldüğü üzere, şapka giyme zorunluluğu olmadığı halde, halk böyle bir yasa ve zorlama olmadan şapkayı sevmiş ve giymeye başlamıştı. Yasa tasarısını inceleyen İçişleri Komisyonu da “Esasen ulusumuz bu ge­reği anlayıp genellikle şapkayı giymekte olduğundan” gerekçesini belirtip, tasarıyı Meclis’e sevk etti.
Ancak, 25 kasımda yasa tasarısı görüşülürken, Bursa Milletvekili Nu­rettin Paşa bir önerge vererek, giysi konusunda Bakanlar Kurulu’nun yet­kisi bulunmadığını, Kurulun kararnamesi ile yetkilerini aştığını, “Eğer şapka giyilmesi bir kanun meselesi değilse, bu kanun teklifinin nazarı dik­kate alınmasına sebep kalmaz” demiştir. Ayrıca, Nurettin Paşa, milletvekil­lerinin memur olmadıklarını, halktan biri olduklarını bu yüzden şapka giyme zorunluluklarının olmayacağını, bu yasa teklifinin anayasanın 68 inci maddesindeki “Her Türk özgür doğar, özgür yaşar” maddesine ve di­ğer maddelere aykırı olduğunu savunmuştur. Refik Bey uygar ve çağdaş hayatın gereklerine uymanın şart olduğunu, bu önergenin yerinde olmadı­ğını belirtmiştir. Adalet Bakanı Mahmut Esat, Türk memurlarının şapka giymesi için kararname çıkarmak hususunun Bakanlar Kurulu’nun yetkisi içinde olduğunu, Kars Milletvekili Ağaoğlu Ahmed, şapkanın kabulü ile anayasanın pekiştirileceğini, Muş Milletvekili İlyas Sami Bey, Nurettin Paşa’yı hedef tutarak “Amacı Bursalıları savunmak ise, Bursalılar da şapka giymişlerdir,” demiştir. Bu konuda diğer konuşmacılar da Nurettin Paşa’ya çatmışlardır. Necati Bey-İzmir): “…Türk milleti, kendi kalbinden do­ğan bir istekle başına şapkayı giymiştir. Bunu eleştirmek, milli vicdanı incelememektir,” demiş Milletvekili Hakkı Tank Bey, Nurettin Paşa’nın şap­kanın aleyhinde söyleyecek söz bulamadığını ifade etmiş, daha sonra veri­len yeterlilik önergesinden sonra, yasa oylanmış ve devlet memurları ile görevlilerinin şapka giymesi 25 Kasım 1925’de kabul olunmuştur.
Sıra dinsel giysilere gelmişti. Dinsel kılığın yalnızca din adamları tara­fından giyilmesi için, henüz yasa çıkmadan önce, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Başkanı, Balıkesir Müftüsü, Tokat Belediye Başkanı, Trab­zon Cumhuriyet Halk Partisi Mutemedi, Beyşehir Doğanbey Belediye Re-isi’nden kutlama telgrafları gelmiş idi173. Nihayet, 30 Kasım 1925’te, dini memurlar için Hükümetçe tespit edilen giysileri yetkisiz ve izinsiz giyenle­rin cezalandırılması yasası çıkarıldı.
Türkiye’nin ilk şapka fabrikası Karamürsel’de kuruldu. Basında şap­kanın övgüsünü sütunlarında dile getirmekteydi. Şapka ve kasket stokları süratle tükeniyordu. Yasadan sonraki birkaç gün içinde, yüzlerce kişi şap­ka bulamadığından başı açık dolaştı174.
Fes yasaklanmış, ama, çarşaf giyilmesini yasaklayan hiçbir yasa çıka­rılmamıştı. Ancak, yöresel nitelikte alınan kararlarla, Gazi’nin başlattığı re­formu eleştirenlere karşı cezai yaptırımlar getirilmiştir. Bersin’de Belediye, Trabzon’da İl Genel Meclisi kadınların çarşaflı olarak sokağa çıkmasını yasaklamıştır. 1926’da oy birliği ile alınan bu kararlar halka bildiri ile du­yurulmuş ve çarşafın sakıncaları, özellikle; kötü niyetli kadınların kendile­rini gizlemek için bunu kullandığı ileri sürülmüş, polisin çarşaflı gördüğü herkesi en yakın karakola götürmesi konusunda emirler verilmişti. 1927 ocağında Rize’de de bu yolda bir karar alınmıştı. Bu tip önlemlerin diğer şehirlerde de alındığını görmekteyiz. Diğer taraftan çarşaf lehinde propa­ganda ve konuşma yapanlara da cezalar uygulanmaya başlanmıştır. Şeyh Musa, 1935’de İstanbul’daki vaazlarında Cumhuriyet rejimini ve çarşafın kaldırılmasını eleştirdiği için ceza mahkemesine çıkarılmıştı. Bu tip hare­ketlerden dolayı 1930 ile 1935 arasındaki yıllarda uygulamalar ve yaptırım cezaları sürmüştür175.
Şapka aleyhinde bazı yobaz ve eskiye tutkun kişilerin hareketleri de görülmüştür. Meclis’te Nurettin Paşa’nın konuşmasının bunları yanlış yola sevk ettiği de düşünülebilinir. Olaylardan ilki Erzurum’da 24 Kasım 1925’te ortaya çıkmıştı. Bazı gericiler, valinin önüne gidip, gösteriler yaptı­lar. Hükümet kuvvet kullanarak gösteriyi dağıttı, göstericiler tutuklandı. Erzurum vilayetine bağlı yerlerde de bazı gerici kışkırtmalar olduğu anla­şılınca, Hükümetçe buralarda bir ay süre ile örfi idare ilan edildi.
Erzurum’daki olayları planlayan ve otuz üç kişinin hüküm giymesine sebep olan olayları Gavur İmam adlı bir hoca ile Hoca Osman adlı şahıs­lar idi. Diğer illerde de bazı menfi propagandalar olmuştur. Bu propagan­dalarda kadınların namuslarının zedelendiği şeklinde akla hayele gelme­yen uyduruk sözler söylenmekte idi. Bu olaydan bir gün sonra, şapka gi­yilmesi ile ilgili yasa Büyük Millet Meclisi’nden geçmiştir. Ancak, tasarı­nın aleyhinde, Hükümet Kararnamesi’nden sonra tasarının kabulünden önce başka yerlerde de gösteriler olmuştu.
14 kasımda Sivas’ta İmam-zade Mehmet Necati ve arkadaşları şapka inkılabı aleyhine ve Hükümete hakaret sözleri bulunan bir beyanname ya­pıştırmışlardı. Bu konunun içinde yer almış olan otuz iki kişi mahkûm ol­muş, iki kişi de sürülmüştü. 22 kasımda Kayseri’de Mekkeli Ahmet Ham-di ve arkadaşları, Nakşibendi olduklarını ileri sürerek, kışkırtıcılıkta bulun­muşlar, Mekkeli olduğunu iddia eden Ahmed Hamdi, herhangi bir olay çıkmadan mahkemeye verilmişti. 25 kasımda Rize’de, bir iki hocanın elebaşılığı ile, Hükümetin dinsizliğe gitmesini önlemek için yapılan hareket derhal bastırılmış, Rize’ye giden İstiklal Mahkemesi elebaşılardan sekiz ki­şiyi idama mahkûm etmişti. Kanun çıktıktan sonra 26 kasımda Maraş’ta İbrahim Hoca, camide başına topladığı bazı kişilerle Hükümet aleyhine gösteriler yapmak istedi, ancak, yakalanarak Ankara İstiklal Mahkemesi’ne gönderildi. Şükrü ve Hasip adlı kişilerin Maraş’ta gösterileri önlenmiş, bunlar da Maraş’ta tutuklanmışlardır. 4 aralıkta ise, Giresun’da, Muhar­rem adlı bir hocanın elebaşlığında, gene şapka inkılabı aleyhine bir göste­ri yapılmış, ama, bu da hemen bastırılarak, elebaşılar ile isyana katılanlar mahkemeye sevk edilmişlerdir176.
Daha sonra, bu kişiler ve başka yerlerde bu tip şapka inkılabı aley­hinde gösteri yapanların duruşmalarına İstiklal mahkemeleri bakmaya de­vam etmişlerdir. Bunların bir kısmı suçsuz görülerek beraat etmişlerdir. Örneğin, Çerkeş’de cami kapısına şapka aleyhinde beyanname yapıştırmak suçuyla yargılanan Hoca Ahmet Efendi’nin muhakemesi sonunda 3 Ocak 1926’da suçsuz olduğu anlaşılmış ve serbest bırakılmıştır. Ancak, şapka aleyhinde harekette bulunan Tunuslu Ömer oğlu İbrahim, tabiiyet yasasına göre yurt dışına sürülmüştür177. Gene Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan ve suçları sabit görülen Bozkırlı Ahmet ve Sultanyerli Durmuş hocalar üçer yıl sürgüne mahkum edilmişlerdi178. Az önce bah­settiğimiz, 24 kasımda şapka inkılabı aleyhine harekette bulunanların du­ruşması 15 Ocak 1926’da sonuçlanmıştır. Maraş’taki olaya katıldıkları sa­nıyla yargılananlardan bazıları, terzilere şapka dikmelerini söylediklerini, ancak, bu şapkalar istenilen şekle uygun olarak yapılmadığı gerekçesiyle terzilere geri verdikleri, bu zaman süresince de zorunlu olarak şapka giyemediklerini ifade etmişlerdir. Bir kısım sanıklar ise, mevsim nedeniyle bağlarında ve çiftliklerinde bulunduklarından Hükümetin emirlerinden za­manında haberdar olamadıklarını ileri sürmüşlerdi. Sonuçta, bu olayın kışkırtıcılarından ve yönlendiricilerinden olarak şapka aleyhinde mektup alıp, yazarak sabah namazında Maraş ulu camisinde açıkça okumak sureti ile halkı isyana teşvik ve silahlı olarak Hükümet dairesine hücum ve ha­pishaneyi boşaltmaya kışkırtan, halen firarda olan Molla İbrahim, Bayrak­tar Hamdi, Kotyun Muhtarı, Nalband Ahmed’in birinci derecede suçlu oldukları anlaşılmıştır. Kayıp olan bu kişilerden başka, mahkemede bulu­nan Hafız Ahmed, Ali, Pekmezci Hacı Hüseyin’in yüzlerine karşı birinci derecede suçlu olarak idam kararları söylenmiştir. Diğer kişiler, Süleyman oğlu Mahmut, Müezzin Battal Mehmet, Ziraat Bankası Veznedarı Kara-oğlu Bekir, Ulu cami Hademesi Abdullah, Resul oğlu Ahmed, Van göçmenlerinden İsmail oğlu on beş sene, Maraş eski milletvekillerinden Hasip Bey on sene ve diğerleri daha az hapis cezasına çarptırılarak ceza­landırılmışlardır 179.
24 kasımda Erzurum’da ve diğer yerlerde şapka inkılabı aleyhinde gösteri yapanların mahkemeleri de 2 Şubat 1926’da sonuçlanmıştı. Bunla­rın, elebaşılarından Hacı Osman’ın, Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca’nın, Necip Ali’nin idamlarına, İskilibli Atıfın, Erzurumlu Hacı Osman’ın Mehmed’in, Telgraf Müdürü Halid’in, Yusuf, Kenan efendilerin üç sene­den on beş seneye kadar kürek cezasına, bazılarının hudut dışına sürülmesine, bir kısmının da (Ispartalı Hüseyin, Kardeşi kitapçı mihriban, İhsan v.b) beraatlerine karar verilmişti180. 3 şubat günü, İskilipli Atıf Hoca ve eski müftü Ali Rıza idam edildiler. Bir kısmının ise mahkemelerine devam edildi181.
Şapka aleyhinde olan hareketler eskiye özlem duyan, bir türlü yenilik­leri hazmedemeyen, çağdaş devlet anlayışına uzak düşen düşüncelere sa­hip bazı kişiler tarafından gerçekleştirilmiş idi. Ancak, bunlar toplumca benimsenmiş, desteklenmiş, hoş görülmüş olaylar değildi. Verdiğimiz bilgi ve örneklere dikkat edilirse, Mustafa Kemal’e her gittiği yerde, Kastamo­nu, İnebolu, Bursa, Balıkesir, Konya ve diğer yerlerde şapka ve giysinin benimsendiği yolunda halktan gelen istekler mevcuttu. Hatta, Bursa’da bu konuda bir de miting yapılmıştı. Halk, üç beş geriye dönük kafalı hoca ve imamın bu hareketlerini hoş karşılamıyordu. Gazi’nin ilerisi için düşünce­lerine halk da ortak çıkıyordu. Halk bu kışkırtıcı gerici kişileri düşünce ve inkılapları kabul ediş yönünden kat kat aşmış, eski sistemin bir daha geri gelmemesini arzu etmiş olduğundan, doğal olarak bu hareketler desteksiz kalacaktı. Gazi’nin dayanağı halktı. Halk bu tür gerici olayları bir türlü kabullenmiyor ve bu tip hareketleri benimsemediğini Ankara’ya gönderdi­ği telgraflar ile de açıklıyordu. Örneğin, Erzurum Belediye Başkanı Nafiz ve şehrin diğer ileri gelenleri ortaklaşa imzaladıkları telgrafta, ayaklanma­ya, kışkırtmaya, gericiliğe yönelik bu hareketi nefretle karışladıklarını, Er­zurum’un temiz halkının bu üzücü olaydan ve kendisine yapılan iftiradan dolayı üzüntü duyduğunu, bu lekeye sebep olanların en ağır bir şekilde, tertipçilerin de idam ile cezalandırılmalarını yürekten dilemekteydiler182.
Türk halkı ileriye atım atmaktan, inkılaplardan, medeniyetten yana idi. Hareketleri ile de bunu göstermişti. Artık durmamak, sürekli ilerle­mek, geriye bakmamak gerekti. Medeni eserler meydana konulurken hal­kın bunlara sahip çıkması şarttı. Geriye bakmak doğru olamazdı. Mustafa Kemal, bunu 30 Ağustos 1924’de, Dumlupınar’da şöyle ifade etmişti:
“…Medeniyet yolunda yürümek ve muvaffak olmak, şart-ı hayattır. Bu yol üzerinde tevakkuf edenler (bekleyenler) veyahut bu yol üzerinde ileri değil, geriye bakmak cahil ve gafletinde bulunanlar, medeniyet-i umûmi-yenin huruşan seli (bağırıp, şamata edenlerin seli) altında boğulmaya mahkûmdurlar…”183. Gazi’nin medeniyet ve ilerleme yolundaki düşünce­leri böyle idi. O, yeni Türk Devletini çağdaş devletlerin arasına sokmak is­tiyordu. Halkı da kendi düşüncesinde olduğu için inkılaplar yerine otur­muş ve Türkiye dünya devletleri arasında yerini bulmuştur. Her ne kadar çarşaf giyilmemesi hakkında yasa çıkartmamışsa da, sürekli olarak belirtti­ğimiz sözleri ile çarşafa karşı, bunun gülünç bir giysi olduğunu çeşitli ko­nuşmalarında belirtmiş, memurlara ve her çeşit devlet görevlilerine halkı bu konuda uyarmaları konusunda direktiflerini vermişti. Bunun sonunda da, pek çok il çarşafı yasaklamıştı. Esasen, diğer illerde bu pek giyilmemekteydi. Türk halkı Gazi’nin uyarıları ve telkinleri ile, modern ve çağdaş dünyanın kullandığı giysileri giymeye ve dünya devletleri arasında yerini almaya özen gösterdi. Hiç şüphesiz, memurlar ve dini görevliler için şapka giyimi ve giysi yasasının çıkması, bütün halk için örnek olmuştu. Yeni ye­tişen gençlik ve aydınlar, Atatürk’ün inkılabını anlamış ve O’nun sözlerini içinde duyarak ve yaşatarak, giysi konusundaki isteklerini yerine getirmiş­lerdir. Atatürk’ü anlamak ve sevmek demek de, esasen biraz da bu de­mekti. Şapka ve giysi inkılabı artık tutmuştu. Diğer inkılaplara geçmek za­manı artık gelmişti.
Şapka inkılabı daha çok İstanbul, Bursa ve ancak bazı büyük şehirler­de, o da, önce memurların giymesi ile uygulanmaya başlamış, hatta, şap­ka giyilmesi lehinde Bursa’da bir de miting yapılmıştı. Mustafa Kemal, bu hususları 30 Eylül 1925’de, Başbakan İsmet İnönü’ye çektiği telde açıklamaktaydı. Bu telde, Mustafa Kemal “Şapkanın İstanbul’da ve diğer şehirlerde henüz ekseriyetle memurin kısmına münhasır olduğu anlaşıl­maktadır. 27 eylülde Bursalıların umûmen şapka iksası hakkındaki yaptık­ları miting ve daha sonra alınan karar ile şapkanın köylere kadar yayıldı­ğını, bu konuda mitingler yapılmasının yararlı olacağına” işaret etmekteydi184.
Artık birçok nahiye ve köylerde şapka giyilmeye başlanmış, fesler artık bir kenara bırakılmıştı. Bu konuda Mustafa Kemal’e çeşitli yerlerden olumlu telgraflar gelmekteydi. Bergama’nın Dedikler nahiyesinin Müdürü Refet, Mustafa Kemal’e çektiği gizli mahreçli telde, halkın aydınlatılması sonucunda feslerin kaldırıldığını, merkez nahiye ve köylerde şapka giyimi­ne başlandığını açıklamakta ve “Türkiye’nin her tarafında tatbik edilmek üzere iradelerini sabırsızlıkla intizar ve muhterem ellerinizden öperim” de­mekteydi 185.
Görüldüğü üzere, şapka inkılabı artık her yerde benimsenmeye başla­mış olup milli bir giysi olmayan fes bir tarafa bırakılmaya başlanmıştır. Çok kısa sürede bu inkılabın tutmasının nedeni, halkın Mustafa Kemal’in bu konudaki direktiflerine ve görüşlerine inanıp, güvenmesinden ve böyle­ce batı dünyasına bir adım daha yaklaşmak istemesinden kaynaklanmak­tadır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder