1923 – 1928
arası Atatürk ilke ve inkılaplarının temelinin atıldığı ve pek çoğunun
gerçekleştirildiği bir dönemdir. Daha sonraki tarihlerde de bu hareketler yoğun
olarak devam edecek ve Türk halkı tarafından benimsenecektir.
İncelediğimiz
bu dönemde, askeri zafer sonuçlanmış olup, bunun siyasi bakımdan
pekiştirilmesi gerekiyordu. Yeni Türk Devletinin dünyada onur ve şerefini
kazanması ve çağdaş ülkeler seviyesine ulaşması için büyük atılımları yapması
gerekmekteydi. Kısacası, bu dönemde Atatürk, yeni Türkiye’nin temellerini atacak
ve Türkiye’yi çağdaş devletler düzeyine ulaştırma çalışmalarını
hızlandıracaktır.
1922
yılında, 26 Ağustos Büyük Taarruz ve hemen arkasından 11 Ekim de yapılan
Mudanya Antlaşması ile esasen sonuca ulaşılmış sayılırdı. Artık, inkılapların
ortaya konması ve gerçekleşmesi için sulh ve sükûna ihtiyaç var idi. Bu arada
inkılaplardan yalnızca birisi gerçekleştirilmiş ve saltanat tarihe karışmıştı.
Savaş istenmiyordu. Ama, saldırılara karşı hazırlıklı olmak da şarttı. Mustafa
Kemal Paşa, 1 Mart 1923’de, Meclisin dördüncü toplanma yılında hazırlıklı
bulunulması gerçeğini de dile getirmişti. Buradaki amaç bellidir. Türkiye
savaş taraftan değildir. Ancak, bir savaş çıkması halinde, Türk Ordusunun da
hazırlıklı olması şarttır. Diğer taraftan, Türkiye’nin savaşta uğradığı
zararları ortadan kaldırmak için çok çalışmak gerekiyordu. Mustafa Kemal Paşa,
ulusal bağımsızlık savaşı sırasında Karadeniz sahilinde, Amasya, Tokat
sancakları içinde Rumların Pontusçuluk adı altında kurulan cemiyetlerine,
sayıları kırk sekizi bulan adi eşkıya çetelerine temasla, bunların yok
edildiğini, bundan sonra bu tip asayişsizlik olaylarının olmayacağını, bunun
sağlanması için de, emniyet ve iç asayişin tek koruyucusu olan jandarma
sınıfının düzenlendiğini ve jandarma okullarının açıldığını da açıklamıştı1.
Mustafa Kemal Paşa, bir taraftan savaşın siyasi bakımdan sonuçlandırılmasına,
diğer taraftan da içte huzur ve sükûnu sağlamaya çalışır iken, öbür yandan da
inkılapların hazırlanması ve benimsetilmesi için çalışmalar yapmaktaydı.
Mustafa
Kemal’in işi çok zordu. Savaştan yorgun çıkmış olan Türkiye’nin ekonomik
durumu hiç iç açıcı değildi. Fabrika yoktu, sermaye yok denecek kadar azdı.
Halk savaşın getirdiği felaketler nedeni ile perişandı. Bu şartlar altında yeni
bir Türkiye’yi yaratmak hiç de kolay değildi. Yeni Türkiye’yi yaratmak için
elde yeterli eleman yoktu. Pek çok aydın savaşta hayatını kaybetmiş olup,
olanların sayısı da pek azdı. Yüksek okul sayısı da fazla değildi. Gerekli
görevlileri yetiştirmek için eldeki mesleki okulların sayısı da yeterli
değildi. Bu yüzden yeni yeni okulların açılması ve elit sayısının artırılması
gerekmekteydi. Bütün bunlara karşın, Osmanlı döneminin artığı olan medrese
hocalarının halkın kafasında hortlatmağa çalıştığı bağnazlık ve irtica ile de
mücadele etmek gerekiyordu. Kısacası, Mustafa Kemal Paşa’nın, o devrin tabiri
ile Gazi Paşa’nın işi çok zordu.
Mustafa
Kemal, halk idaresine dayalı bir sistemin kurulması yolunda çalışmalarını
yoğunlaştırdı, i Mart 1923’te belirttiği nutkunda da ifade ettiği üzere,
1922’ye kadar olan sürede, belediye başkanlarının seçimi mülkiye memurlarına
aitti. Oysa, bu milli egemenlik esaslarına aykırı olan bir husustu. Bu yüzden
bu usûl kaldırılmış ve belediye üyeleri kendi başkanlarını kendileri seçmeye
başlamışlardı. Daha sonra, belediye başkanlarını halk kendisi seçecektir.
Mustafa
Kemal Türkiye’nin ne şekilde olacağını, Türk Milletine şöylece ifade
etmekteydi: “Memleket behemal asri, medeni, müteceddid olacaktır. Bizim için bu
hayat davasıdır”. Mustafa Kemal Paşa, 1923 senesinde söylediği bu sözlerden
sonra, bunu gerçekleştirmek için çalışmalarını hızlandırmıştır. Modernleşme o
tarihten itibaren Türkiye’nin ana meselesi olmuştur. Sosyoloji, modernleşme
kavramını, kültür değişimi olarak ortaya koyar. Türkiye’nin batı medeniyetini
benimsemesi sosyal bir olaydır. Bir kültür değişimi olayıdır.
Mustafa
Kemal Paşa, 1 Mart 1923’te, Türk milletinin sulh siyaseti izleyeceğini ve idari,
mali, iktisadi bağımsızlığa sahip olunacağını, her zaman uyanık olunması
gerektiğini, bütün kuvvetleriyle “hakimiyet-i milliye”yi koruyacaklarını da
ifade ederken, nihayetsiz bir hürriyetin “kabil-i tasavvur” olmadığını,
“hakların en büyüğü olan hakk-ı hayat bile mutlak değildir; intihara karar
veren bir zatın netice-i cürmü(suçunun sonucu), hududu yalnız şahsına maksur
(ayrılmış) olduğu halde zabıta onu men’ ile mükelleftir” diyerek sonsuz
hürriyetin olamayacağını ifade etmiştir.2 Milli egemenliği her şeyin
üstünde tutan Mustafa Kemal Paşa, ulusal kurtuluş savaşının başından beri
savunduğu bu en önemli ilkesini, 29 Ekim 1923’te fiile çıkaracaktır. Amasya
Genelgesi, Erzurum ve Sivas kongreleri beyannameleri, Büyük Millet
Meclisi’ndeki Mustafa Kemal’in bu konudaki konuşmaları, nihayet, 29 Ekim
1923’de sonuçlanacaktı. Mustafa Kemal Paşa, özellikle milli egemenlik konusuna
gazetelere verdiği beyanatlarda sık sık değinmiştir. Bu da bize, Mustafa
Kemal’in milli egemenlik ve halkın iradesi konusunda ne kadar titiz olduğunu
ortaya koymaktadır. Bu düşüncelerini ileri de uygulama safhasına sokacak, halka
dayanan bir meclisin açılmasını, Cumhuriyetin ilanını, saltanatın
kaldırılmasını, kadınların seçme, seçilme hakkını elde etmesini sağlayacaktır.
1923 yılında
seçimlerin yenilenmesi gerekmekteydi. Bu amaçla, 1 Nisan 1923’te, Büyük Millet
Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada, yeni Türk Devletinin ruh yapısının
“hakimiyet-i milliye” de toplandığını, milletin kayıtsız, şartsız egemenliğe
sahip olduğunu açıklamıştı. Saltanatın kaldırılması ile ortaya çıkan bu siyasi
boşluğu doldurmak, yeni bir sisteme girmek gerekliydi. Mustafa Kemal Paşa, bu
yeni sistem için Meclisi ve halkı buna hazırlayan sözlerini 1923 Nisan’ında
yaptığı konuşmasında açık, seçik ortaya koymuştu: “Arkadaşlar! Türkiye
Devleti’nde ve Türkiye Devletini kuran Türkiye halkında tacidar yoktur!
(Kahrolsun tacidar sesleri). Tacidar yoktur ve olmayacaktır. Çünkü olamaz.
“Mustafa Kemal Paşa, aynı konuşmasında, devletin ve milletin başında yalnızca
tek bir kuvvet olduğunu, bununda hakimiyet-i milliye diye adlandırıldığını,
Meclisin “Milletin kalbi, vicdanı ve varlığı olduğunu”, halkın isteklerinin
milletvekilleri tarafından yerine getirileceğini ifade etmişti. Nitekim,
milletvekilleri milletin reyi ve isteği ile seçilmekteydiler.
1923 yılında
yapılan seçimler sulh ve sükun içinde gerçekleştirilmiş ve 1923’ün Ağustos
ayında ikinci dönem çalışmaları başlamıştı. Dört senelik ulusal kurtuluş
savaşının sonucunda Mudanya Anlaşması yapılmış, bağımsızlığın Lozan Barışı ile
siyasi bakımdan da gerçekleşebilmesi için Lozan Barış Antlaşması tasdik
olunmak üzere Büyük Millet Meclisi’ne sunulmuştu.
İlk Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nin başkanlığını ve Türk Ordusunun başkumandanlık
görevlerini yerine getiren Mustafa Kemal, Meclis Başkanı olarak 13 Ağustos
1923’te ikinci meclisi de bir konuşma ile açmıştı. Mustafa Kemal yaptığı bu
konuşmada, Mondros’tan itibaren gelişen çalışmaları anlatırken, milletten
aldığı büyük yetki ve kudretle meclis ve yeni hükümetin çalışmaları ile
“Topsuz, tüfeksiz, cephanesiz, vasıtasız enkaz haline getirilmiş” olan bir
ordunun oluşturulduğu, dağınık kuvvetlerin düzene sokulduğunu, mutlu sona
ulaşıldığını ve böylece yeni Türkiye Devleti’nin kurulduğunu ifade etmişti.
Mustafa Kemal Paşa, Türk Devleti’nin halka dayalı bir devlet, Osmanlı
İmparatorluğunun ise, şahıs devleti olduğunu her vesile ile ortaya
koymaktaydı. Nitekim, az önce bahsettiğimiz konuşmasında da bu hususu
yinelediğini görmekteyiz. “Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın
devletidir. Müessesat-ı maziye (eski müesseseler) ise bir şahıs devleti idi.
Eşhasın (şahısların) devleti idi”3.
Mustafa
Kemal Paşa, halk idaresini Cumhuriyetin ilanı ile perçinleştirecektir. Ancak,
hükümete yeni bir şekil vermek için siyasi bakımdan kazanılan savaşın dünya
devletleri tarafından kabul edilmesi ve yeni Türk Devletinin tanınması gerekiyordu.
Bu yüzden Lozan Barış Görüşmelerinin sonuçlanması yerinde olmuştur.
LOZAN
Türk Ordusu
İzmir’e girmiş, Anadolu’da düşman askeri kalmamıştı. 15 Ekim 1922’de de Mudanya
Askeri Sözleşmesi yürürlüğe girmişti. İstanbul’un boşaltılması ve resmen
Türklere teslimi, Türk Ordusunun şehre girişi, 1923 Ekimi’nin başında
gerçekleşmiş, Doğu Trakya’nın düşman askerlerinden boşaltılmasına
.başlanmıştı.
Bu arada,
Lozan Barış Konferansına gidecek delegelerin başkan ve üyeleri de seçilmişti.
İsmet Paşa Başkanlığındaki Büyük Millet Meclisi delegeler kurulu, Lozan’a
gitmek için, 5 Kasım 1922’de Ankara’dan yola çıkmış, 8 Kasım 1922’de Doğu
Ekspresi ile İstanbul’dan ayrılmış ve 11 Kasım’da Lozan’a varmıştı. Mustafa
Kemal daha önce, 22 Eylül 1922’de, İkdam Gazetesi muharibirinin sorduğu
sorulara cevap vererek, sulh hakkındaki düşüncelerini bütün dünyaya
duyurmuştu. İlk hedefin Akdeniz olduğunu belirten Mustafa Kemal, ikinci ve
üçüncü hedefin Misak-ı Milli hükümlerini temin etmek, Türk halkının sınırları
içinde, bütün medeni insanlar gibi hür ve bağımsız yaşamasını sağlamak,
olduğunu açıklamıştı.
Mustafa
Kemal, 26 Eylül 1922’de Öğüt’te yayınlanan Chicago Tribün Gazetesi’nin
muhabirine, 13 Ekim 1922’de de Açıkgöz Gazetesi’nde yayınlanan Figaro
Gazetesi’ne verilen demeçlerinde Misak-ı Millide ısrar ettiklerini,
kapitülasyonların artık geçerli olmadığını açıklamıştı. Chicago Tribün
muhabirine, İstanbul’u Edirne’yi ve Trakya’nın ekseriyeti Türk olan kısımlarını,
Figaro Gazetesine ise, Avrupa’da İstanbul ve Meriç’e kadar Trakya, Asya’da
Anadolu, Musul arazisi ve Irak’ın yansını istediklerini açıklamıştı. 24 Ekim
1922’de Hakimiyet-i Milliye’de yayınlanan United Press muhabirine verilen
demeçte, Mustafa Kemal’in görüşleri şu noktalarda toplanıyordu:
1 –
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin sulh konusundaki programının esas noktası
“Misak-ı Milli”dir.
2 –
İstanbul ve Marmara’nın emniyeti korunmak şartıyla boğazların dünyaya açılması
esas amaçtır.
3 –
Musul Vilayeti milli hudutlarımız içindedir.
Mustafa
Kemal, 2 Aralık 1922’de de, Tanin Gazetesi’nde yayınlanan Petite Parisiene
muhabirine Bursa’da vermiş olduğu demecinde, kapitülasyonların artık geçerli
olamayacağını, Türkiye’nin her sahada bağımsız olması halinde kapıların bütün
yabancılara açılacağını, büyük devletler ile sonradan yapılan anlaşmalar
sayesinde dostlukların kurulacağını ve bunların devam ettirileceğini
açıklamıştı. Aynı demeçte Misak-i Milliyi savunan Mustafa Kemal Paşa, Osmanlı
İmparatorluğunun artık mevcut olmadığını da şöyle açıklamıştı: “Millet aynıdır,
ama, yönetim değişmiştir. Yeni bir Türkiye doğmuştur. Ankara’da milli
hükümetten önceki İstanbul’daki hükümet ve sultan millete bağımsızlık ve
hürriyeti veremezdi.Şimdi her şeyi yöneten ve esas olan Millet Meclisi’dir.
Hükümetimiz “Halk Hükümetedir. Biz ne Bolşevikiz, ne de koministiz. Biz
milliyetçiyiz.”4
Lozan’a
gelen Türk delegelerine verilen direktifler arasında, Doğu Anadolu’da Ermeni
yurdunun kurulmasının kesinlikle söz konusu edilemeyeceği, Irak sınırında
Kerkük, Süleymaniye ve Musul sancaklarının elde edilmesi için İngilizlere
petrol ve bazı ekonomik çıkarların sağlanması, Trakya’nın 1913’deki duruma
konulması, Batı Trakya’da plepisit istenmesi, kapitülasyonların kalkması,
azınlıkların karşılıklı değişmesi, Düyûn-u Umumiye’ nin Türkiye’den ayrılan devletlere
de paylaştırılması, Boğazlar ve Gelibolu’da yabancı asker bulundurulmaması yer
almaktaydı.
İsmet Paşa
başkanlığındaki heyet, 9 Kasım 1922 günü İstanbul’dan Lozan’a hareket etmiş, 11
Kasım günü trenle Lozan’a gelmişti. 20 Kasım’da Lozan’da konferans toplandıktan
hemen sonra, İngiliz gazeteci Grace M. Ellison, Gazi Mustafa Kemal ile Lozan
ile ilgili bir röportaj yapmıştı. Mustafa Kemal’in Lozan ve son durum
hakkındaki düşüncelerini Lozan’a geçmeden önce belirtmekte yarar vardır; Grace
M. Ellison, Gazi’ye önce şu soruyu soruyor: “Genel havanın Türklerin aleyhine
dönmesinde Büyük Millet Meclisi’nin rolü ne kadar geniş olmuştur? Mustafa
Kemal verdiği cevapta, Mecliste birbirini tutmaz kararlar verildiği yolundaki
söylentilerin yalan olduğu ve bunların İngilizler tarafından çıkarıldığını,
bundan amacın, Türkiye’nin sorumlu olmadığı savaşı uzatmak olduğunu, barış
için devamlı çalıştıklarını ve bunun sonucunu almaya başladıklarını belirtip
“Her ne kadar şahsen ben suçlanıyorsam da bundan ben sorumlu değilim. Ben
yalnızca Meclisin başkanıyım Meclis demek tek adam demek değildir”. Ellison,
İngiltere ile dostluk kurulup, kurulmaması yolundaki soruyu sorduğunda da,
ilerde dostluk kurulması için pekçok sebep olduğunu açıklayıp “Bizim
özgürlüğümüz uğruna şeref ve namus dışında istediğimiz bir şey yok. Biz
sultanı, daha çok özgürlük temini uğrunda uzaklaştırdık” demişti. Ellison:
“— Lozan
Konferansından iyi sonuçlar çıkacağını düşünüyor musunuz?”
“—
Tartışmalar ne kadar uzun ve ne ölçüde gecikmeli olursa olsun barış
getireceğinde hiç şüphe yoktur. Ne var ki daha uzun bekleyemeyiz. Büyük
devletler, sonradan kabul etmek zorunda kalacakları gerçeği, yani uğrunda o
kadar fedakarlık yaptığımız, son kanımıza kadar dövüştüğümüz özgürlüğümüzü bize
tanımayan şartları kabullenmeyeceğimiz gerçeğini şimdiden anlamalıdır. Her
yönden biz barış istiyoruz. Böylelikle, memleketi yeniden inşa için zaman
bulmuş olacağız. Ayrıntılar belki şimdi zaman alıyor. Fakat, ana sorunlar
hemen çözülmelidir”.
“— Gazeteler
Ankara’yı yabancılardan çekinmek ve kaba davranmakla suçluyorlar?”
“— Bu
suçlama, propaganda amacıyla ortaya atılmıştır. Biz haklı ve akla uygun
isteklerimiz için direniyorsak bu kabalık mı sayılmalıdır? Bizim yabancıları
sevmeme suçlamasına verecek cevabımız yok. Benim bütün hayatım ve her yaptığım
hareket Avrupa’dan nefret etmediğimin bir delilidir. Ben hiçbir zaman nefretler
esasına dayanarak dövüşmedim. Yalnızca gerçeği korumak için savaştım. Aynı
ilham, politikamıza önderlik yapmaktadır. Ben hiç bir ulustan, hükümetinin
hatalarından dolayı nefret etmekte devam etmedim…”
“—
Hıristiyanları siz mi sürüyorsunuz, yoksa Anadolu’yu panik içinde kendileri mi
terk ediyorlar?”.
“— Bu konuda
tedbir almış değiliz. Onları kalmak ya da gitmek konusunda tamamen serbest
bıraktık. Onlar, özellikle Amerikalıların dinsel ayrılık konusunda yaptıkları
propagandadan dehşete düşmüşlerdir…Bugün aramızda iki göç biçimi
görebilirsiniz. Birisi ayrılanlar, öbürü dönenlerdir. Hepsi biliyor ki,
Hıristiyanlar ister yabancı, ister bizim uyruktan olsunlar, her özgür
memlekette kendilerine verilen tam özgürlükten, her zamanki gibi şimdi de
yararlanacaklardır”.
“—
İstanbul’daki durum sizin için tatmin edici mi?”
“— Biz
Mudanya’da yaptığımız vaatleri tutacağız. İstanbul’da yabancı askerleri görmek
normal değildir. Mümkün olan en kısa zamanda onlar ayrılmalıdır…Lozan’da
konuşmalar devam ederken, bizim İstanbul’u elimizde bulundurmamızı herkes
istediğine göre, büyük kuvvetler silahlı bir garantide direnmelidir.” Ellison’un
İngiltere ile ilgili bir sorusuna, genel olarak her türlü yayılma politikasına
karşı olduklarını belirterek cevaplayan Mustafa Kemal, Boğazların serbestliği
konusundaki soruyu da şöylece cevaplamıştır:
“— Lozan’da
delegelerin söylediği gibi biz bir büyük devletin emrinde bağımsızlık değil,
tam bir bağımsızlık istiyoruz. Bu bölgede çıkarları olan bütün devletlerle
konuyu konuşmaya hazırız. İstanbul ve Marmara Denizi bize verilmedikçe böyle
bir bağımsızlıktan söz edilemez. Bizim ulusal sınırlarımız olmalıdır. Yani,
Türklerin işgal ettiği bölgelerin sınırları…Pakt imzalandığı zaman sınırlarımız
ve düşman hatları neyse kabul ediyoruz. Eski Osmanlı İmparatorluğundan
vazgeçtiğimiz yerlere karşılık bu akıl dışı bir istek midir? Azınlıklar
konusunda Fransayla yapılan antlaşmanın desteklediği ve Ankara’da imzalanan
ulusal paktın esaslarına bağlıyız. Savaştan beri büyük devletler arasında
yapılmış antlaşmaların azınlıklara verdiği bütün hakları tanımaya hazırız.
Bizim halkımızın sahip olduğu bütün haklara onlar da sahip olabilirler.
Türkiye’de yaşayan başka devlet mensuplarına, kapitülasyonlar gibi özel
hakların verilmesine de tamamen karşıyız. Fakat, Fransa, İngiltere ya da
Amerika’da yabancılara tanınmayan özel hakları biz de hiçbir zaman
tanımayacağız. Bizim elde etmeye kararlı olduğumuz tam bağımsızlık idealimize
meydan okuyacak kimse varsa o kimse bu ülkümüzden ilham almış bütün Türkleri
ortadan kaldırmak imkanlarını arayıp bulmalıdır. Eminim böyle bir ortadan
kaldırmaya, uygar dünya izin vermeyecektir. Aksine, dünya uygarlığı
Türkiye’mizin de gelecekte bir yeri olduğunu çok geçmeden öğrenecektir. Türkiye
uygarlığı köstekleyecek değil, geliştirecektir. Bu yönden uygar ülkeler onun
bağımsızlığını desteklemelidir. 22 Aralık 1922’de, Morning Post Gazetesi, bu
konuşma ile Mustafa Kemal’in Lozan’da varılan ana anlaşmayı desteklediğini
açıklamaktaydı5. Mustafa Kemal, Lozan’da Boğazlar’ın ve İstanbul’un
derhal Türkiye’ye terki ve savaştan önceki sınırların esas alınmasını istediği
gibi, kapitülasyonların kaldırılmasını, azınlık konusunda Fransa ile yapmış
olduğu antlaşmaya göre hareket edileceğini de açıklamıştır. Mustafa Kemal,
bütün ülkelerle dostluk içinde olmak istediğini, ancak, bunun Misak-ı Millinin
tanınması ile mümkün olduğunu da öne sürmüştür.
Barış
Konferansı, 20 kasım 1922’de, İsviçre’nin Lozan şehrinde başladı. Pek çok
konuda anlaşmazlık mevcuttu. 20 Aralık i922’de,İsmet Paşa, Ankara’ya
görüşmelerin kesilme ihtimaline karşı hazırlıklı bulunulmasını duyurdu. Yapılan
çalışmalar ilk aşamada sonuçsuz kaldı, görüşmeler 4 Şubat 1923 günü kesildi. Bu
arada Mecliste de gizli konuşmalar devam etmekteydi. 1 Ocak 1923’teki gizli
oturumda, Trabzon Milletvekili Hasan Bey Lozan hakkında açıklamalarda bulunmuş,
Batı Trakya’da Misak-ı Milli için söz konusu edilen plepisit isteklerinden
vazgeçmediklerini, İstanbul’daki Rumların dışındaki azınlıkların değişime tabi
tutulacağını, Misak-ı Milli ile boğazların bütün dünya ticaretine açıldığını
açıklamıştı. Amerika kamu oyunun etkisi ile Lozan’da Ermenilere toprak verilmesi
de söz konusu edilmişti. Hasan Bey açıklamasında, bugün Ermenistan diye bir
ülke olmadığını, bağımsız Ermenistan’ı meydana getiren ve anlaşma yapan ilk
devletin Türkiye olduğunu, Türkiye’den hiçbir Müslüman ve Türkün bir yerden
kaldırılıp da Ermenilere toprak verilemeyeceğini, buna karşın, Ermenilerin Tali
Komisyonda dinlendiklerini, Türk delegelerinin bu komisyonu terk ettiklerini ve
daha sonra Tali Komisyona, bunları dinledikleri için protesto eder şekilde
Konferans Başkanlığına bir muhtıra verdiklerini açıklamıştı6. iyi
hazırlanıyoruz, bir yıl sonra aleyhimize çözümleneceğini de kabul ediniz ve
ondan sonra, ona göre ölçüye vurunuz, son kararınızı veriniz.”
2-3 Mart
1923’te de, Mecliste gizli konuşmalar devam etti. 4 Mart’ta, Erzurum
Milletvekili Hüseyin Avni Bey, Mustafa Kemal’e ordunun başında sınırda
olmasını önerir ve Musul’un verilmemesini ister. Çeşitli konuşmalardan sonra,
Mustafa Kemal Paşa, verilmiş yeterlilik önergelerinin kabulünü isteyerek
sözlerini bitirmiş, ancak kürsüden inmemişti. Trabzon Milletvekili Ali Şükrü
Bey’in, Delegeler Kurulunu suçlaması üzerine, Mustafa Kemal, barış
görüşmelerini yürüten delegeleri savunarak, bu kurulun barış görüşmelerini
kesmediğini, Bakanlar Kurulundan talimat istendiğini belirterek “Akıllıca, akıl
ve anlayış içinde hareket ettiğinden dolayı, görüşmeleri kesmediği için ve
memleketi savaşa sürüklemediğinden ötürü Delegeler Kurulunu eleştireceğiz…Böyle
mi memleketi yöneteceğiz Şükrü Bey” diye sordu. Sinirli hava içinde herkes bir
şeyler söylüyordu. Ali Şükrü Bey “Ben de söyleyeceğim” diye direnince, Mustafa
Kemal Paşa” Bir haftadır söylüyorsunuz, memleketi zora sokuyorsunuz” diyerek
kürsüden indi ve Ali Şükrü Bey’in üzerine yürüyerek “Memleketi zarara
sokuyorsunuz. Amacınız nedir?” diye kırgınlığını belli etti. Tartışmalar
arasında oturum sona erdi. Sonraki oturumda Delegeler Kurulu ve Lozan ile
ilgili önergeler oylandı. Meclisten güven oyu alan Hükümet, Delegeler kurulu
ile birlikte hazırladığı teklifleri 8 Mart 1923’te, bir nota ile müttefik devletlere
verdi. 19 Mart 1923’te Türk tekliflerini Londra’da inceleyen müttefik
devletleri Türkiye aleyhinde kararlar aldığından Meclis, ulusal anttan
fedakarlık yapan hiçbir anlaşmayı kabul etmeyeceğini belirtti7.
Havanın
yumuşaması üzerine, Türk delegeleri, 18 Nisan 1923’de trenle yola çıktılar ve
21 Nisan 1923’te Lozan’a vardılar. Mustafa Kemal Paşa, görüşmeler hakkında
devamlı bilgi alıyor ve görüşlerini telgrafla İsmet Paşa’ya bildiriyor idi.
Nihayet, 24 Temmuz 1923 de Antlaşmanın imzalanması kararlaştırıldı. İsmet Paşa
heyecanlıydı. Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf çekerek “Eğer Hükümet bizim
kabul ettiklerimizin reddinde kesinlikle direniyorsa, bunu bizim yapmamamıza
imkan yoktur..”.
İsmet
Paşa’nın kuşkusu yersizdi. Mustafa Kemal çektiği telgraf ile bu kuşkuları yok
etmektedir. “Hiç kimsede tereddüt yoktur. Kazandığınız başarıyı en sıcak ve
içten duygularımızla tebrik için, usulen imza olunduğunun bildirilmesini
beklemekteyiz kardeşim. Mustafa Kemal.” İsmet Paşa da, karşılık olarak çektiği
telde, bu cevaptan dolayı rahatladığını, Mustafa Kemal’e olan bağlılığının bir
kat daha arttığını ifade etmiştir.
Mustafa
Kemal 24 Temmuz 1923’te imzalanan bu anlaşmadan dolayı son derece sevinçli ve
memnundu. Artık, yeni Türk Devleti’nin varlığı uluslararası bir anlaşma ile
kabul olunmuş, işgaller sona ermiş, Türkiye boğazlar üzerinde kesin haklara
sahip olmuştu. Bu anlaşma ile inkılapların gerçekleştirilmesi için daha
kararlı ve yerinde adımlar atılabilecekti. Antlaşmanın “siyasi ahkam” ile
ilgili kısmında Musul için 3. maddede şöyle deniyordu: “Saniyen …Türkiye ile
Irak arasındaki hudut dokuz ay zarfında Türkiye ile Büyük Britanya arasında
suret-i müslihanede tayin edilecektir. Tayin olunan müddet zarfında iki hükümet
arasında itilaf husule gelmediği takdirde ihtilaf Cemiyet-i Akvam Meclisine
arz olunacaktır” denilmekte idi. Ne yazık ki, Cemiyet, bir Avrupa devleti olan
İngiltere lehine karar vermiştir.
Antlaşmanın
imzalandığını Çankaya’ya Rauf Bey ve Ali Fuat (Paşa) duyurdular. Onlar
geldiklerinde Mustafa Kemal Paşa yatakta idi, ama giyinmek için bekleyemedi ve
konuklarını robdöşambrıyla karşıladı. Gelen telgrafı heyecanla okuduktan sonra
“Sevinçten kendimi toparlayamıyorum. Hadi, kendimize gelebilmek için birer
kahve içelim” dedi. Mustafa Kemal, Lozan Konferansının gene kesilmesinden
korkmakta idi ve bu korkusunu “Aklımdan hep, son anda vazgeçecekleri geliyordu”
diye ifade etmişti.8 Lozan’dan sonra, İstanbul Üniversitesi,
İnönü’ye fahri profesörlük unvanını vermişti.9 Artık inkılapların
yapılması ve hükümete yeni bir şekil verilmesi zamanı gelmişti.
ANKARA’NIN
BAŞKENT OLUŞU:
Cumhuriyetin
ilan olunduğu ay içinde Ankara’da başka sevinçli bir olay daha cereyan
edecekti. Bu da Ankara’nın başkent oluşudur.
1922 yılında
Ankara’nın şehir olarak görünümü hiç de iyi değildir. Tipik bir Anadolu
kasabası görünümünü yansıtmaktadır. 1915’de Çanakkale Boğazı tehdit altında
iken, başkentin Anadolu’ya nakledilmesi düşünüldüğü sıralarda, bu konuda
Eskişehir, Konya, Kütahya için hazırlıklar yapılmış, ama, çok sönük olan
Ankara hiç akla gelmemişti. 1920’de İstanbul işgal edildiği, milli teşkilata
bir merkez arandığı, Heyet-i Temsiliyenin Sivas’tan ayrılması düşünüldüğü
sıralarda da, Sivas’tan ayrılmak istemeyenler mevcuttu. Ankara’nın bu
tarihlerde orta büyüklükte bir şehre yetecek kadar suyu yoktu. Bataklıkları ve
tozu meşhurdu. Ağaç çok az derecede mevcuttu10. Amerikalı gazeteci,
Grace M.Ellison, 1922 Ankara’sını şöyle anlatmaktadır: Anayol birkaç dükkandan
sonra, Büyük Millet Meclisi’nin önünden geçiyor…Şehrin her yanında Gazi Paşa’nın
resimleri asılı. Birkaç kitapçı dükkanında Gazi’nin, arkadaşlarının
resimlerinin kahramanlık ifade eden posta kartlarını ve renkli milliyetçilik
kartlarını satın almak mümkün…”11. İşte, bu tarihlerde Ankara’nın
diğer Anadolu kasabalarından hiçbir farkı yoktur. Bakımsız ve kendi haline
bırakılmış bir Anadolu kasabasının ilerde modern bir şehir ve Türkiye’nin
başkenti olacağına ihtimal verenlerin sayısı yok denecek kadar azdır. Ancak,
Ankara’nın önemli bir silahı vardır: İstilalardan uzak oluşu ve ortada,
Anadolu’nun merkezinde bulunması.
İstanbul’un
merkez olmayacağı meselesi, İstanbul’un stratejik yeri nedeniyle kafalarda
zaman zaman yerleşmeye başlamıştı. II. Abdülhamit hatıralarında, 1895’de vezir
Küçük Said Paşa’nın “Ruslar bir defa İstanbul sınırlarına gelirlerse halimiz ne
olur? şehri zaptederler, buda her şeyin sonu demektir.” dediğini, başkent
olarak Bursa’yı önerdiğini, ancak, Bursa’nın başkent olması teklifinin yerinde
olmadığını, şerefli geçmişin kendilerini İstanbul’a bağladığını, tarihi cami
ve kutsal emanetlerin İstanbul’da bulunduğuna, ayrıca, devlet dairelerinin ve
memurların Bursa’ya taşınmasının milyonlarca masrafa neden olacağına
değinmektedir12. igi2’de, Balkan Harbi sonlarına doğru, İstanbul’da
çıkan İfnam Gazetesi’nde “Kostantiniye’den Osmaniyye’ye” adlı yazısında Ferit
Tek İstanbul’un başkent olamayacağını, Goltz Paşa’nın fikirlerini ilave ederek
açıklamaktaydı.: “Şimdiye kadar İstanbul’un ani tehlikesi yalnız Boğazlar
cihetinden idi. Şimdi buna birde karadan bir tehdit ilave olundu. Üç taraftan
tehlikeye maruz bir noktada payitaht kurulamaz… İstanbul devamlı çalışmaya pek
elverişli değildir. Tabiat şartları insanı gevşetir. İstanbul’da devlet,
memleketin hakimi olmaktan ziyade İstanbul’un mahkûmudur…Merkez İstanbul’da kaldıkça
Osmanlılar hiç kendilerine taallûku olmayan Avrupa meseleleriyle uğraşmaktan,
onlara ister istemez bulaşmaktan yakasını kurtaramazlar.” İstanbul’un yerine
yeni devlet merkezi olarak ileri sürülen yerler şunlardı: Konya, Kayseri,
Halep, Şam. Goltz Paşa, başkent olarak bu dört şehri önerirken, Ferit Tek ise,
merkez olarak Kayseri’yi gösteriyordu.
Mustafa
Kemal Paşa ise, Heyet-i Merkeziyyenin Ankara’ya nakledilmesinin sebebini şöyle
açıklıyordu: “Cephelere ve İstanbul’a demiryolu ile bağlı ve genel durumu idare
bakımından Sivas’tan farklı olmayan Ankara’ya geldik”ı2a.
Mustafa
Kemal, Ankara’nın başkent olması konusunda kararını daha ulusal kurtuluş savaşı
sırasında vermişti. 16-17 Ocak 1923’de İzmit’te gazetecilerle yaptığı
konuşmada merkezi hükümetin neresi olacağı hakkında şu bilgileri vermiştir:
“Merkezi hükümet neresi olacak diye bahsedilmiştir. Lozan Konferansı
netaciyinin bu güne kadar vasıl olduğu hadde ve vasıl olacağı hudutlara yakın
olan yerlere nazarlarımızı dolaştırdık. Merkez-i hükümet neresi olmalıdır?.
Bendenizce iki nokta-i nazardan tetkikat yapmak icab eder. Birisi, her nev’i
taarruz ve tecavüze karşı yerinden kıpırdamayarak, muhafaza-i kuvvet ve
sükûnet edebilecek bir yer olmalı. Bu itibarla bittabi memleketin merkezini
araştırmak lazım, yoksa, bir geminin topundan telaşa düşecek bir yerde merkez-i
hükümet olamaz. İkincisi, merkez-i hükümet öyle bir yerde olmalıdır ki, hükümet
nazarını memleketin “bütün mühitatına müsavi surette atfedebilsin. Eğer
memleketin bir köşesine çekilirsek o halde gayr-i mamur ve bizden uzak olan
yerleri unutabiliriz. Bilirsiniz ki, Anadolu bugün şarktan garbe, şimalden
cenuba kadar bila-istisna her noktası bir harabe halindedir”. Mustafa Kemal,
Anadolu’nun harabe halinde olmasının İstanbul’un hükümet merkezi olması ile
bağıntılı olduğunu, Ankara’da oturan ile İzmir’de, İstanbul’da oturanın değişik
düşünebileceğini, halktan uzak olunduğu gibi, sahil şehirlerinin her zaman top
ateşine maruz kalabileceğini belirtip, Anadolu’nun ortasında merkez olabilecek
şehrin “Ankara, Kayseri, Sivas müsellesi (üçlüsü) dahilinde bir noktada”
olabileceğini ve Ankara’nın bu işi yapabileceğini, bunun dışında yeni bir
şehir meydana getirmenin güç olduğunu ve olayların da burayı merkez yaptığını
açıklayıp “Binaaneleyh Ankara’ya karşı nankörlük etmek caiz değildir” demiştir.
Daha sonra da yeni merkezi açıklamıştır: “Yeni merkez neresi olacaktır?
İstanbul’un merkez olabileceğini düşünmek varid-i hatır mıdır? Merkez İstanbul
olmadıktan sonra Eskişehir mi olsun? Varsın Ankara olsun. Ankara emin olun ki
çok latif bir yerdir. Ufukları vasidir. Ve şimdi bir Amerikan Kumpanyası ile
görüşüyoruz. O da oranın imarı için bir proje yapıp, hükümete vermiştir.
Şimdiki gar da büyük bir gar oluyor…”13.
Mustafa
Kemal, Ankara’nın başkent olması kararını çoktan vermiş, yalnız, bunun için
uygun zaman ve fırsatı kollanmaktadır. 1921 yılında Ankara’nın merkez olmasını
düşünen Mustafa Kemal, o tarihlerde İstanbul saltanat merkezi olduğu için bunu
tam olarak ortaya koymakta gecikmiştir. Ancak, 1921’de başkent konusunu
şöylece açıklamaktan da geri kalmamıştır: “Siyasi başkentimiz Anadolu’nun
ortasında kalacaktır. Batının ve Doğunun temsilcileri bizimle bu başkentte
temas edeceklerdir. Bu başkentte her türlü diplomatik meseleler görüşülecektir,
bu başkentte memleketin iç ve dış politikası idare edilecektir. Bu başkentte
milletin sinesinden doğan hükümet yer alacaktır.”14. Mustafa Kemal,
Ankara adını kullanmamış ise de, daha sonraki konuşmalarında Ankara’nın adını
açık açık belirttiğine göre, bu tarihlerden beri Ankara’nın başkent olmasını arzu
etmektedir. Mustafa Kemal, Ankara’yı gerçekten seviyordu. Büyük mücadelenin
önemli bir kısmını buradan sürdürmüştü. Millet Meclisinde evvelce alınmış
karara göre, iki yerden mebus seçilebiliyordu. Mustafa Kemal’de, 1922
seçimlerinde iki yerden mebus seçilmişti. 2 Ağustos 1923’te açılan ikinci Büyük
Millet Meclisi’nde, 13 Ağustos’ta Gazi Meclis Başkanı olmuştu. Mustafa Kemal
Paşa, iki yerden milletvekili seçildiği için Ankara’yı tercih etmişti.
30 Temmuz
1921 ‘de, Mecliste yapılan gizli konuşmalarda, Meclis’in Kayseri’ye çekilme
olasılığından bahsedildiğinde, Karesi (Balıkesir) Milletvekili Basri Bey,
bunun doğru olmadığını, bunun yerine Polatlı’ya ordunun yanına gidilmesini
savunmuştu. Ancak, bu kabul edilmemişti15.
Ankara’nın
en sıkıntılı zamanında bile, Meclis’in başka bir yere naklinin kabul
edilmemesi, karar ve emirlerin en iyi buradan verilip, yönetimin buradan
kaynaklanmasından ileri gelmektedir.
Mustafa
Kemal ulusal bağımsızlık hareketinin yürütüldüğü ve en önemli kararların
alındığı, Anadolu’nun merkezinde olan Ankara’nın mutlak surette başkent
olmasını istiyordu. Bu yüzden, İzmit’te Ankara’nın başkent olmasını istediği
yolundaki 1923 Ocağındaki beyanlarından başka, 23 Eylül 1923’de de bu tarzda
beyanat vermiş ve 1923 Ekiminde Ankara’nın başkent olması gerçekleşmiştir.
Mustafa Kemal, 23 Eylül 1923’te, Neue Freie Presse muhabirine verdiği demeçte,
bir taraftan Cumhuriyet adlı yönetimin kurulacağını açıklarken, diğer taraftan
da “Yeni Türkiye’nin Payitahtı meselesine gelince, bunun cevabı kendisinden
zahir olur. Ankara Türkiye Cumhuriyeti’nin payitahtıdır” demişti16.
Mustafa
Kemal’in bu demecinden iki hafta sonra, 9 Ekim 1923’te, Malatya Milletvekili
İsmet Paşa ile on arkadaşı, Meclis Başkanlığına Ankara’nın Türkiye’nin
başkenti olması için bir önerge verdiler. 10 Ekim’de Komisyona gönderilen
tasan, 13 Ekim 1923’te Mecliste görüşülmeye başlandı. Görüşmeler sırasında
Ankara’nın niçin başkent olmasının gerektiği etraflıca anlatıldı. Gümüşhane
Milletvekili Zeki Bey, İstanbul’un tarihi önemine temas ettikten sonra,
“Buranın hükümet merkezi olmasıyla, İstanbul’un yıkıma bırakılmamasını rica
ederim” diye sözlerini tamamladı. Gelibolu Milletvekili Celal Nuri Bey ise
“Ankara’yı Türkiye Devleti’nin merkezi olarak olaylar ve gerçekler
göstermiştir. Daha sonra Ankara’nın başkent olmasını savunan konuşmasında,
bundan sonra İstanbul’un da korunmasını istemiştir. Besim Atalay ise,
Ankara’nın başkent olması lehinde konuşarak “Ne ise biz burada tozlar içinde
yaşarız, buranın tozu pudradaki daha güzel gelir. Burada bazı gazetelerin
dediği gibi çatıları sayarız-bazı gazeteler burada memurların, mebusların
yattıkları yerlerde çatıları saydığını yazmıştı-evet, yatar, çatıları sayarız.
Fakat, milletin koynundan çıkan altınları saymayız…”. Daha sonra yeterlilik
önergesi verildi. Sonuçta, 13 Ekim 123’te Ankara şehrinin Türkiye Devleti’nin
başkenti olması büyük çoğunlukla kararlaştırıldı17. Bundan sonra
süratle şehrin bayındırlık işlerine girişildi. Nüfusu süratle artan Ankara’nın
imarı, başlarda kesinleşmişti. Ama, gelişimi bir çalışma planı noksanlığından
biraz gelişi güzel oluyordu. Ancak yeni mahalleler, banliyöler kurulmakta
gecikmedi. Bataklıklar kurutuldu. Ankara sıtmadan kurtarıldı. Birçok devlet
binası ve özel bina yapıldı. İmar işlerinin düzenli bir plan içinde gelişmesi,
1928’de, H. Jansen projesinin kabulünden sonra mümkün oldu. Bu projeye göre,
eski şehrin orijinal durumu korunacak, bayındırlıkla ilgili yeni yatırımlar,
yüksek okullar, millet meclisi, resmi binalar yapılacaktı18.
Ankara,
1924’ten bu yana büyük bir gelişme göstermiştir. 1924’de, her yönden ovaya
doğru yeni yollar açılmaya başlamıştır. Ziraat Bankası’nın temeli atılmış olup,
her yerde batı uygarlığından esinlenmiş bir kent ortaya çıkmaya başlamıştır.
CUMHURİYETİN
İLANI:
Büyük Millet
Meclisi’nin kurulması ve 1921 Teşkilat-ı Esasiye’nin kabulü ile halk idaresine
dayalı sisteme geçilmişti. Ancak, saltanatın kaldırılmasından sonra, hükümet
sistemini oluşturmak ve buna bir ad vermek bakımından bir boşluk doğmuş ve bir
belirsizlik ortaya çıkmıştı. Lozan ile yeni Türk Devleti tanındıktan sonra,
hükümete yeni bir ad verilebilirdi.
Mustafa
Kemal, ulusal bağımsızlık savaşı boyunca sürekli halk idaresinden bahsetmişti.
O’nun Samsun’a çıktıktan sonraki hareketleri ve çalışmaları, Amasya Genelgesi,
Erzurum ve Sivas kongreleri, Büyük Millet Meclisi, hep O’nun millet iradesine
dayalı bir sistemin peşinde olduğunu göstermekteydi. Ancak ulusal kurtuluş
savaşının sürdüğü ve İstanbul’da sultanın halifelik sanını taşıdığı tarihlerde,
Cumhuriyet kelimesinin ve sisteminin tartışılması bile olanaksızdı. Halkın
kafasında yüzyıllardır şekillenmiş bir sistemi, o zamanki tarihlerde
birdenbire söküp atmak imkansızdı. Ancak, Cumhuriyet kelimesi olamadan da
hükümetin idare tarzının o noktada olduğu, daha 1 Aralık 1921 ‘de Mustafa Kemal
Paşa tarafından Mecliste Bakanlar Kurulunun görev ve yetkisini ortaya koyan
kanun teklifi dolayısıyla yapılan konuşmasında da yer almaktaydı. Yalnız bir
kuvvetten ibaret olan hakimiyet ve irade-i milliye heyet-i celilenizden
mütecelli ve mütemessildir (açık ve benzer görünümündedir). Ve bu kayd ü şartla
millet bizi buraya göndermiştir. Milletin bize tevdi etmiş olduğu bu vazife ve
bu selahiyet ve bu mesuliyeti biz içimizden herhangi bir zata verip de o zatın
kendi rüfekasıyla bize karşı bütün umûr-u muamelat-ı devlet (devletle ilgili
işler) ve milletten mesul olmasını bizim şerait-i mevcudiyetimiz
(mevcut
şartlarımız) kabul edemez
Her şeyin merci’-i yeganesi Türkiye
Büyük Millet
Meclisi’dir. Meclis bu merci’iyetini kimseye veremez. Bu nokta-i nazardan
kabine diyelim veyahut demeyelim. Kabine de zaten yabancı bir isimdir. Biz
Heyet-i Vekile diyoruz….”19.
Mustafa
Kemal, Cumhuriyete geçişteki zorlukları dile getirirken, her zaman Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nin en büyük yetki organı olduğunu ifade etmişti: “Efendiler,
saltanat devrinden Cumhuriyet devrine geçebilmek için herkesin bildiği gibi,
bir geçiş dönemi yaşadık. Bu dönemde iki düşünce ve görüş birbiriyle durmadan
çarpıştı. O düşüncelerden biri saltanat yönetiminin sürdürülmesiydi.,…Devlet
yönetimini Cumhuriyet’ten söz etmeksizin ulusal egemenlik ilkesi içinde her an
Cumhuriyet’e doğru ilerleyen bir yönteme yöneltmeye çalışıyorduk. Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nden daha büyük bir makam olmadığına inandırmada direterek
saltanat ve hilafet makamları olmaksızın da devleti yönetmenin mümkün olduğunu
ispat etmek lazımdır.”20 Mustafa Kemal Meclis’in üstünlüğünü 28
Aralık 1921’de bir başka konuşmasında şöyle ifade etmişti: “…Bir kurul ki, milletin
irade ve hakimiyetini ortaya çıkarmış ve temsil ettirmiştir: Onun üstünde
kuvvet yoktur. Bu sebeple yüksek Meclisimiz görev yapmakta sınır tanımaz…”21.
Mustafa Kemal, Cumhuriyete doğru gidişi kafalarda esenlendiren en büyük yetki
organının Meclis olduğunu, saltanat ve hilafetin bunun üstünde olamayacağını
açıklayan konuşmalar ile yavaş yavaş Cumhuriyete doğru yaklaşmaktaydı. Aynı
gün, Hacı Tevfik Efendi (Çankırı Milletvekili) hükümranlık haklarının Meclisin
elinde olduğunu, bunun kimseye verilmeyeceğini şöylece ifade etmişti: “Tanrının
emri, kendimizi idare edecek olanı içimizden seçmektir. Sultanlık ile
halifelik birdir. Dinimizde veliahtlık yoktur. Bu sonradan Muaviye tarafından
konmuştur. Bugün hükümdarlık hakları kendi elimizdedir. Bunu kimseye vermeyiz.
Ehlini ve zamanını bekleyeceğiz. Bugün bunlardan söz etmek zamanı değildir”22.
Bu sözlerin sarf edildiği sıralarda bir taraftan da ulusal bağımsızlık savaşı
devam etmekteydi. Mustafa Kemal, aynı tarihte yaptığı konuşmasında, Türk
Hükümeti’nin nasıl bir hükümet olduğunu, çalışmadan yaşamak isteyenlerin bu
sosyal toplulukta yeri olmayacağını da ifade etmekteydi: “Bizim hükümetimiz
demokratik bir hükümet değildir, sosyalist bir hükümet değildir. Bilimsel
niteliği yönünden kitaplardaki hükümet şekillerinden hiçbirine benzemeyen bir
hükümettir. Fakat ulusal egemenliği, ulusal iradeyi gerçekleştiren tek
hükümettir. Bilimsel ve sosyal niteliği bakımından Halk Hükümetidir…Çalışarak
haklara ve yetkilere sahip oluruz. Arka üstü yatmak ve çalışmadan yaşamak
isteyenlerin sosyal topluluğumuz içinde yeri yoktur, hakkı yoktur…”, Mustafa
Kemal, aynı konuşmasında, egemenlik haklarının halk tarafından zor ile
alındığını ve bu yüzden egemenliğin hiçbir şekilde geri verilemeyeceğini de
ifade etmişti: “…Bildiğim, bilinmesi ve ilan edilmesi gereken bir gerçek varsa,
o da milletin, hiç kimsenin uygun bulmasını gerekli görmeden, uygun bulmayanlara
karşı ayaklanarak ulusal egemenliği almış ve öylece kullanmakta bulunmuş
olmasıdır. Ve bu egemenlik hiçbir sebep ve surette bırakılamaz, başkasına
verilemez. Bu egemenliği geri alabilmek için, alınırken kullanılmış olan
araçları kullanmak gerekir…”23.
Mustafa
Kemal’in yaptığı bu konuşmalardan sonra, eskiye özlem duyanların ve yeni
sisteme itiraz düşüncesinde olanların umudu kırıldı ve Osmanlı Anayasası’nın
yerine, yeni anayasının gerekliliği düşüncesi egemen oldu. Ancak, padişahlık,
yani saltanat devam ediyordu. Bu yüzden, padişah VI. Mehmet Vahdeddin’e de yeni
hükümeti ve meclisi onaylattırmak gerekiyordu. Milli hükümet bu amaçla
Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey’i, İstanbul’a, VI. Mehmet ile görüşmeye
yolladı. 20 şubat 1921 günü, Ankara Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı, İstanbul’da,
Padişaha, Meclisi ve onun hükümetini tanımasını söyledi. Ancak, Vahdeddin
herhangi bir tepki göstermeyjp, gözleri kapalı oturmuş, cevap vermemiş, Yusuf
kemal Bey de, Padişahın yanından ayrılmıştı. Türkiye Büyük Millet Meclisi
üyeleri iki gün sonra olayı öğrendi ve Bakanlar Kurulu tarafından gönderilen Yusuf
Kemal Bey’in Meclisin izni olmadan Padişah ile görüşmesinin iyi olmadığı
tartışıldı ise de, Mustafa Kemal Paşa olayı tatlıya bağladı. Ancak, Sadrazam
Tevfık Paşa, Lozan Konferansı’na, İstanbul Hükümeti’nin de katılacağını
bildirince, Mustafa Kemal Paşa buna çok kızarak “Türkiye’yi yalnız Büyük Millet
Meclisi Hükümeti temsil edebilir” demiştir. Bunun arkasından temsil olayı için
Tevfık Paşa, Meclise doğrudan doğruya başvurur. Artık, padişahlığın
kaldırılması gerektiği konusunda bu olay nedeni ile Mecliste bir cereyan
olmuştur.
30 Ekim
1922’de Dr.Rıza ile yetmiş sekiz arkadaşının verdikleri önergede,
İstanbul’daki hükümetin varlığını koruyacak hiçbir kuvvete sahip olmadığını,
gölge durumunda bulunduğunu ileri sürmüş ve yeni durum için “Asıl halk
topluluğunun ve köylünün haklarını koruyan ve mutluluğunu sağlamayı kabullenen
bir halk hükümeti idaresi kurmuştur. Durum bu iken, İstanbul’da düşmanlarla
ortaklık yapmış olanların hala halifelik ve sultanlık ve padişah ailesi
haklarından söz ettiklerini görmekle şaşkınlık içinde kalıyoruz” denmekte ve
hemen konunun esasına girmekteydi. Önerge oylanmış, 132 kabul, 2 red, 2
çekimser oy çıkmış, ama, Mecliste çoğunluk olmadığı için oylama ertesi güne
kalmıştı. 1 Kasım 1922’de, önergeye ek madde ile “Hilafetin Türklere, Osmanlı
ailesine ait” olduğu kabul edildi. Mustafa Kemal Paşa söz alarak, Türkiye’nin
saltanatın kaldırılması ile çağdaş, uygar devlet olacağını, kalkınabileceğini,
halifelik makamında güçsüz ya da zavallı bir kişinin değil, “Dayanağı Türkiye
Devleti olan yüksek bir kişinin” oturacağını ifade etti. Saat gecenin yansına
doğru oturum tatil edildi. 2 Kasım 1922 tarihli oylamada, Rize Milletvekili
Ziya Hurşit Paşa’nın ben muhalifim diye seslenmesine karşın yapılan oylamada
saltanat kaldırıldı24.
4 Kasım 1922
günü İstanbul Hükümeti istifa etti. Esasen, alınan karardan sonra yapılacak
bir iş de yoktu. Milletin gerçek- temsilcileri Ankara’da bulunuyor ve millet
adına yönetim mekanizmasını işletiyorlardı. Artık, dünyada imparatorluk gibi
çağ dışı yönetimlerin varlığı yok denecek kadar azalmıştı. Saltanatın
kaldırılacağı, çağdaş yönetim usullerinin bütün dünya ülkelerinde zamanla bu
idarelerin yerine geçeceği belli idi. Üstelik, artık, İstanbul’daki hükümetin
ne ordusu, ne maliyesini oluşturacak kaynakları mevcut değildi. Bu yüzden,
milletin sesini yansıtan Ankara Hükümeti var iken hiçbir dayanağı olmayan
İstanbul Hükümeti neye dayanarak hüküm sürecekti?. İstifadan sonra, Türkiye
Büyük millet Meclisi Hükümeti Türkiye’yi temsil eden tek hükümet olarak kaldı.
Bir zamanların üç kıtada hüküm süren İmparatorluğu kötü yönetim, çağdaş medeniyet
ve teknikten uzak kaldığından, artık mevcudiyetini halktan uzaklaşmış olarak
devam ettirdiğinden ve çok az bir toprak parçasını elde tutabildiğinden,
yerini halk ile bütünleşen ve ulusal bağımsızlık savaşını millet adına
sürdüren Ankara Hükümeti’nin çağdaş devlet düzeyindeki yönetimine terk etmek
zorunda kalmıştı. 17 Kasım 1922 günü, Saraydan ayrılan Vahdettin İngiliz
kuvvetlerinin başkomutanı olan General Sir Charles Harrington vasıtasıyla, bir
İngiliz gemisine binerek kaçtı. 18 Kasım’da toplanan Bakanlar Kurulu, bir
halife seçilmesine karar vererek, sorunu Meclise getirdi. Mecliste, Abdülmecid
Efendiyi halife ilan etti. Halife seçimi için üç aday gösterilmişti. 162 kişi
oy kullandı. Abdurrahman Efendi 2, Selim Efendi 3, Abdülmecid Efendi de 148 oy
aldı. Dokuz oy da çekimser çıktı25.
Saltanat
devrinden, Cumhuriyet devrine geçebilmek için bir geçiş dönemi yaşanmıştır.
Atatürk’ün ifadesine göre, bu konuda iki fikir mevcuttu: Birisi saltanat devrinin
devamı, ikincisi de, saltanat idaresine son vererek Cumhuriyet yönetimini
kurmak. Cumhuriyet kurmak fikri, Mustafa Kemal’e aitti. Onun ifadesine göre,
bunun tatbik mevkiine konulması için gerekli zaman kollanmaktadır. Yeni yasalar
yapıldıkça, özellikle, Teşkilat-ı Esasiye Yasası yapılırken, saltanat
taraftarları, padişah ve halifenin hukuk ve yetkisinin düzeltilmesinde ısrar
etmişlerdi. Mustafa Kemal de şimdi bunun zamanı olmadığını açıklamıştı. Ancak,
O, devlet yönetimini Cumhuriyet’ten bahsetmeden de, milli egemenlik dairesinde
yöneterek, her an Cumhuriyet’e doğru yürümekte, saltanat ve hilafet olmaksızın,
Büyük Millet Meclisi’nin her türlü hakkını kendinde toplamakta, devlet
başkanından bahsetmeksizin, onun görevini de, Meclis Başkanlığını da sürdürmekteydi.
Saltanat kaldırıldıktan sonra hilafetin yürütüleceğini, 2 Kasım 1922’de Petite
Parisien muhabirine şöylece açıklıyordu: “Hilafeti muhafaza edeceğiz, şu şartla
ki, Büyük Millet Meclisi ve Millet Halifenin istinat edeceği bir mesnet ve
kuvvet olacaktır”26. Aynı konuşmasında, Mustafa Kemal, Millet
Meclisi’nin halk tarafından seçildiğini ve yönetimin bir halk idaresi olduğunu
açıklamaktaydı. Görüldüğü gibi, Mustafa Kemal Paşa, şimdilik halifeliğin
devamına taraftar olmaktadır. Bunun nedeni, yüzyıllardır halifeye körü körüne
bağlı olan halkı birdenbire bu kurumun kaldırılması sebebi ile karşısına
almamaktan kaynaklanmaktadır. Üstelik, savaş devam etmektedir. Yeni bir
karışıklığın çıkması Ankara Hükümetini zayıflatabilir, bu yüzden halifeliğin
kaldırılması için uygun bir zamanı kollamak daha yerinde olacaktır.
Halifelikten önce, sırada devlete verilecek şekil, O’nun kafasını daha çok
meşgul etmektedir
Saltanat
kaldırıldığından yeni bir sistemin uygulanması ve çağdaş düzene geçişte daha
sağlam ve rahat adımlar atılarak Cumhuriyet sistemine geçmek mümkün
olabilirdi. Mustafa Kemal, bunun için ortamın uygun olduğuna da inanmıştı.
20 Ocak 1923
tarihli İstanbul gazeteleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütün
programlarında Mustafa Kemal’in belirttiği şu iki maddenin esas olduğunu
vurgularlar: 1- Tam bağımsızlık 2-Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait
olması. Aynı gazeteler, birinci maddenin ifadesinin “Misak-ı Milli”,
ikincisinin ise “Teşkilat-ı Esasiye” olduğunu, Misak-ı Millinin ordu tarafından
sağlandığını, Teşkilat-ı Esasiyenin ise, kitaplara geçmeden önce, fikir ve
vicdanda oluştuğunu, Meclisin de bunu uyguladığını belirtirler. Aynı
gazeteler, millet egemenlik haklarından yoksun bırakılırsa, ayaklanarak zorla
bunu elde eder demektedirler. Mustafa Kemal Paşa, 18 Ocak 1923’te halka hitaben
yaptığı konuşmada “Şurasını açıkça söylemek lazımdır ki, bu milletin üç buçuk
seneye sıkıştırdığı dava çok azimetlidir” demekte, Fransızların büyük ihtilallerini
(1789) kesinleştirmek için bir asır uğraştıklarını, her yeni harekete karşı bir
muhalefetin olduğunu, buna irtica dendiğini, bunu önlemek için önceden tedbir
almak gerektiğini, bir inkılabı yapanların bu gibi olumsuz hareketleri ezecek
kudrete sahip bulunduklarını, milletin egemenliğinin sürekli olduğunu, milletin
egemenliğine dikilecek gözlerin çıkarılacağından bahsetmekteydi27.
24 Temmuz
1923’de Lozan Antlaşmasının da imzalanmasından sonra, Mustafa Kemal Paşa artık
Cumhuriyetin ilanı zamanının geldiğine inanmış ve açık açık Cumhuriyet’ten
bahseder olmuştur. 16 Eylül 1923’te, Trabzon Halk Fırkasını ziyarette, kendi
şerefine verilen ziyafet sırasında bunu açıkça dile getirmiştir: “Bütün cihan
bilsin ki benim için bir taraflılık „vardır: Cumhuriyet taraftarlığı.” Kamu
oyunda, özellikle taşrada bu fikre karşı bir tepki olmamıştır.
Cumhuriyetin
ilanından sonra, bazı İstanbul gazetelerinin dediği gibi Cumhuriyet ansızın ilan
edilmemiştir. Rauf Bey de, bu şekildeki ifadesi ile yanılmıştır. Cumhuriyet,
Mustafa Kemal Paşa’nın kafasında devamlı mevcuttur ve 1923 Eylül’ünden
itibaren Mustafa Kemal Paşa bunu sürekli tekrarlamaktadır. 23 Eylül 1923
tarihinde Newe Freie Presse Gazetesi Muhabirine verdiği ve 27 Eylül 1927 de Hakimiyet-i
Milliye’de yayınlanan beyanatında da Cumhuriyetin ilan edileceği açıkça beyan
olunmaktaydı: “Teşkilat-ı Esasiye mucebince hakimiyet bila kayd ü şart
milletindir. İcra kudreti olan Meclis’te tecelli ve temerküz itmiştir diye
sarahat vardır. Bu iki kelimeyi bir kelimede izah edebilmek için hangi lügatta
aranırsa aransın mezkûr kelime CUMHURİYET olacaktır. Binaenaleyh, Türkiye’nin
dahili tekamülü daha bitmemiştir. Daha tadilat ve terakkiyat vukubulacak ve
bilumum tekamülat CUMHURİYET esasına müncer olacaktır. Türkiye’de hal-i
hazırda olduğu kadar ileride de daha ziyade demokratik bir Cumhuriyet teşkil
edecek ve bu Cumhuriyet hiçbir surette garp Cumhuriyetlerinden farklı
olmayacaktır”28.
Mustafa
Kemal, Türkiye’nin iç gelişmelerinin henüz bitmediğini, daha değişiklikler ve
ilerlemelerin olacağını ve bütün ilerlemelerin Cumhuriyet esasına bağlı
olacağını, Türkiye’deki inkılapların Cumhuriyet yönetimi altında süreceğini,
söylemişti. Nitekim, Cumhuriyetin ilanından sonra, inkılapların yapılması ve
uygulanmasına Cumhuriyet rejimi içersinde devam olunmuştur.
Mustafa
Kemal, imkan ve şans zamanı geldiğinde son derece isabetli ve yerinde kararlar
almakta, sürekli ülkesinin ve milletinin geleceğine uygun hareketleri
gerçekleştirmekteydi. Cumhuriyetin ilanında da aynı yolu izlemiştir. 1923’de
Cumhuriyetin ilanı için fırsat da doğmuştur. Fethi Beyin başkanlığındaki
Bakanlar Kurulu yıpranmıştı. Ali Fuat Paşa, ordu kumandanı olmak için, 22 Ekim
1923’de Meclis Başkanlığı görevinden ayrılmıştı. Başbakan Fethi Bey de, daha
iyi çalışabilmek için İçişleri Bakanlığı görevini bırakmıştı. Halk Partisi
Grubu, Mustafa Kemal Paşa’ya danışmadan Meclisin ikinci başkanlığına bir süre
önce başbakanlıktan ayrılan Rauf Bey’i, İçişleri Bakanlığına da Erzincan
Milletvekili Sabit Bey’i aday seçmişti. Mustafa Kemal Paşa ise bu adayları
tutmuyordu.
26 Ekim günü
Bakanlar Kurulu istifa kararını Mustafa Kemal Paşa’ya sunmuştu. Bakan olmak
için heveslilere bir kapı açılmıştı. Mustafa Kemal Paşa, bu kadar çok
heveslinin bir yerde, Meclis çoğunluğunun güvenini sağlayabilir idi. O, çabucak
hedefe varmak ve Cumhuriyeti ilan etmek için zamanın geldiğine inandı.
Mustafa
Kemal, 28 Ekim 1923 günü, Meclis Binasını terk edip, Çankaya’ya gidecekken,
koridorlarda Kemalettin Sami Paşa ile Halit Paşa’ya rastlar. Kendisiyle
görüşmek için geç saatlere kadar orada beklediklerini anlayınca, akşam yemeğine
gelmeleri için, onlara, Milli Savunma Bakanı Kazım Paşa ile haber yollar.
Yemeğe İsmet Paşa, Kazım Paşa ve Fethi Bey de geleceklerdi. Mustafa Kemal,
Çankaya’ya gittiğinde kendisini görmek için gelen Rize Milletvekili Fuat,
Afyonkarahisar Milletvekili Ruşen Eşref Bey’lere de rastlar. Mustafa Kemal,
Çankaya’da beraber yenilen yemekte, yarın Cumhuriyet ilan edileceğini açıklar.
Hepsi tarafından çok yerinde görülen karar üzerinde nasıl çalışılacağını
yemekten sonraki konuşmalarında da anlattıktan sonra gerekli direktifleri de
veren Mustafa Kemal, misafirler gittikten sonra, Köşkte, İnönü ile kararı
gerçekleştirmeyi sağlayacak olan kanun tasarısı üzerinde çalışmalara
başladılar. 1921 Anayasasının devlet şekli üzerindeki maddeleri incelendi ve
sonunda beş maddelik bir tasan taslağı hazırlandı. Birinci madde “Türkiye
Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir” şeklinde idi29.
Artık, karar
verilmişti. Hiçbir kuvvet Mustafa Kemal’i bu karardan döndüremezdi. Nitekim,
Mecliste, 29 Ekim günü, Yunus Nadi, Cumhuriyet için Mustafa Kemal’e “Bunu en
kuvvetli zamanımızda yapmalıyız” deyince, O da “En kuvvetli zamanımız
bugündür” demiştir. Gerçekten de en kuvvetli zaman o andı. Türkiye itilaf
devletleri ile yaptığı savaşı basan ile sonuçlandırmış, saltanat kaldırılmış,
Lozan Antlaşması imzalanmış ve Türkiye bütün dünya devletleri tarafından
tanınmış olup, gerek dış dünyada, gerekse Türkiye içinde, Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nde Mustafa Kemal büyük kurtarıcı ve Türkiye’yi yeni ufuklara yönlendirecek
kişi olarak tanınıyor ve anılıyordu.
Mustafa
Kemal Paşa, 29 Ekim 1923’de, öğleden sonra bir buçukta toplanan Halk Partisi
Grubunda ilk sözü alarak, güçlü ve dayanışmalı bir hükümetin kurulabilmesi için
anayasanın bazı noktalarına açıklık getirilmesini belirterek, hazırlanmış olan
beş maddelik taslak metnini divan katiplerine okuttu.
Konuşmalar
sırasında, Konya Milletvekili Eyüb Sabri Efendi, Anayasayı değiştirmeye
yetkilerinin olduğunu ve hükümet şeklinin Cumhuriyet olacağını söyledi. İsmet
Paşa, Avrupa’daki gibi, Meclis Başkanı yerine devlet başkanı olmasının
gerektiğini, Cumhurbaşkanı olmadan, başbakan olamayacağını öne sürdü.
Bu
tartışmalara biraz sonra etraflıca değineceğiz. Önce, projenin hazırlanışını
görelim. Naşit Hakkı Uluğ’un ifadesine göre, Lozan Antlaşmasının (24 Temmuz
1923) imzalandığı günlerden birkaç gün sonra, Mustafa Kemal, özel kaleminde
memur ve şahsi güvenini kazanmış olan Hasan Rıza (Soyak)yı çağırıp, yeleğinden
küçük bir kağıt çıkarmış ve ona “— Bunları al, müsvedde halindedirler, beyaz
edeceksin, yazılar karışıktır, dikkat et okuyamadığın veya anlayamadığın yer
olursa beni çağırıp sorarsın, bunları şimdilik yalnız sen ve ben bileceğiz.
Amirlerine dahi bahsetmene lüzum yoktur” demişti. Hasan Rıza,bunların, 20 Ocak
1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Yazısının maddelerini değiştiren ve Türkiye
Devleti’ne “Cumhuriyet” şeklini veren taslak olduğunu görmüştü. Gazi’nin karan
açıktı. O Türkiye Devleti’nin hükümet şeklinin Cumhuriyet olmasını istemekteydi.
Gazi, Teşkilat-ı Esasiye yazısından ve eski Kanûni Esasinin maddelerinden de
yararlandıktan sonra tam bir anayasa projesi ortaya koyuyor ve hazırlattığı
metni Hasan Rıza’ya verip “— Bunu al, Adliye Vekili Seyit Bey’e götür, yarına
kadar bunları okusun, Cumhuriyet ve halk hakimiyeti mefhumları ile umûmi hukuk
kaideleri bakımlarından tetkik etsinler ve mütalaalarını bildirsinler.
Meselenin şimdilik üçümüz arasında kalmasını arzu ettiğimi Seyit Bey’e
söylersin” diyor. Profesör Seyyit Bey, ertesi gün müsveddeyi geri verirken,
bunun pek mükemmel bulduğunu, esaslarda aynı görüşte olduğunu, ancak, birkaç
noktada mütalaa kaydettiğini açıklıyor. Bu proje, Ekim sonunda Meclise verilen
projedir.
Uluğ 28 Ekim
akşamı Çankaya’da konuşulan bu proje, 29 Ekimde, öğleden sonra Halk Fırkası’nda
tartışılıp, saat 18.00 de kabul edilen projedir demektir. Mustafa Kemal, Halk
Fırkası’ndaki toplantıdan önce, Meclisteki odasına bazı milletvekillerini
çağırmış ve onlara son şeklini verdiği anayasa projesini göstererek fikirlerini
açıklamıştı. Halk Fırkası toplantısı başlayınca da söz alarak, Hükümet
buhranını önleyecek tedbir olarak Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi
lüzumunu anlattı ve projeyi okuması için katibe vererek kürsüden ayrıldı.
Proje
okunduktan sonra, ilk sözü alan Sabit Sağıroğlu, öncelikle kabine meselesi
üzerinde durdu, anayasa değişikliğinin sona bırakılmasını istedi. Ebubekir
Hazım Tepeyran ise, partinin anayasayı değiştirme yetkisini kabullenmeyip, bu
gibi tekliflerin Mecliste serbestçe görüşülmesini istedi. Yunus Nadi, Tepeyran’ın
yetkisizlik iddiasını red etti. Karesi Milletvekili Vehbi Bey, şimdiye kadar
anayasa üzerinde yapılan çalışmalardan haberdar olmadığını, bütün bilgiyi
basından öğrendiğini açıkladı. Kastamonu Milletvekili Halit Akmansü de, anayasa
sorununun derhal halline taraftar olmadığını, bilim adamlarından bilgi
verilmesini istedi. Hamdullah Suphi Tanrıöver, teklifin dört yıl önceki
anayasaya açıklık getirdiğini belirtti. Adliye Bakanı Seyyit Bey, önerinin
yeni bir şey olmadığını, yasaların gereksinimden doğduğunu açıkladı. İsmet Paşa
ve Abdurrahman Şeref Bey, öneriyi destekleyen ateşli konuşmalar yaptılar. Eski
Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Tengirşek de derhal yasa ile işlemin
tamamlanmasını isteyince, proje grupça kabul olundu30.
Mustafa
Kemal, henüz Cumhuriyetin ilan edilmediği sırada, aynı gün Fransız gazeteci
Maurice Pernot’ya Osmanlı İmparatorluğu’nun neden yıkıldığını, düşüncelerinin
batıya dönük, bugünkü hükümetin az çok Cumhuriyet olduğunu, politikalarının
dine karşı olmadığını izah etmekteydi: “Osmanlı İmparatorluğu’nun düşüşü,
batıya karşı elde ettiğimiz basanlardan çok gururlanarak, kendisini Avrupa
uluslarına bağlayan bağları kestiği gün başlamıştır. Bu bir yanlışlıktı. Bunu
tekrar etmeyeceğiz. Vücutlarımız doğuya ise, düşüncelerimiz batıya dönük kalmıştır….Ulusal
egemenliği ilan ettik. Kelimeler üzerinde oynamayalım. Bugünkü Türk Hükümeti
az çok Cumhuriyettir…Politikamızı, dine aykırı olmak şöyle dursun, din
bakımından eksik bile hissediyoruz. Türk ulusu dindar olmalıdır…31.
Mustafa
Kemal, Türk Tarihi hakkında en doğru ve kesin sonuçlara ve sentezlere
varabilmektedir. Yusuf Akçuraoğlu, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışını yirmi
iki sebebe dayandırmaktadır. Gerçi, bu sebepleri şimdi daha da artırmak
mümkündür, ama, Mustafa Kemal, düşüş sebebini, Osmanlı İmparatorluğu’nun
Avrupa ile bağlarını kesmesi ile başladığını belirtmekle, Onun, Avrupa’dan
teknik, ekonomik, bilim, siyasi askeri, ilmi alanlardan kopuşu ile izah etmek
istemektedir ki, bu güzel bir sentezdir. Esasen, kendisi Osmanlı İmparatorluğu’nun
son devirlerini yaşadığından, Avrupa’ya da gidip Osmanlı toplumu ile batı
toplumunu karşılaştırmak olasılığını bulduğundan olaylara da çok yakın ve
içindedir.
Mustafa
Kemal Paşa’nın, Cumhuriyet ilan edilmeden aynı gün Pernot’ya verdiği beyanattan
da anladığımıza göre, henüz Cumhuriyet ilan edilmediği için O, son derece
temkinlidir. Kelimelerin önemi olmadığını, şu andaki yönetimin Cumhuriyet
düzeni içinde kabul edildiğini, kesin düşüncesinin de bu olduğu gerçeğini
vurgulamaktadır. Ayrıca, din konusunu izah ederken de, kendilerini bu konuda
eksik hissettiklerini belirtmesi, ilerde bu konuda yapılacak girişimlerin
olacağını da ortaya koymaktadır. Bu da vatandaşların din ile ilgili
işlemlerinin siyasi olayların dışında gerçekleştirmesi noktasına gelip,
dayanacaktır. Bunun sonunda da halifelik kaldırılmış olacaktır.
Anayasa
Komisyonu çalışmalarını tamamlamıştı. Tasarı son şeklini aldıktan sonra,
Meclise sunuldu. İlk sözü komisyon başkanı olan Yunus Nadi Bey aldı.
“…Sunduğumuz teklif, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin uluslararasında
sahip olduğu adın belirlenmesinden ibarettir. Çünkü, uluslararası alanda belli
olan adlardan birinin alınması gereklidir. Egemenliği kayıtsız ve şartsız
ulusa veren, ulusu kendi kendine yönettiren hükümet şeklinin adı Cumhuriyettir.
Bundan ötürü gerçek adımızı almak üzere, bunu Anayasamızın birinci maddesine,
anlamı zaten bu maddenin içinde bulunan bir fıkra ile ekliyoruz….” dedi. Daha
sonra söz alan Manisa Milletvekili Vasıf Bey, teklifin lehinde konuşarak Saray
ve çevresinden kurtulunmasını belirtir ve anayasa komisyonumuzun bugün karşımıza
getirdiği esas, bu amacı tam olarak içine almakta ve sağlamaktadır. Zaten bir
Cumhuriyet idaresi içinde olduğumuz halde gerçeği açıklamaktan çekinmek
tereddüt anlamına gelir ve düşmanlarımızın aşırı isteklerini uyandırır…” dedi.
Konya Milletvekili Eyüb Sabri Efendi ise, “Bizim hükümetimiz bugün Cumhuriyet
olmuyor. Kurulduğu günden beri Cumhuriyettir. Fakat bazı ihtiras ocaklarını
alevlendirmemek için adı açıklanmamıştır. Bugün artık gerçek adını alacağı
dönem gelmiştir…” Antalya Milletvekili Rasih Efendi de “…Cumhuriyet ilan
etmekle, Türk devleti bundan sonra başında, soydan gelme bir hakla oturmuş
kimse görmeyecektir….” dedikten sonra konuşmalar yeterli görülmüştür.
Görüldüğü
üzere, Millet Meclisindeki konuşmaların hepsi Cumhuriyetin lehinedir. Aleyhine
tek bir konuşma bile olmamıştır. Bu da, yalnızca Mustafa Kemal Paşa’nın değil,
bütün Meclis üyelerinin Cumhuriyet ilanın taraftarı olduğunu gösterir.
Bunlardan Eyüp Sabri, çocukluktan beri Cumhuriyete aşık olduğunu ifade etmişti.
Bu da Meclis içinde ahenkli bir çalışmanın ve birliğin mevcut olduğu gerçeğini
ortaya koymaktadır. Esasen, bu böyle olmasaydı, Mustafa Kemal Paşa’nın inkılapları
gerçekleştirmesi, bu kadar kolay olamazdı. Cumhuriyetin ilanını belirten
birinci madde Mecliste büyük bir coşku ile ve “Yaşayın Cumhuriyet” sesleri ile
kabul edildi. Bundan sonra, ikinci madde üzerinde söz alan Şebinkarahisar
Milletvekili ve şair Mehmet Emin (Yurdakul) “…Cumhuriyetin ruhu önünde saygı
ile ayağa kalkarak üç kez (Yaşasın Cumhuriyet) diye hükümetimizi sevgi ile
anmanızı dilerim” demiş ve bu oylanmadan herkesin uygun görmesi sonucunda
“Yaşasın Cumhuriyet” sesleri ile yerine getirilmişti.
Daha sonra
Cumhurbaşkanı’nın hemen seçilmesi ve yüz bir kez top atışı yapılmasını öngören
önergelere de geçildi. Gizli olarak yapılan oylama sonucunda, Mustafa Kemal
158 oyun hepsini de alarak Cumhurbaşkanı seçildi. Saat 8.30 da Cumhurbaşkanı
seçilen Mustafa Kemal Paşa, söz alarak Meclise teşekkür etti32.
Mustafa
Kemal Paşa, bu teşekküründe, milletin sahip olduğu üstün niteliliğini ve
yararlılığını, hükümetin yeni adı ile uygarlık dünyasına kolaylıkla uyum
sağlayacağını, Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyadaki yerine layık olduğunun
eserleriyle ispatlanacağını açıkladı. Mustafa Kemal’in, Meclis arkadaşlarıyla,
samimi ve sıkı bir çalışma içinde olacağını, milletle hep beraber ileri adımlar
atılacağı yolundaki sözlerinden sonra, Afyon milletvekili Kamil Efendi kürsüde
bir dua okudu ve ikinci Büyük Millet Meclisi’nin tarihi oturumu sona erdi.
Cumhurbaşkanı
seçilen Mustafa Kemal Paşa, anayasanın yeni hükmüne göre, İsmet Paşa’yı
başbakan olarak atadı. O da kurduğu kabineyi Mustafa Kemal’e sundu ve Mustafa
Kemal de bir tezkere ile yeni hükümet listesini Meclise sundu. Yeni hükümet,
oylamaya katılan üyelerin oy birliği ile yani yüz altmışaltı oy ile güven oyu
aldı. Bir süre sonra, işlerinin çokluğundan dolayı Mustafa Kemal Halk Partisi
genel başkanlığını da İsmet Paşa’ya verecektir.
Cumhuriyetin
ilanı, yurt dışında da büyük bir sevinç uyandırmıştı. Her taraftan telgraflar
geliyordu. Halife Abdülmecid, Batı Trakya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, İstanbul
Üniversitesi öğrenci demekleri bunlar arasında sayılabilir33. Şimdi,
Cumhuriyetin kamuoyunda nasıl karşılandığına etraflıca değinebiliriz.
Cumhuriyetin
ilanından yirmi altı gün önce, Yenigün Gazetesinde yeni yönetimin Cumhuriyet
olacağı yolunda “Cumhuriyet idaremiz tasrih ve yakında ilan olunacaktır”
tarzında bir haber yer almıştı. Bunun, Mustafa Kemal’in nabız yoklaması
olasılığı için çıkartılan bir haber olarak yorumlanması mümkündür. Çünkü, aynı
yazıda Cumhurbaşkanlığının meclis başkanlığından ayrılması, ya da eski durumun
korunmasının söz konusu olduğu, yeni tasarının yasa ve yürütme
yetkilerini-Bakanlar Kurulunun görev ve yetkilerini-Meclise bıraktığı gibi yasa
tasarısında yer almış olan hususlar mevcuttu. Nitekim, alınan özel haberlere
göre, bu haberin doğruluğunun kesin olduğu, esasen, meclis başkanının
Cumhurbaşkanı’nın görevini yerine getirdiği, bu yenilikle Cumhurbaşkanlığının
meclis başkanlığından ayrılmış olacağını belirten gazete, bu bilgileri
mecliste uzman ve yetkili bir kişiden aldığını belirtmekte, ancak, bu kişinin
adını vermemekteydi. Bu sıralarda Cumhuriyet’ten bahseden tek kişi vardı. O da
Mustafa Kemal’dir. O basının kamuoyu üzerinde ne kadar etkili olduğunu bilmekte
ve böylece kamuoyunu Cumhuriyetin ilanına doğru hazırlıklarını geliştirmektedir.
Böylece, hem Mecliste bu düşünce etrafında bir oluşum hazırlamış, hem de
kamuoyunu bu fikre hazırlamıştır. Bu fikre karşı o tarihlerde, gazetelerde
menfi bir yazı çıkmadığına göre, durum Cumhuriyetin ilanı için müsaitti.
Aynı gazete,
30 Ekim 1923’de, Büyük Millet Meclisi’nin hükümet şeklini tespit eden Teşkilat-ı
Esasiye”yi düzenleyerek, Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan ettiğini bütün dünyaya
duyuruyordu. Cumhuriyetin ilanı İstanbul, İzmir ve yurdun diğer köşelerinde
büyük bir sevinçle karşılanmıştı. Ankara’da halk her yerde gösterilere
başlamış, resmi daireler tatil edilmiş idi. 31 Ekim Çarşamba günü genel tatil
yapılmıştı. Cumhuriyet’in ilanı, İzmir Müstahkem Mevki Komutanlığı’na gece
yarısı bildirilmiş ve gece saat birde kaleden bu mutlu olay top atışları ile
kutlanmıştı. Vapurlar her yerde bayraklarla donatılmıştı.
Ancak,
Atatürk’ün de ifade ettiği gibi, yalnız İstanbul’daki iki-üç gazete ve bazı
kişiler, Cumhuriyet konusunda halkın sevincine katılmadılar ve Cumhuriyet ilanına
ön ayak olanları tenkit ettiler. Hatta, “Yaşasın Cumhuriyet” başlığı altındaki
bazı yazılar bile Cumhuriyetin kabul ve ilan edilişini garip buluyor, bunu “sık
boğaza getirilmiş gibi bir hal” olarak niteliyordu. Oysa, daha önce de
belirttiğimiz üzere, 1923 yılında Mustafa Kemal, Cumhuriyetin ilan edileceğini
sık sık ihsas etmişti. Yenigün Gazetesinin bu konudaki yayını da belliydi. O
halde, Cumhuriyetin ilan edileceği daha önce duyurulmuş ve gerekli çalışmalar
yapılmıştı. Bu yüzden bunun aceleye getirildiğini öne sürmek doğru olamazdı.
Ayrıca, İstanbul’daki bu birkaç gazete, Cumhuriyetin alkışlarla, top atışı,
ile kutlanmasını tenkit ediyor ve “Cumhuriyet alkış ile, dua ile, şenlik ve
donanma ile yaşamaz”, “Cumhuriyet bir tılsım değildir. Millet Meclisi’nde bir
büyü yapıldı. Bundan sonra her iş kendiliğinden düzelecek, her derdin çaresi
kendiliğinden bulunacak değildir” şeklinde ifadeler kullanıyorlardı34.
Hiç şüphe
yok ki, demokratik bir ortamda her türlü tartışma olabilir. Ancak, yirminci
yüzyılın ilk yirmi yılına kadar, halk idaresinden uzun süre uzak kalmış,
anayasayı iki kez 1878 ve, 1908’de de elde edip, bir türlü tatbik edemeyen bir
topluma, saltanat ve hilafet gibi uzun seneler alıştığı kavramları terk
ettirip, Cumhuriyet gibi halk idaresine dayanan bir sistemi kabul ettirmek çok
zordu. Çünkü, toplum daha önce anayasaya sahip çıksaydı, belki bu felaketler başa
gelmeyecek ya da en azından Osmanlı toplumu bu kadar geri kalmayacaktı. Aydın
sınıfının çok az olması ve eski düzene bağlı muhafazakarların çokluğu bir türlü
bu rejimin tutunmasını sağlayamamıştı. Şimdi de birkaç çatlak ses olacaktı. Bu
birkaç çatlak sese karşın, Türk halkı Mustafa Kemal’e ve Meclise güveninden
dolayı, büyük çoğunlukla bu sistemi benimsemiştir. Mustafa Kemal, demokratik
düşünceye itibar ettiğinden bu konuda olan tenkitlere kızmamıştır. Meclisin
toplantıda olmadığı bir sırada, O’nun güven oyu verdiği bir kabinenin
düşürüleceği yolundaki asılsız fikirler, Cumhurbaşkanlığı gibi bir hakkın,
padişahlara bile verilmediği yolundaki ithamlar, Mustafa Kemal’i izlediği
yoldan döndürmemiştir.
Mustafa
Kemal, Cumhuriyetin ilanının çok yakın olduğunu, yalnız kamuoyu değil,
Ankara’da önemli mevkilerdeki kişilerin de bilmediğini, Cumhuriyetin ilanına
engel olamayan bazı kişilerin alaycı yazı ve tenkitlerine karşın, bunların
“Cumhuriyet prensiplerinin ilgili kanunda gördükleri kusur ve eksiklikleri tenkit
etmelerini samimi saymak için saf olmak lazımdır” dedikten sonra ve eğer onlar
Cumhuriyetin iyi ve onun ilanının pek yerinde olduğunu belirttikten sonra
tenkitlerini yazsalar idi, iddialarında haklı olabilirlerdi tezini ileri
sürmüştür35. Bu gazete yazarları ve muhafazakar bazı kişiler, hiç
şüphesiz eskinin tutkusu ile yaşayan, yenilikleri kabul edemeyen kişilerdi. Bu
yüzden, Mustafa Kemal’in bu tezi kanımızca çok yerindedir.
Rauf Bey de,
İstanbul temsilcisi olarak Cumhuriyeti iyi karşılamamıştı. Ancak, Mustafa
Kemal’in ifadesine göre, Rauf Bey’i ve kendisi gibi düşünenleri telaşa düşüren
husus, Cumhuriyet ile devlet başkanlığının halifenin şahsı yerine,
Cumhurbaşkanı’nı geçmiş olması meselesidir. Mustafa Kemal’e göre, Rauf Bey
Cumhuriyete karşı olduğunu itiraf etmemekle beraber, Cumhuriyetin millete
saadet getirmeyeceğine inanmaktadır36.
Rauf Bey,
İstanbul’da bir demeç vermiş ve bunda “Cumhuriyetin ilanında acele edilmiştir.
Bu aceleye sebep olanlar, sorumsuz kişilerdir. Bu hareket tarzının iç yüzünü
anlamak lazımdır…Cumhuriyetin ilanını zarûri kılan sebep ne imiş?. Cumhuriyetin
bizim için gerçekten yararlı ve lüzumlu olduğu ispat edilmelidir.” Mustafa
Kemal, bu meseleye iyice eğilmek gereğini duymuştur. Mecliste Rauf Bey’den
bunların hesabı sorulmuştur. Rauf Bey, Mecliste imtihan edilince, yaptığı
konuşmada, duygularının Cumhuriyet’ten yana olduğunu söylemiştir. Ancak, bu
olsa olsa kendisini kurtarmak için söylenmiş olmalıdır. Çünkü, bu sözlerinde
samimi değildi. Ankara’dan ayrılırken, kendisine Cumhuriyet’ten bahseden Kazım
Paşa’ya (Meclis Başkanı) “Buna engel olabilirsen, memlekete büyük hizmet etmiş
olursun” demesi bu samimiyetsizliğinin bir ifadesi olmak gerekir37.
Gerçekte Rauf Bey, Cumhuriyete samimi olarak inanmıyordu. Nitekim, halifeliğin
kaldırılması sırasında yaptığı konuşmalarda da, şiddetle halifeliği savunması,
Onun samimiyetsizliğinin en açık delilidir.
Mustafa
Kemal, gerek Cumhuriyet konusunda, gerek diğer konularda her türlü fikrin
samimi ve yasal olması şartıyla tartışılmasına taraftar olduğunu ifade
etmekten hiç kaçınmamaktaydı. Cumhuriyetin ilanından bir ay sonra, Tercüman-ı
Hakikat başyazarına, 4 Aralık 1923’te verdiği demeçte, Cumhuriyetin nasıl
kazanıldığını, bu konuda fikir tartışmalarının serbest olduğunu şöylece ifade
etmişti: “Cumhuriyetimiz öyle zannolunduğu gibi zayıf değildir. Cumhuriyet
bedava da kazanılmış değildir. Bunu istihsal için mebzûlen kan döktük. Her
tarafta kırmızı kanımızı akıttık. İcabında müessesatımızı müdafaa için lazım
olanı yapmaya amadeyiz. Cumhuriyet serbest-i efkar taraftandır. Samimi ve meşru
olmak şartıyla her fikre hürmet ederiz. Her kanaat bizce muhteremdir. Yalnız
muarızlarımızın insaflı olması lazımdır…”38.
Cumhuriyet
rejimi birinci yılını doldurduğunda, Mustafa Kemal, 31 Ekim 1924’de, Vakit Gazetesi
muhabirine, Cumhuriyet İdaresinin Türk Milleti’nin tabiat ve ruhuna en uygun
yönetim tarzı olduğunun ispat edildiğini, ancak, bu kadar zaman yıpranmış olan
memleketin açıklarının bir sene içinde kapatılmasının olanaksız olduğunu da
ifade etmekten kaçınmamıştı: “Cumhuriyetin ilk senesi beklediğimiz feyzi
tamamen vermiş midir? Memleket o kadar harap, millet o kadar yıpranmış bir
hale getirilmiştir ki, uzun bir mazinin açtığı bu rahneleri bir sene kadar kısa
bir zamanda Cumhuriyet idaresinin dahi tamamen kapatabilmesine elbette imkan
olamazdı. Fakat, Cumhuriyetin feyzleri bütün memleketin ufuklarında herhalde
kuvvetli ümitler verebilecek kadar nurludur. Bunu memleketin en kuytu
köşelerinde dahi suhuletle müşahade etmek mümkündür”39.
Mustafa
Kemal’in ifade ettiği gibi, sanayii, ekonomik, teknik, mülki, adli, sosyal
yönlerden çok geri kalmış, ilk planda her zaman İstanbul düşünülmüş olan bir
memlekette, her türlü kalkınmanın bir sene içerisinde gerçekleşmesi
olanaksızdı. Bu bakımdan Cumhuriyet aleyhtarlarının Cumhuriyetin her şeyi
iyileştirmeyeceği konusundaki ithamlarına da katılmak mümkün olamaz. Çünkü
Cumhuriyet Türkiye’nin yaralarını sarması ve ileriye gitmesi için ilk adımdır.
Gerisi, sonraki uzun seneler içerisinde gerçekleşecektir. Mustafa Kemal de
bundan ümitli olduğunu ifade etmektedir.
Mustafa
Kemal, Cumhuriyetin ilk yılını doldurduğu zaman, halkın bu rejimi koruyacağı
yolundaki düşüncelerinin doğrulandığını, 1 Kasım 1924’de, Meclisin ikinci dönem
ikinci toplanma yılını açarken yaptığı konuşmada ifade etmiştir. Ona göre,
Cumhuriyet ufak ya da büyük bir engelle karşılaşmamıştır. Bu da kendisinde
rejimin halk tarafından korunacağı düşüncesini doğurmuştur.40.
Cumhuriyet, Mustafa Kemal’in en büyük ve korunması üzerinde hassasiyetle
durduğu bir inkılaptır. Nitekim,İzmir Suikastından sonra Anadolu Ajansına 19
Haziran 1926’da verdiği demeç de bunu göstermektedir. “…Benim naçiz vücudum
birgün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar
olacaktır”41.
Mustafa
Kemal’in, Cumhuriyetin birinci yıldönümünde verdiği demeçteki ümitli hava,
1927 de kısmen gerçekleşmiş, Cumhuriyet Rejimi başarılı olmuş, inkılapların
bir kısmı gerçekleşmiş, bir kısmı da gerçekleşmek üzeredir. Mustafa Kemal Paşa,
1927 yılında Cumhurbaşkanlığına ikinci kez seçilince, 1 Kasım 1927’de üçüncü
dönem birinci toplanma yılını açarken bunu açıkça ifade etmişti. O bu
ifadesinde, dört sene içinde, büyük bir azimle İslahat ve ilerlemelerin ne
kadar sağlam esasa dayalı ve Cumhuriyetin Türk Milletinin candan aradığı bir
devlet şekli olduğunun anlaşıldığını vurgulamıştır42.
Bundan
sonra, Türkiye Cumhuriyeti rejimi sürekli hayatiyetini sürdürmüş olup ve O’nun
belirttiği gibi sonsuza kadar da sürecektir.
MUSTAFA
KEMAL’İN HALK İLE BÜTÜNLEŞMESİ:
Mustafa
Kemal Paşa, 1923-1928 arasında yaptığı gezilerde, halka inkılapların gereğini
ve lüzumunu etraflıca anlatmış, halkın kendi etrafında olduğunu ve inkılapları
benimsediğini görünce, bunların uygulamasına geçmişti.
Gazi Paşa,
gittiği yerlerde Türk halkı ile birlikte olmayı, onlarla toplu olarak ya da tek
tek görüşmeyi, dertleşmeyi, fikir alışverişinde bulunmayı ön plana almıştır.
Ulusal kurtuluş savaşı sırasında, Türk halkının, yanında nasıl büyük bir inanç
ve azimle yer aldığını ve onun kahramanlığını unutamıyor, gittiği yerlerde
sürekli bunu tekrarlıyordu. Diğer taraftan gittiği yerlerde dini konuşmalar
yapıyor ve halkın batıl inançlara sapıp kalmaması için uyanlarda bulunuyordu.
O, bu gezileri sırasında gittiği her yerde halkının coşkun sevgi seli ile
karşılanmış, halkı ile sürekli bütünleşmiş, halkının her zaman bir ferdi
olduğunu yineleyip durmuştur. Halkın kendisine göstermiş olduğu bu sonsuz
sevgi gösterilerinden, en küçük kasaba ve nahiyenin dahi kendisine heyetler
göndererek, kaza ve nahiyelerine gelmesini rica etmesinden dolayı duyduğu
memnuniyeti de her fırsatta belirtmiştir. Nitekim, 30 Ocak 1923’de, İzmir’de
gazetecilerle yaptığı konuşmada bir taraftan bunu belirtirken, halk ile yapmış
olduğu konuşmalarda, onların uyanık olmalarından dolayı duyduğu memnunluğu da
ifade etmiştir: “Seyahat ettiğim yerlerde halkın çok samimi ve kalbi
tezahüratına şahit oldum. Bundan fevkalade mütehassisim. Birkaç gün kalmak
fırsatına malik olduğum yerlerde doğrudan doğruya halk ile hasbihallerde bulundum.
Ve tamamen anladım ki, halkımız çok mütenebbih ve müteyakkız haldedir”43.
Mustafa
Kemal Paşa’nın halk ile en iyi kaynaşmasını, 30 Ocak 1923’de gazetecilerin
dışında, halk ile yapmış olduğu konuşma da ortaya koymaktadır. “Maksadım
halkça, kardeşçe hasbıhallerde bulunmaktır. Bu dakikadaki muhatabınız, Türkiye
Büyük Millet Meclisi Reisi ve Başkumandan değildir. Sade bir mebus ve sizi çok
seven bir hemşeriniz Mustafa Kemal’dir. Binaenaleyh benden neler öğrenmek
istiyorsanız serbest olarak sormanızı rica ederim”. Mustafa Kemal’in bu ricası
üzerine, üçü hanım olmak üzere, on dokuz kişi tarafından Mustafa Kemal’e soru
sorulmuştur44. Görüldüğü üzere, halk Atası ile karşılıklı
konuşmakta ve sorunların çözülmesi için diyalog kurabilmektedir. Mustafa Kemal
Paşa aynı gün yaptığı konuşmada, kadınların erkeklerle aynı seviyede olmasının
gerektiğine de değinmiştir: “Bugün bu memleketi nazar-ı tetkikten geçirelim.
Göreceğimiz iki safha vardır. Birisi tarlalarda erkeklerle beraber çalışan
merkeplerine binerek öteberi satmak için kasabalardaki pazar yerine giden,
oralarda bizzat yumurta ve tavuğunu, buğdayını satan ve ondan sonra
levazımatını bizzat mubayaa eden (satın alan), köyüne dönen ve mesai-i
umûmiyesinde kocalarına, kardeşlerine yardım eden kadınlar…Ben bu kadınlar
arasında kocalarından daha iyi iş anlayanlara ve hesap yapanlara tesadüf
ettim. Bir gün Alaşehir civarında bir köye gittim. Çok yağmur yağıyordu ve
soğuk vardı. Kendimi belli etmeyerek bir evin önünde duran bir kadına
— Hemşire
yağmur var, soğuk var, beni kabul eder misiniz dedim. Hiç tereddüt etmeyerek:
— Buyurun
dedi ve beni bir odaya aldı. Odada ateş olmadığı ve yeni bir ateşin yakılması,
uzun bir zamana mütevakkıf olduğu için:
— İsterseniz
bizim odaya gidelim. Orada ateş var” dedi. Gittik, müteakiben komşulardan birkaç
kadın ve birkaç erkek geldi. Beraber konuşmaya başladık. Konuşurken bana en
mühim sualleri soran kadınlar
oldu…İnsanca konuştular. Fakat, billahare benim kim olduğumu anlayınca, telaş gösterdiler ve söyledikleri şeylerden kendilerine bir zarar geleceğini zannederek korktular. Çünkü, şimdiye kadar resmi bir adamla açıkça konuşmayı büyük bir kabahat telakki etmişlerdi. Efendiler, memleketimizde cahil varsa umumidir, yalnız kadınlarımız değil, erkeklerimize de şamildir…”45.
oldu…İnsanca konuştular. Fakat, billahare benim kim olduğumu anlayınca, telaş gösterdiler ve söyledikleri şeylerden kendilerine bir zarar geleceğini zannederek korktular. Çünkü, şimdiye kadar resmi bir adamla açıkça konuşmayı büyük bir kabahat telakki etmişlerdi. Efendiler, memleketimizde cahil varsa umumidir, yalnız kadınlarımız değil, erkeklerimize de şamildir…”45.
Mustafa
Kemal, kadınların hiçbir zaman erkeklerden geri olmadığını
ve onlarla
her zaman boy ölçüşebildiklerini dile getirirken, cehaletin yalnız kadınlarda
değil, erkeklerde de olduğunu vurgulayarak, kalkınmanın bir bütün halinde
gerçekleşebileceğini anlatmak istemiştir.
Gazi, 18
Mart’ta Tarsus’ta, 20 Mart 1923’de Konya’da gençler ile yaptığı konuşmalarda,
gençlere olan güvenini belirtirken, onların kendisini çok mutlu ettiklerini de
açıklamaktan geri kalmamıştı. Konya Türk Ocağında yaptığı konuşmada, gençlerin
millete güven vermesi ve hep birlikte çalışılması gereğini hatırlatmıştı.
Gençlerin ve aydınların izleyecekleri hareket tarzını da şöylece saptamıştı:
“Gençlerimiz ve münevverlerimiz ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını evvela
kendi dimağlarında iyice takarrür ettirmeli (karara vardırmalı), onları halk
tarafından iyice kabili hazim ve kabil-i kabul bir hale getirmeli, onları ancak
ondan sonra ortaya koymalıdır”46.
Mustafa
Kemal, Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi, aydın-halk kopukluğunun ortadan
kalkmasını istemektedir. Bu yüzden de , gençler ve aydınlar tarafından
yapılacak işlerin önceden planlanması, ancak, bunlar halk tarafından kabul
edilir ve istenebilir hususlar ise tatbikine geçilmesini istemektedir. Çünkü,
halkın istekleri ve duyguları ile Sarayın ve İstanbul aydınlarının düşünceleri
bir türlü uzlaşmamış, sürekli olarak İstanbul ile taşra halkı arasında bir
kopukluk, bir anlaşmazlık sürüp gitmiştir. İşte bunun önlenmesi için, halkın
benimseyebileceği ve kabul edebileceği hususların yapılmasının önceden bulunup,
uygulanması gerekmektedir.
Gazi Paşa,
Adana’da halk ile yaptığı konuşmada, diğer seyahatlerde dindaş ve kardeşleriyle
temaslarda bulunduğunu, uzun sohbetler yaptığını, kendisinin milletin bir
“ferd-i naçiz olmakla bahtiyardık duyduğunu ifade etmişti. 1919’larda “sine-i
millet”le beraber çalışan Mustafa Kemal, ig23’lerde de bu milletin bir ferdi
olarak, halkla bütünleşerek çalışmasına devam etmektedir. 17 Mart’ta,
Mersinliler ile konuşurken de, en büyük isteğinin bu milletin bir ferdi olarak
çalışmak olduğunu ifade etmişti47. Aslında, dindaşları ile
sohbetlerini, 1923 Şubatı’nda Akhisar’da, Balıkesir Paşa Camisi’nde de devam
ettirmiş olan Gazi Paşa bu sohbetlerde halkı dini konularda aydınlatma yolunda
çaba sarfetmemiştir.
Mustafa
Kemal, 16 mart 1923’de, Adana’daki çiftçiler ile konuşmuş, onların dertlerini
dinlemiştir. Kendisi için düzenlenen gecede, çiftçilerle yapmış olduğu
konuşmada, bu gecenin kendisi için çok mutlu ve samimi bir gece olduğunu,
çünkü, çiftçilerle aynı sofrada bulunduğunu açıklayarak “Bu sofrada onların
emekleriyle husul bulmuş ekmeği onlarla beraber yiyoruz”48 diyerek,
halk ile bütünleşmesinin en güzel örneğini vermiştir. Daha sonra Gazi Paşa,
milli iradenin, egemenliğin millete ait olduğunu açıklamış ve kendisine
gösterilen yakınlıktan duyduğu memnuniyeti belirttikten sonra “Yalnız şunu bir
hakikat olarak biliniz ki, şeref hiçbir vakit bir adamın değil, bütün
milletindir. Eğer yapılan işler mühimse, gösterilen muzafferiyetler barizse,
inkılabat calib-i dikkatse her fert kendini tebrik etmelidir.” Mustafa Kemal,
bu fikrini ispat etmek için de, bu tip inkılapları her ferdi böyle yetenekli
olan kişilerden oluşan büyük uluslar ortaya koyar demiştir.49
Mustafa
Kemal Paşa, bu düşünceleri ile Türk halkının üstünlüğü ilkesini bir kez daha vurgulamış
ve halkına empoze etmiştir.Elde edilen başarının ise yalnız kendisinin değil,
bütün milletin olduğunu belirtmekle, inkılapların hep birlikte
gerçekleştirildiğini ve gerçekleştirileceğini ortaya koymaktadır. Ona göre,
ulusal kurtuluş savaşı ve yapılacak inkılaplar hep ulusla bütünleşerek
gerçekleştirilebilir. Milli irade her zaman önde olduğu gibi, ulus fertleri
yetenekli olduğu zaman başarıya ulaşılabilinir. Türk halkında da bu özellikler
mevcuttur.
16 Mart’ta
Adana esnafları ile yaptığı toplantıda ise, bir milleti yaşatmak için bir
takım temeller olduğunu, bunların en önemlisinin sanat olduğunu, sanattan ve
sanatkardan mahrum milletin tam bir hayata sahip olmayacağını,
fabrikalılaşmanın, yenileşmenin gerektiğini, dinin de bunu emrettiğini, ama
bazı kişilerin asrileşmeyi kafirlikle eş anlamda tuttuklarını anlatıp “Asıl
küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı, İslamların kafirlere
esir olmasını istemek değil ne nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak
sarıkla değil, dimağladır” diyerek,50 halkına doğru yolu
göstermekte, ilerlemenin çalışma, eğitim ve teknolojiden geçmekle
kazanılabileceğini açıklamaktadır.
Gazi Paşa,
halkının üzüntülerine ortak olmakta, onunla birlikte üzülmekte, sevincine
birlikte katılmakta, onunla birlikte sevinmektedir. Nitekim, 23 Mart 1923’te,
Afyonkarahisar’da Belediye Binası önünde yaptığı konuşmada, Afyonluların
aylarca düşman zulmü altında ezilirken, üzülürken, kendisinin de bu üzüntüyü
duyarak, o sıralarda paylaştığını, bundan sonra bir daha böyle üzüntülerin
olmayacağını açıklayarak halkın üzüntü ve sevincine ortak olmayı bilmiştir51.
24 Mart
1923’te de, Kütahya Lise Binasında onuruna verilen çayda, askeri ordunun
yanında irfan ordusunun da çok önemli olduğunu, askeri ordunun savaş alanlarında
kazandığı başarıyı, irfan ordusunun perçinlemesi halinde emeklerin boşa
gitmeyeceğini, 22 Eylül 1924’de ise, Samsun Ticaret Mektebinde ilim ve fennin
önemini, milli terbiyenin anlam ve önemini açıklayarak, öğretmenlere ve eğitime
verdiği önemi anlatmıştı52.
Mustafa
Kemal, 1924 sonbaharında, Anadolu’da, Dumlupınar’dan başlamak üzere uzun bir
geziye çıktı. Bu gezi sırasında Bursa, Mudanya, Trabzon, Rize, Giresun, Ordu,
Erzurum’u gezdi. Gezi sırasında, fırsat buldukça, belediyelerde, Cumhuriyet
Halk Fırkası merkezlerinde, Türk Ocaklarında, öğretmen derneklerinde, okullarda
çeşitli söylevler verdi. Türk halkının, Gazi’nin konuşmalarını, söyleşilerini,
sohbetlerini ilgi ile izlemesi, Cumhuriyet ve inkılap konularında onunla
anlaşması, bütünleşmesi, gelecek kuşaklar için bir güven olarak görülmelidir.
Anadolu
içindeki üç bin kilometre dolaylarına ulaşan bu gezi sırasında Latife Hanım da,
Gazi ile beraber bulunmuş, törenlere katılmıştı. Latife Hanımın bu gezide
bulunuşu, Gazinin çevresini bir sevgi çemberi gibi kuşatan kalabalıklara
kadınların da katılmasını sağlamıştır. Kimi şehirlerde, Latife Hanım’ın
temsilleri erkeklerle birlikte izlemesi, kadınların da bu gibi genel ve sosyal
toplantılara eşleri, kardeşleri, ana ve babalarıyla katılmalarına olanak sağlamıştı53.
1924
gezilerinin ilk başlarında İzmir’de tertiplenene askeri hareketlerin sona erişi
nedeniyle (20-22 Şubat), 22 Eylülde yapmış olduğu konuşmadaki gibi, millet ve
orduya güvenini, hemen hemen her konuşmasında olduğu gibi yine yinelemişti:
“Arkadaşlar, Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güveniyor. Biri, millet karan,
diğeri en elim, en müşkül şerait içinde dünyanın takdiratına bihakkın kesb-i
liyakat eden ordumuzun kahramanlığı, bu iki şeye güvenir”54.
29 Ağustos
1924 günü, Dumlupınar’a hareket etmek için Ankara İstasyonuna gelen Gazi’nin
treninde bakanlar, devlet ileri gelenleri, Anadolu Ajansı ve basın temsilcileri
bulunuyordu. Gaziyi, İstasyondan, bakanlar, mebuslar, elçiler, sivil ve askeri
görevliler ile halk birlikte uğurlamışlardı. Dumlupınar’daki tören ve
konuşmalar tamamlandıktan sonra, Mustafa Kemal Paşa, Latife Hanım ve
yanındakilerle, 31 Ağustos günü Bursa’ya hareket etti. Gazi’yi Aksu Köyünde
köylüler içten bir sevgi ile karşıladılar. Karşılayıcıların ve köylülerin
sevinci sonsuzdu. Programda Aksu’da durmak olmadığı halde, Aksu’luların
isteğini kırmayan Mustafa Kemal, bir çınarın gölgesinde, özellikle halılarla
süslenmiş olan bir yerde on beş dakika kadar dinlendi. Saat bir buçukta Bursa’ya
gelen Gazi ve Latife Hanımı on binlerce kişi çılgınca alkışlıyordu. Gazi,
Çekirge’de kendine ayrılan köşke, halkın büyük gösterisi nedeni ile Belediyede
bir süre inip, dinlendikten sonra gidebildi.
Mustafa
Kemal Paşa’ya, Bursa’da, Tire, Nazilli, Söke, Balıkesir, Kasaba, Aydın,
Burhaniye, Manisa, İzmir, Karşıyaka, Menemen, Eskifoça, Gemlik’ten minnet ve
şükran telgrafları yağmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa, Bursa’da yaptığı
konuşmalarda, Bursalılara Türkiye Cumhuriyeti’nin gelişmesi için yapılması gereken
hususları şöylece açıklamıştı: “… Siz Cumhuriyetin ayrılmaz ilkesi olan
uygarlık ve yenileşme yolunda yüksek eserler yaratacaksınız. Böylece, Türk
Cumhuriyeti’ni her gün daha çok güçlendirecek ve sağlamlaştıracaksınız. Bundan
asla kuşkum yoktur…” Mustafa Kemal aynı konuşmasında, Bursa’da halkla Bursa’nın
kurtuluş günleri nedeni ile birlikte olmasından dolayı duyduğu memnuniyeti de
dile getirmişti55.
Gazi, 19
Ağustos 1924’te, Giresun’da gençlere hitap ederken, memleketin gençlere
gösterdiği teveccühü de dile getirmişti56. Biz, O’nun, halkının
ulusal bağımsızlık savaşına yaptığı katkılardan dolayı duyduğu memnuniyeti
çeşitli yerlerde dile getirdiğini de bilmekteyiz. 13 Ekim 1924’de, Kayseri’de,
Türk milletinin kahramanlığından, onun toprağını korumak için tek bir vücut
gibi hareket edeceğini belirtmesi duymuş olduğu güvenin bir ifadesidir57.
Mustafa
Kemal, kendisine gelen çağrıların bir kısmına gidebilmekte ve gittiği yerlerde
de halk ile bütünleşmekteydi. Trabzon ve havalisi halkının, kendisini görmek
için çektikleri telgraflar üzerine, Trabzon’a gelen Mustafa Kemal Paşa, 16
Eylül 1924’de, ilk kez beş sene önce, Samsun’a ayak bastığı sırada, kendisine
kuvvet veren vatandaşların ilk sırasında Trabzonluların bulunduğunu hiçbir
zaman unutmayacağını da ifade etmişti. 20 Eylül 1924’de Samsun’da ise,
düşmanın İzmir’e çıktığı, Samsun’da Merzifon’daki yabancı askerlerin
bulunduğu, düşman donanmasının toplarının Samsun’a dönük olduğu Samsun’a
çıktığı ilk anlardaki hislerini şöylece dile getirmekteydi: “Samsun’u ve
Samsun Halkını gördüğüm zaman memleket ve millete ait bütün tasavvurlarımın,
kararlarımın herhalde kabil-i istihsal olduğuna bir defa daha kuvvetle kani
oldum. Samsun’luların hal ve vaziyetlerinde gördüğüm, gözlerinde okuduğum vatanperverlik,
fedakarlık, ümit ve tasavvurlarımı müspet kanaate isale kafi gelmişti. Bu
kanaatimi o zamanın İstanbul ricalinin en büyüklerine iblağ etmekte tereddüt
etmedim. Fakat, onlar memlekete ve millete atf-ı kıymet etmekte çoktan
düşmanların dûnunda (altında) kalmışlardı”58.
Gazi Paşa,
24 Eylül 1924’de, Havza’da da aynı hususlara değinmiş, en üzüntülü anlarda
Havza’lılarla tanıştığını, eğer Havza’lıların kendisini böyle candan
karşılaması olmasa idi, inkılap için çalışmasının mümkün olamayacağını
belirterek “Muhterem Havza’lılar, ilk cüreti, ilk cesareti gösteren, ilk teşkilat
yapan siz oldunuz. İnkılap ve Cumhuriyet tarihinde Kahraman Havza’nın ve
Havza’lıların büyük yeri vardır” demiştir. Böylece, Mustafa Kemal, ilk
hareketi başlatan Havza’ya karşı duyduğu şükran borcunu ve hislerini, Havza’nın
ulusal bağımsızlık savaşındaki yeri ve önemini, aradan beş sene geçtikten
sonra yeniden vurgulamak ve Havza’lılara teşekkür etmek ile o günlerin
heyecanını Havza’lılar ile beraber yaşamıştır. Diğer taraftan Havza’nın inkılapların
yerleşmesi ve tutunmasındaki önemini de belirterek, ulusal bağımsızlık
savaşının sonunda da, buranın en faal yer olduğunu dile getirmiştir. Aynı gün,
Amasya’ya geçip, orada da bir konuşma yapan Gazi, bu konuşmada, kendisi,
memleketi, inkılaplar için önemli günler geçirdiği bu şehirde bulunmaktan
duyduğu mutluluğu, beş sene önce, bu şehre geldiğinde şehir halkının daha o
tarihlerde gerçek durumu çok iyi kavradıklarını, o tarihte Müftü Kamil
Efendi’nin halkı ulusal bağımsızlık savaşı bünyesinde toplamak için yaptığı
çalışmalarının unutulamayacağını belirtmek ve gerçeği vurgulamak gereğini
duymuştu59.
25 Eylül
1924 günü Tokat’a gelen Mustafa Kemal Paşa, orada, Tokat Mebusu Mustafa Bey’in
evinde kaldı. Evin çevresinde gösteriler yapan halk “Yaşasın Cumhuriyet” diye
de bağırıyordu. 26 Eylül günü Tokat’ta “Musiki Yurdu” tarafından kaldığı evde
bir konser verildi. Gazi, 27 Eylül günü Sivas’a, 29 Eylül günü Erzincan’a ve 30
Eylül’de Erzurum’a deprem nedeni ile halkın acılarını paylaşmak için geldi60.
30 Eylül
1924’de şerefine verilen bir ziyafette yaptığı konuşmada, Erzurum’luların
kendisine gösterdiği sevgiden dolayı duyduğu memnunluğu dile getirdikten sonra,
Amasya’da, Samsun’da, Havza ve Trabzon’da söylediği gibi, beş buçuk sene önce,
Erzurum halkının kendisini kabul ederek, teşvik etmesinin önemini, üniformasını
burada çıkararak halkın arasına karıştığını, aslında Karadeniz ve Akdeniz
sahillerinde bir yolculuk yapmak için yola çıktığını, ancak, Trabzon’da
Erzurum’daki deprem olayını öğrenince buraya koşmak ve felaketzedelere yardım
etmek için Erzurum’a geldiğini izah etmişti. Mustafa Kemal, Batı Anadolu ile
Doğu Anadolu arasında bağın yeteri kadar bulunmadığını, bu yüzden doğuyu batıya
bağlayan bir demiryolu hattının yapılmasını, Cumhuriyet Hükümeti için hayati
bir olay olduğunu da vurgulamıştı61. Mustafa Kemal, beş buçuk sene
önce kendisini bağrında barındıran ve milletvekili olarak Erzurum’dan aday
olmasını sağlayan, ulusal bağımsızlık savaşının kilit noktalarından olan
Erzurum’un kalkınması için demiryolu yapılması projesini de burada söylemekle,
ilerinin ilk adımını attı. Gerçekten de, bu dediğini gerçekleştirerek,
Erzurum’un batıya bağlanmasını sağladı.
Mustafa
Kemal, Erzurum’dan önce Rize’ye de uğramıştı. 17 Eylül 1924’de Latife Hanım ile
Rize’ye gelen Mustafa Kemal’i on binlerce kişi kıyıdan silah sesleri ve sonsuz
alkışlarla karşıladı. Gazi’nin yollara baştan başa halılar serilmiş, birçok
yerde kurbanlar kesilmişti. Büyük konuk, kendi adına yapılan bir çeşme ile
büyük bir caddenin açılışını da yapmıştı. Gece, Mataracı Mehmet Bey’in evinde
kalan büyük konuk için halk gece fener alayları düzenledi. Gazi’ye Görele,
Bayburt, Narman, Sinop, Hopa, Tortum, Çanakkale’den davet yazıları gelmiştir.
Ama, zelzele felaketi nedeni ile Mustafa Kemal, daha önce de bahsettiğimiz
üzere, Erzurum’a gitmeye karar verdiğinden bunların hiçbirinin isteğini yerine
getiremedi62.
19 Eylül
1924 günü, saat 9.00 da, Latife Hanım ile Giresun’a aynı Rize’de olduğu gibi
coşkun bir sevgi seli ile giren Mustafa Kemal’e, geçtiği yerlerde büyük
gösteriler yapıldı. Mustafa Kemal, oradan Ordu’ya geçti. 20 Eylül’de ise
Samsun’a geldi. Samsun’da kalabalıktan arabalara zorlukla yol açılıyor idi.
Pencereler, damlar Gazi’yi görmek için gelenlerle dolu idi. Belediye önünde
halk “Bin Yaşa Gazi Paşamız” diye sokakları çınlatmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa,
belediyeden sonra, kendilerine ayrılan Şahinzadelerin evine gitti.
Az önce izah
ettiğimiz gibi, 30 Ekim’de Erzurum’a gelen ve onların zelzeleden dolayı uğramış
oldukları zarar ve üzüntülerini paylaşan Mustafa Kemal, bu seyahatini,
Pasinler ve Kars’ı ziyaret ile tamamladıktan sonra, 10 Ekim’de Erzincan, 11
Ekim’de Şarkikarahisar, 12 Ekim’de Sivas, 13 Ekim’de Kayseri’ye geldi. Latife
Hanım Kayseri’ye daha önce gelmişti. 14 Ekim 1924’de, Kayseri Lisesi’nde,
Latife Hanım ile onuruna verilen temsili seyreden Mustafa Kemal, 15 Ekim’de
Yozgat’a gelmişti. Yozgat’ta bayanlar Latife Hanımı ziyaretten sonra, “Gazi
Paşa, bizim babamızdın Onu da ziyaret edeceğiz” demişler, bunun üzerine Mustafa
Kemal, onları Latife Hanım ile birlikte kabul etmiştir63. 17 Ekim’de
Kırşehir’e gelen Mustafa Kemal’i, Kırşehirliler coşkun bir sevgi ile
karşılamışlar ve Mustafa Kemal 18 Ekim 1924’de Ankara’ya dönmüştür.
Mustafa
Kemal Paşa, 1925 yılında da yurt içi gezilerine devam etmiş ve halk ile
kaynaşarak, onlara inkılaplarının ilk ışıklarını tattırıp, fikirlerini alarak
Ankara’ya dönmüştür. Gazinin ilk gezisi, Kastamonuluların kendisini daveti
üzerine buraya olmuştur. Bu seyahati sonunda da şapka, kılık-kıyafet inkilabı
gerçekleşmiştir. 23 Ağustos 1925’de Ankara’dan Kastamonu’ya hareket eden
Mustafa Kemal, Çankırı, Kastamonu, İnebolu seyahatinden sonra, 1 Eylül 1925’de
Ankara’ya dönmüştür. 21 Eylül 1925’de ise, trenle İzmit’e oradan Bursa ve
İzmir’e uzanan seyahatine başlamıştır. 1 Ekim 1925’de Bursa’da Dokuma
Fabrikasını açarken yaptığı konuşmada, Bursa’da fabrikaların çoğalmasını,
bunların sayısının hiç olmazsa türbelerin adedine ulaşmasını istemiştir64.
1925’deki
seyahatlerinin ilk günlerine dönmekte fayda gördüğümüzden seyahatlerine buradan
başlayıp, devam etmek istiyoruz.
Gazi, 11
Ocak 1925’te, Birinci İnönü Muharebesi’nin 4. yıldönümü nedeniyle Konya’da
Alaattin Tepesi’nde yapılan törende, bu meydan savaşını halka “zafer, zafer
benimdir diyebilenindir; Muvaffakiyet, muvaffak olacağım diye başlayanın ve
muvaffak oldum diyenindir” diyerek anlatmış, İnönü Savaşı’nın da bu azim
sonunda kazanıldığını açıklamıştı 65.
Mustafa
Kemal, 24 ve 30 Ağustos 1925’te Kastamonu’da, 28 Eylül’de Bursa’da, 8 Ekim’de
Balıkesir, 10 Ekim’de Akhisar’da yaptığı konuşmalar ile, şapka ve kıyafet
devriminin ilk adımlarını atmış, mevcut kıyafetin çağdaş olmadığını,
değiştirilmesi gerektiğini, halkı ile diyalog kurarak, onun fikrini alarak
uygulamak istemişti. 26/27 Ağustos 1925 gecesi, İnebolu halkının kaldığı evin
önünde milli gösteriler yapması üzerine, Gazi sofradan kalkarak kalabalığın
içine girmiş, şimdiye kadar memleketi için ne gibi atılımlar, inkılaplar yapmış
ise, halk ile ilişki kurarak, onların ilgi ve muhabbetlerinden, gösterdikleri
samimiyetten kuvvet alarak bunları yaptığını ifade etmişti66.
Ancak,
yapılanlar yeterli değildi. Çağdaş dünyaya ulaşmak için daha çok çalışmak
gerekiyordu. Bunu yaptığı diğer konuşmalarda dile getirmiştir. Bursa,
Balıkesir, Akhisar ve Manisa’da Ekim ayında yaptığı konuşmalarda, medeni
dünyaya ulaşmak için ne gibi yenilikler yapılması gerektiğini anlatmak
gereğini bunun için duymuştu. 3 Ekim 1925’te, Bursa’da Türk lokantacıları
tarafından verilen ziyafette, sofra tertibinin önemli olduğunu, evlerde,
lokantalarda, otellerde temizlik sorununa dikkat edilmesinin gerektiğini
belirterek, onların dikkatlerini çekmişti67. Böylece, turizm açısından
ve görgü bakımından temizlik ve görgü usullerinin bilinmesine daha o
tarihlerde dikkati çekerek ilerisi için bir atılımda bulunmuştu.
10 Ekim
1925’te, Manisa’da yaptığı konuşmada ilerleme yolunda büyük adımların
atıldığını, bu kadar şiddetli darbelerin insanın imanlarını kuvvetlendirdiğini
ve bunun sonunda ileriye doğru hamlelerin atıldığına işaret etmişti68.
Şiddetli darbeler diye bahsedilen husus Manisa’nın bir ara işgal altında
kalması, ama, bundan uzaklaştıktan sonra şiddetle bu işgalin etkilerini
üzerinden atmasıydı. Mustafa Kemal, bu konuşmasında Balıkesir’lilere duyduğu
sevgiyi, ikinci olarak da ilerlemede atılan adımlardan duyulan memnuniyeti de
dile getirmişti. 11 Ekim’de İzmir’de yapmış olduğu iki konuşmasında, İzmir ve
İzmirlileri sevdiğini ve özellikle Karşıyaka’yı sevdiğini şöylece açıklamıştı:
“İzmir’in Karşıyakalıları, sizi derin muhabbetle selamlarım. Ben bütün İzmir’i
ve bütün İzmirlileri severim. Güzel İzmir’in temiz kalpli insanlarının da beni
sevdiklerinden eminim. Yalnız bir tesadüf beni Karşıyaka’ya daha ziyade rapt
etmiştir. Karşı- yaka’lılar, anam sizin sinenizde, sizin topraklarınızda yatıyor.
Karşıyaka’lılar, İzmir’i gördüğüm gün evvela Karşıyaka’yı ve orada da sizin
Türk topraklarınızda yatan anamın mezarını gördüm”. Aynı gün, Belediye
Binasından halka yaptığı konuşmada, halka “Birbirimize daima hakikati
söyleyeceğiz. Felaket ve saadet getirsin, iyi ve fena olsun, daima hakikatten
ayrılmayacağız” demişti69. Böylece, Mustafa Kemal bize bir devlet
adamında olması gereken bir niteliği de hatırlatmış olmaktadır. Devlet adamı
dürüst olmalıdır. Halkına yalan söylememelidir. Olaylar ne kadar zor olursa
olsun, gerçek gizlenmemeli ve güçlükler birlikte aşılmalıdır. Mustafa Kemal,
bu konuşmasında, gece halkın içine karışarak, onlara pek çok yerde olduğu gibi,
onlar gibi bu milletin aciz bir ferdi olmaktan duyduğu memnuniyeti dile
getirirken, hem halkla bütünleşmiş, hem de Türk olmanın övüncünü taşımakla ve
bu övüncü halkına da aşılamıştır.
Mustafa
Kemal Paşa, Türk Ordusunun İzmir’e girdiği gün, Kemal Paşa’da bir gece
geçirmişti. Kemal Paşa’lılar, işgalin acısına, gördükleri zulüm ve eziyete karşın,
Mustafa Kemal Paşa’nın resmini koyunlarına koymuşlar, o geçerken resme bakarak
kendisini tanımışlar, otomobiline atlayarak, O’nu kucaklamışlardı. Mustafa
Kemal Paşa, 12 Ekim 1925’de, Kemal Paşa’ya, geldiğinde, o hatırayı Kemal
Paşa’lılara anlatmış ve duymuş olduğu mutluluğu yeniden yaşamıştı70.
Mustafa
Kemal milletine duyduğu sevgiyi her yerde ifade etmekten büyük bir zevk
duymuştur. Nitekim, 14 Ekim 1925’te, İzmir’de Erkek Öğretmen Okulu’nda şerefine
verilen çayda, öğretmenlerin millete yaptığı hizmeti ve milletin varlığını
şöylece ifade etmişti: “Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak muallimlerdir.
Muallimden, mürebbiden mahrum bir millet henüz millet namını almak istidadını
kesbetmemiştir. Ona alelade bir kütle denir, millet denemez. Bir kütle millet
olabilmek için mutlaka mürebbilere, muallimlere muhtaçtır.”71.
Böylece, Mustafa Kemal, millet ile öğretmenin birlikte ne kadar büyük bir
kuvvet teşkil edebileceğini vurgulamış ve öğretmenlere verdiği önemi de ortaya
koymuştur.
Gazi, halkın
gelişmesinden, ileri adımlar atmasından çok memnun olmakta ve bunu her yerde
ifade etmekten büyük bir zevk duymaktadır. 17 Ekim 1925’de Konya Belediyesinde
bunu şöylece ifade etmiştir: “Konya’da ümrana (bayındırlığa) sarf olunan
mesainin feyizli semereleri meydandadır. Bilhassa aziz Konya ahalisinin en son
müşerref olduğum tarihten bugüne kadar ahali nahiyesinde, telakkiyetinde,
tarik-i teceddüd ve terakkide (yenileşme ve ilerleme yolunda) yürümek için
olan azminde ne derecede yüksek fark gördüğümü taktirle beyan eylerim72.
18 Ekim’de gene Konya’da, Öğretmenler Birliği’nde milletin önemini ve
varlığını şöyle ifade etmişti: “Her türlü sırr-ı muvaffakiyetin, her nevi
kuvvetin, kudretin menbaıı hakikisinin (gerçek kaynağının) milletin kendisi
olduğuna kanaatimiz tamdır”73. Gazi, Konya halkı hakkındaki
düşünceleri ile ilgili olarak Babalık Gazetesi’ne bir demeç vermiş, bu 22
Ekim’de Babalık’da da yayınlanmıştı. Gazi, bunda, Konya halkının uyanık,
çalışkan olduğunu, medeni giysi konusunda büyük atılım yapmış olduklarını da
dile getirmişti74. Mustafa Kemal Paşa, halkının kendisine karşı
emniyet ve itimat göstermesinden dolayı büyük memnunluk duymakta ve bunun
kendisine kuvvet ve yetki verdiğini dile getirmekteydi. Nitekim, 21 Ekim
1925’de, Afyonkarahisar’da yaptığı konuşmada: “Vazifeme muvaffakiyetle devam
edebileceğim. Çünkü, büyük milletimizin kalp ve vicdanında, bana karşı
sarsılmaz bir emniyet ve itimat taşımakta olduğunu görüyorum. Bu benim için
büyük kuvvettir, büyük selahiyettir”75. Mustafa Kemal halkının
çalışmalarından, birlik ve beraberliğinden son derece memnundu, bunu 14 Ekim
1925’de İzmir Belediyesi’nde şerefine verilen yemekte, memurlara hitaben
yaptığı konuşmada belirttiği gibi76, aynı gün, İzmir Kız Öğretmen
Okulu’nda öğrencilere sorular sorup, bazı cevapları da verirken, milli
mücadelede başarılı olmayı birlikte hareket etmekle mümkün olduğunu
açıklamakla da izah etmişti77.
Mustafa
Kemal Paşayı, 1926 senesinin Mayıs ayında da yurt gezilerine çıktığını
görmekteyiz. Mustafa Kemal Paşa, tetkiklerde bulunmak üzere Konya’ya gitmek
için 7 Mayıs’ta Konya’ya hareket etmiş ve 8 Mayıs’ta Konya halkının coşkun
gösterileri ile Konya’da karşılanmıştır. 9 Mayıs’ta Tarsus’a geçen ve 10
Mayıs’ta Mersin’e gelen Mustafa Kemal Paşa, 11 Mayıs’ta Ertuğrul yatı ile
Silifke’ye doğru hareket etmişti. 12 Mayıs’ta Silifke’ye gelen Gazi
hazretleri, 16 Mayıs’ta Adana’ya, 18 Mayıs’ta da Konya’ya geri gelmiştir. 19
Mayıs’ta Bozuyük’e gelen Mustafa Kemal, burada kereste fabrikasını ziyaretinde,
Cumhuriyet Hükümeti’nin namuslu, vatansever, Cumhuriyete yardımcı olanların
her zaman yanında olacağından şüphe edilmesi yolunda güvence vermişti78.
Mustafa
Kemal Paşa, 1926’da Haziran ayında gezilerini Marmara bölgesinde sürdürmüştür.
Gazi, Marmara bölgesindeki bu gezisinde daha çok tetkiklere, heyetlerle yaptığı
görüşmelere yer vermiştir. 15 Haziran’da Balıkesir’e, 16 Haziran’da İzmir’e
gelen Gazi, kendisine yapılan suikast nedeniyle, 18 Haziran’da verdiği demeçte,
kendi vücudunun bir gün toprak olacağını, ama, Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza
kadar yaşayacağını belirtirken79, Cumhuriyet’e ne kadar önem
verdiğini de vurgulamıştır. 20 Haziran’da kendisini ziyarete gelen telin
heyetine, milletine duyduğu güveni şöyle ifade etmişti: “Beni öldürürlerse
vatandaşlarımın intikamımı alacaklarından eminim. Ben ölürsem necip
milletimizin beraber yürüdüğümüz yoldan asla ayrılmayacağına mutmainim; bununla
müsterihim…”80. Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ile birlikte 9
Temmuz 1926 günü Ankara’ya hareket etmiş ve 10 Temmuz’da Ankara’ya varmıştır.
İstanbul
halkı uzun süreden beri, Mustafa Kemal’i İstanbul’a davet etmekte idi. Mustafa
Kemal Paşa da, bir türlü İstanbul’a gelememişti. 1 Temmuz’da İstanbul’a
geleceğine dair söz vermiş ve bu sözü de tam tarihinde yerine getirmiştir. 30
Haziran 1927’de Ankara’dan İstanbul’a hareket eden Mustafa Kemal, 1 Temmuz’da
İstanbul’a gelmiş ve Dolmabahçe Sarayının Muayede Salonunda, İstanbul Halkının
ileri gelenlerine, sekiz sene önce, İstanbul’dan hareket ederken çok üzgün
olduğunu, ancak sekiz sene sonra, güzelleşen İstanbul’a gelmekten memnunluk
duyduğunu, vatanın bayındırlığı, milletin refahı için daha çok çalışılmasının
gerektiğini, bunun için de ilim ve fenne ağırlık vermenin gerektiğini, içinde
bulunulan Sarayın artık padişahların değil milletin mülkü olduğunu, kendisinin
de milletin bir ferdi ve misafiri olduğunu açıklamıştı.
Mustafa
Kemal Paşa, İstanbul’un çeşitli yerlerini görerek, tetkiklerde bulunmuştur. Bir
ara Üsküdar’da dört yüz evin yanmasına çok üzülen Gazi, açıkta kalanlara
yardım için beş bin lira bağışta bulunmuştu. 30 Eylül’de İstanbul’dan ve 1
Ekim’de Bursa’ya gelen Mustafa Kemal, Bursa’da her gittiği yerde büyük sevgi
gösterileri ile karşılanmış ve 9 Ekim’de Bursa’dan Ankara’ya hareketle, 10
Ekim’de Ankara’ya varmıştır81.
Gazi Mustafa
Kemal Paşa, 1928 senesinde yapmış olduğu, Karadeniz, Marmara, Trakya, İç
Anadolu gezilerinde yeni bir inkılabın tohumlarını atmış, meydanlara kara
tahtalar koydurarak, halkına yeni harflerin esaslarını öğretmiş, dersler
vermiş ve 1928 sonlarında harf inkılabını gerçekleştirmiştir. Kısa zamanda
çalışmalarının semeresini alan Mustafa Kemal, kayıkçılardan, kahvecilere kadar
herkesin yeni harfleri öğrenmesinden duyduğu memnuniyeti ifade etmiştir.
HALİFELİĞİN
KALDIRILMASI
Mustafa
Kemal, inkılaplar konusunda halkına inanmakta ve güvenmektedir. Halkından
aldığı kuvvet ve güvenle, diğer inkılapları gerçekleştirmek için çalışmalarına
hızla devam edecektir.
Saltanat
kaldırılmış, Cumhuriyet ilan edilmiş, ama, halifelik devam etmektedir.
İstanbul Basınında halifeliği tutanlar olduğu gibi, meclis içinde de halifeliği
müdafaa edenler vardı. Bu yüzden bu konuda iyi ve sistemli bir çalışmaya
ihtiyaç vardı.
Gazi Mustafa
Kemal, 14 Ocak 1923 günü, halk ile ilişki kurmak, memleketin içinde bulunduğu
havayı öğrenmek için batı illerinde bir geziye çıkmıştı. 15 Ocak 1923 günü,
gerici toplum, Afyon Milletvekili Şükrü imzasını taşıyan “Hilafet-i İslamiye ve
Büyük Millet Meclisi” adlı bir broşür çıkartmış ve bunun Meclis üyelerine
dağıtımı başlamıştı. Bu sırada, Mustafa Kemal, Eskişehir’de idi ve hasta olan
annesinin İzmir’de öldüğünü öğrenmişti. Büyük üzüntü içersindeydi. 16 Ocak
1923’te, İzmit’e geldiğinde, kendisine Şükrü Hoca’nın çıkardığı broşür
hakkında bilgi verilmiş ve ilk tren ile broşür İzmit’e gelmişti. Şükrü Hoca, bu
broşürde “Halife Meclisin, Meclis Halifenindir” sloganını ortaya atıyordu82.
İzmit’te gazeteciler, Mustafa Kemal Paşa’ya “Yeni Devletin dini olmayacak mı?”
sorusunu yönelttiklerinde, O da, devletin dininin İslam olduğunu ve “İslam
Dininde fikir hürlüğü”nün bulunduğunu açıklamıştı. Gazi, bu cevabı ile fikir ve
vicdan hürriyetinin korunacağını belirtmekte, Şükrü Hoca ise, broşüründe “İslam
Halifeliği, din işlerini korumak ve savunmak için peygamberliğin yerine
konmuştur” demekte, böylece, milli egemenlik ve vicdan hürriyetini zedelemekte
idi83.
Gazi
hazretleri, bu broşür yüzünden çok tedirgin olmuş ve 18 Ocak 1923’te, İzmit
Anadolu Sinemasında iki bin vatandaşa hitaben yaptığı konuşmasında, milli
egemenlik için tehlike bulunmadığını açıklamak ve “Bu milleti irticaa
sürüklemenin maddi imkanı kalmamıştır” demek zorunluluğu his etmiştir. Daha
sonra aynı konuşmasında, halifenin durumuna değinerek “Türkiye Büyük Millet
Meclisi halifenin değildir ve olmaz. Türkiye Büyük Millet Meclisi, yalnız ve
yalnız milletindir; Millet’in seçtiği vekillerden kurulur. Bu meclis, yalnız
ve yalnız milletin emrine uymak mecburiyetindedir. Adı ye makamı ne olursa
olsun, millet bu hakkını bir şahsa veremez ve teslim edemez”84
diyerek, broşürden duyduğu huzursuzluğu ve millet haklarını hatırlatmak
gereğini duymuştur.
Gazi Mustafa
Kemal, bu sözlerle, Meclis ile halife arasında bir ilişki kurmanın boş olduğunu
halka açıklamasının yanında, hem meclis üyelerini, hem de İstanbul’da irtica
peşinde koşan basını ve bazı kişileri uyarmış oluyordu. O, İzmit’te, halkı hilafet
konusunda uyarmak ve aydınlatmak için şu sözleri söylemek zorunda kalmıştı: İslam
alemi bugün esir halindedir. Köle durumundadır. İslam alemi hilafet meselesini
hal’ ve tespit edecek bir seviyeye yükselinceye kadar; bağımsızlıklarına
kavuşuncaya kadar, Büyük Millet Meclisi, halifelik makamını bir umut noktası
olarak muhafaza edecektir.”85.
Gerçekten
de, bu tarihlerde, Mısır, Suriye, Irak olmak üzere İslam Dünyası batı
emperyalizminin boyunduruğu altında bulunmaktaydı. İslamlık ve halifelik gibi
sanların İslam Dünyasına yaran olmamıştır. Yaran olsaydı, Osmanlı İmparatorluğu
bu zor durumlara düşmezdi. Mustafa Kemal, bu sözlerle, önemli olanın milletin
egemenliği olduğu imajını simgelemek istemiştir. Bütün İslam dünyasının
bağımsızlıklarını elde edinceye kadar hilafet makamını koruyacaklarını
açıklayan Gazi, bu makamın Türkiye Devleti’nin ne bağımsızlığına, ne idaresine,
ne de egemenliğine etki yapmayacağını, halifenin zararlı hareketleri olmadıkça
mevcudiyetinin sakıncalı kabul edilmeyeceğini öne sürmüştü. Mustafa Kemal’in bu
sözleri büyük alkışlarla karşılandığına göre, epey tasvip görmüştür. Mustafa Kemal,
halkına mili egemenliğin esas ve milletin her türlü kararı almaya yetkili
olduğunu belirterek, halifenin siyasi olayların dışında olmasının gerektiğini
açıklamıştır.
Gazi Mustafa
Kemal, daha sonra, Darıca-Gebze-Şile hattındaki tümenleri teftiş ettikten sonra
Gebze’ye, oradan da akşam İzmit’e geri dönmüş idi. Valilik Konağında,
İstanbul’dan dönen başyazarlarla yaptığı konuşmada, ulusal bağımsızlık savaşı
sırasında, ulusal iradeyi engelleyen din adamlarının ve ilticanın durumunu
yeniden gözler önüne sermiş, felaketi kavrayan milletin, ne şeyhülislamların
“Din gereğidir” diye irticai çağıran fetvalarına, ne de halife ve padişahın
camilerdeki ayet ve hadislerine aldırmadan ulusal bağımsızlık savaşına devam
ettiğine değinmiştir. Mustafa Kemal, daha sonra, gazetecilere, hilafetin
yarını hakkında ne düşündüklerini sormuş, onların her biri de devamını doğal
saymış, daha yararlı ve daha etkili hale koyma çarelerini araştırmışlardı. Gazi
hazretleri, bunun üzerine, onların haksız olduğunu vurgulayıp “Hilafetin ilga
edilmesi lazımdır” demiştir.
Gazetecilerin
hilafeti benimseyen üç yüz milyondan fazla Müslüman’ın bunu nasıl
karşılayacaklarını ve Türkiye’nin itibarının kalkıp, kalkmayacağı sorusuna
ise, Gazi, üç yüz milyondan fazla Müslüman’ın hilafet makamına bağlılık
iddiasının kuru bir laftan ibaret olduğunu, eğer böyle bir bağlılık olsaydı,
itibarı bulunsaydı, son savaşlarda yardım görürdük diyerek, mevcut
imkanlarımızın yalnız kendimize ait olduğunu ileri sürmüştür. Batı Dünyasının
bunu nasıl karşılayacağı sorusuna ise “Bizi sevenler ve gelişmemizi isteyenler
bizi alkışlayacaktır” diye cevaplamıştı86.
İzmit’ten,
Bursa’ya geçen Mustafa Kemal, Set Başında 20 Ocak 1923’de Büyük Tiyatro
Salonunda yaptığı konuşmada, halifelik için “Bu makama Türkiye’nin ulusal
egemenliğini kayıt altına alacak nitelikte bir yetki verilemez. Esasen,
Halifenin de aynı fikir ve kanaati isabetli bulduğunu sanıyorum” demiştir87.
Mustafa Kemal, halifeliğin ulusal egemenlik hususlarının dışında tutulmasının;
onun siyasal düşüncelerin dışında kalmasının gerektiği inancına sahip olup,
her yerde bunu dile getirmektedir. Halifenin de bu düşünce olduğuna inandığını
belirterek, halifenin ilerde yapabileceği yanlış ve kendisini zor duruma
düşürecek hareketlere girişmesini önlemek istemektedir.
Bursa’dan
hareketle, Afyon’u trenle durmadan geçip, Alaşehir’e geldikten sonra,
Alaşehir’de yaptığı konuşmada, yeniden kendisini çok meşgul eden ve sonunda
halifeliğin kaldırılmasına neden olacak kadar kızdıran Şükrü Hoca’nın
broşürüne değinmek gereğini duymuştur. Gazi, vatandaşlarına “Vatandaşlarım,
bir Şükrü Hoca çıkıp milli egemenliğimize elini sürmek isterse ne yaparsınız?”
diye soru sorduğunda, onlardan- “Parçalarız paşamız” cevabını almıştır. Bu
cevap da, Türk Halkının milli egemenlik düşüncesini ve Mustafa Kemal’in
arkasında olduğunu gösteren önemli bir yanıt olarak yankı yapacaktır.
Halk
görüldüğü üzere, irtica konusu üzerinde, büyük kurtarıcı tarafından sürekli
uyarılmakta ve aydınlatılmaktadır. Bir çeşit nabız yoklaması olan bu
temaslardan anlıyoruz ki, halk irticaın karşısındadır. Alaşehir’den, Turgutlu
ve Manisa’ya geçen Gazi hazretlerini, halk Manisa’dan “Yaşasın Mustafa Kemal
Paşa, Yaşasın Büyük Millet Meclisi” diye uğurlamış ve her zaman Ata’sının
izinde olduğunu duyurmuştur.
İzmir’e
gelen, Mustafa Kemal, Karşıyaka İstasyonu’nda inerek annesinin mezarının
başına gitmişti. Burada yaptığı konuşmada, Mütarekede, Anadolu’ya geçtiği için
annesini İstanbul’da bırakmak zorunda kaldığını, yanındaki adamı da Erzurum’dan
İstanbul’a yolladığında, annesinin Halife ve padişah tarafından verilen idam
kararının uygulandığını sandığını ve felç olduğunu anlatıp, “Ondan sonra bütün
mücadele yılları onun hayatını elem ve ıstırap içinde geçirmişti” demiştir.
Mustafa Kemal, annesinin mezarının önünde “Bu kadar kan dökerek milletin elde
ettiği egemenliğin korunması ve savunulması için, gerekirse annemin yanına
gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Ulusal egemenlik uğrunda hayatımı vermek
benim için vicdan ve namus borcu olsun” diyerek, ulusal egemenliği sonuna
kadar koruyacağına dair yemin etmişti88. Artık, Onun için tek hedef
vardır. Ulusal egemenliğin korunması. Bu konuda, karşısına halifelik de çıksa,
onu da milletinin çıkarları için ortadan kaldıracak ve Türkiye’yi çağdaş
devletler düzeyine çıkaracaktır.
Gazi
hazretleri, batı gezisinde, İzmirlilerle dört büyük toplantı yapmıştır. Şimdi
yanmış olduğu için mevcut olmayan, o günkü Hükümet Konağında, halk
temsilcilerine 27 Ocak 1923 günü, İzmir gazetelerinin başyazarları ile Uşakizade’nin
Villasında 30 Ocak 1923’de (Bu gazeteler Anadolu, Ahenk, Sedayihak, Şark, Yeni
Turan’dır), 31 Ocak 1923 günü ise eski Gümrük Binasında hazırlanan büyük
salonda, ticaret mensuplarına 17 Şubat 1923’de İktisat Kongresi’nin açılışı
nedeni ile konuşmalar yapmıştır. Bütün bu konuşmalarında halifelik konusuna da
değinmiştir89.
Gazi
hazretleri, 17 Şubat 1923 tarihli konuşmasında, Büyük Millet Meclisi ve bunun
hükümetinin tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız milli egemenlik maddeleriyle
memleketi kalkındırmak, milleti zengin etmek görevine sahip olduğunu, ayrıca,
Kanûn-u Esasiye özel bir madde konularak Meclisin görevi daha da netleştirilmiştir
diyerek bu madde ile meclise verilen görevi şöyle izah eder: “O vezaif ki,
doğrudan doğruya milletin hukuk ve selahiyeti iken asırlarca şunun ve bunun
elinde kalmıştır. Artık, bu hukuk ve selahiyetin hiçbir sebep ve suretle hiçbir
makama ve şahsa terk ve tevdi olunamayacağını katiyetle ifade etmek için bir
madde-i mahsûsa koymuştur…”90.
Gazi Mustafa
Kemal, daha önce de, 30 Ocak günü, İzmir’de yayınlanan Anadolu, Ahenk,
Sedayihak, Şark, Yeni Turan gazetelerinin sahiplerini ayrı ayrı kabul ederek,
Şükrü Hocanın irtica içeren broşürünü etraflı bir şekilde anlatmış ve dikkatli
olmalarını öğütlemişti.
31 Ocak
1923’de ise, İzmirlilerle bir açık oturum yapan Gazi, kadın hak ve göreviyle,
ulusal bağımsızlık savaşında kadının giyim ve örtünmesi ile ilgili bilgiler
verdikten sonra “Fetva ile veyahut şu, bu gibi telkinatla milleti irticaa sevk
etmek isteyenlerin yeri zindan olacaktır. Katiyetle ve bila-perva söylerim ki,
hakimiyet-i milliyemizin her zerresini şu veya bu surette takyid etmek
isteyenler en koyu mültecidir. Öylelere karşı milletin yapacağı şey onları
parçalamıştır..”91. Mustafa Kemal din hakkında ise, İslam Dininin
mükemmel bir din olduğunu, bir dinin doğal olması için ilme, fenne, mantığa
uygun olmasının gerektiğini, din bakımından herkesin eşit olduğunu
açıklamıştır: “Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan
dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme
ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır.
İslam hayatı ictimaiyesinde hiç kimsenin bir sınıf-ı mahsus halinde muhafaza-i
mevcudiyete hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler ahkam-ı diniyyeye
muvafık harekette bulunmuş olamazlar. Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz müsaviyiz
ve dinimizin ahkamını mütesaviyen öğrenmeye mecburuz…”92.
Mustafa
Kemal, böylece, dinin insan hayatındaki önemini belirtirken, dinin
hükümlerinden çıkılmaması, yani, din ile devlet işlerinin ayrı konular
olduğunu da ortaya koymaktadır. Aynı konuşmasında ilerde tatbikata koyacağı öğretim
birliği esası ile kız ve erkek öğrencilerin bir arada okumasını da burada dile
getirmiş ve ilticanın bu konulara karışmasını önlemek istemiştir.
Mustafa
Kemal, İzmir’de yaptığı konuşmalar ile çoğulcu demokrasi ve Cumhuriyet rejimine
olan hislerini dile getirirken, halka da bu sistemin dışında bir başka sisteme
ve irticaa sapmamaları yolunda telkinlerde bulunmakta ve böylece kamuoyunu
aydınlatmak istemekteydi. Batı gezisi sırasında aydın din adamları onu
desteklemişler ve Akhisar’daki kadı İsmail Hakkı, son günlerde fesatçıların din
perdesi arkasında halifelik meselesini ortaya atmalarının ve böylece fesat
tohumları saçmalarının milletçe hoş karşılanmadığını açıklamıştır. Mustafa
Kemal, bundan çok duygulanmış, her yerde olduğu gibi, burada da milletin
egemenliğini koruma kararında olmasından dolayı duyduğu memnunluğu dile
getirmiştir. Mustafa Kemal, 5 Şubat 1923’te Belediyede, Hoca İsmail Hakkı
Efendi’nin nutkuna verdiği cevapta, İslam Dünyasının uğradığı zulüm ve
sefaletin hiç şüphesiz pek çok sebebinin olduğunu, çok çalışmanın, tam
bağımsızlık ve kayıtsız şartsız egemenlikten asla ödün verilmemesi gerektiğini
söylemişti93.
Gazi
hazretleri, karlı bir gün, 7 Şubat 1923’te, öğle namazını, Balıkesir Paşa
Cami’sinde cemaatle birlikte kıldı. Namazdan sonra, minbere çıkarak, İslam
Dininin en mükemmel din olduğunu belirterek ve “Milletin istek ve arzuları,
yalnız bir şahsın düşüncesinden değil, bütün millet evlatlarının isteklerinin
ve emellerinin bir araya gelmesinden doğar. Benden ne öğrenmek, bana ne sormak
istiyorsanız, çekinmeden sormanızı rica ederim…” diyerek, onlarla bütünleşmeyi
bilmiştir94.
Cumhuriyetin
ilanından sonra, ne yazık ki, Vatan, Tanin, Tasvir-i Efkar gazeteleri
halifelik lehinde ve Cumhuriyet aleyhinde yazılar yazmaya başlamışlardı. Halife
Abdülmecid’in beyanatları da siyasete çok yatkındı. Gerçi, Abdülmecid, 9 Kasım
1923’de Vatan Gazetesi’ne verdiği beyanatta, İslam Dünyasının işleri ile
uğraştığını, siyasetle ilişkisi ve ilgisi olmadığını ve İslam Dünyasında
şahsına karşı itiraz olursa, bu görevi bırakabileceğini belirtmiş ise de, daha
sonra bu tutumunu devam ettirmemiştir. Abdülmecid, halife olduğu zaman 54
yaşındaydı. Halifeliği sırasında, göğsünde büyük Osmanlı kordonu, başında ise
bir fes vardı.
Dünyevi
iktidar nimetlerine alışık olan Osmanlı sülalesinin, halifeliği gene dünya
imtiyazları için kullanacağı, saltanatın yeniden ihya edilmesi olanağı nedeni
ile Türkiye Cumhuriyeti yönetimine karşı kuşku duyması ve fırsat beklemesi
olağandı. Meclis de halife konusunda tedirgindi. Nitekim, Rauf Bey ve Kazım
Karabekir Paşa gibi askeri liderlerin halifeye yaptıkları ziyaret Meclis
tarafından hiç hoş karşılanmıyordu. Rauf Bey, daha önce belirttiğimiz gibi
Mecliste Cumhuriyet taraftan olduğunu belirtmiş ise de, samimi olarak buna
taraftar değildi.
Halifenin
şatafatlı hareketleri Meclis tarafından hoş karşılanmamaktaydı. Büyük Millet
Meclisi, Ankara’dan yolladığı bir emirle, gösterişli selamlık törenini
kaldırdı. Abdülmecid, Cuma Namazına sade bir saltanat arabası ile gitmeye
mecbur kaldı. Ancak, İstanbul gazetelerinin bazıları halifeliğe dört elle
sarılmış ve bunu siyasi tartışma konusu yapmışlardı95. Sözde, Halife
yazı masasına oturup, Vatan Gazetesi’ne demeç vermiş, kendisine İslam
Dünyasından binlerce mektup ve telgraf, heyet gelmiş, İslam Dünyası istemedikçe
kendisi de istifa etmeyecektir. Aynı gazete, 9 Kasım 1923’de, Hükümetin, hilafetin
görevini tespit etmesinin gerektiğini de öne sürüyordu. Şimdiye kadar, bunun
yapılmamasının özür kabul edilemeyeceği yollu bir de tehdit savuruyordu. Tanin
Gazetesi ise, 10 Kasım ig23’de, Lütfi Fikri Bey’in “Halifeye Açık Mektup” adlı
yazısını yayınlıyordu. Bu yazıda, halifenin istifası ile ilgili haberlerin
millette üzüntü uyandırdığı, halifeye saldıranların İslam ülkeleri yerine
Türklerin olmasının doğru olmayan bir hareket olduğu açıklıyordu. Mustafa
Kemal, Mecliste nutkunu okurken bunu şöyle cevaplamıştı: “Efendiler, yabancılar
hilafete saldırmıyorlardı. Fakat, Türk Milleti saldırıdan kurtulamıyordu. Hilafete
saldıranlar, Müslüman milletler içinde Türkü çekemeyenler değildi. Fakat,
Çanakkale’de, Suriye’de, Irak’ta, İngiliz ve Fransız bayrakları altında Türklerle
vuruşan Müslüman milletlerdi”. Görüldüğü üzere, Müslümanlar, Türkiye’de halife
var diye, O’na saygı gösterip, Türkiye’ye yardımı düşünmemişlerdir96.
Bahis konusu
ettiğimiz halifelik ile ilgili yazılara, 11 Kasım 1923’te, Tanin’de “Şimdi de
Hilafet Meselesi” adlı yazı eklendi. Bu yazıda, hilafet kalkarsa, Türkiye’nin
İslam Dünyası’nda önemi kalmayacağı, bunun milliyetçilik olmadığı savunulmaktaydı.
Gazi hazretleri, buna verdiği cevapta, Cumhuriyetsiz olunamayacağını, halifelik
ile Cumhuriyetin uzlaşamayacağını hatırlatmak zorunda kalmıştır.97
Gazetelere beyanat veren Rauf Bey kendini savunarak, sözlerinin yanlış
anlaşıldığını belirtmesine karşın, İsmet Paşa, Rauf Bey ve arkadaşlarının
Helife’yi ziyaret konusunun, Halife sorunu olduğunu, hilafetin Türkiye’yi
sürüklediği felaketlerin büyüklüğüne değinip “Tarihin herhangi bir devrinde,
bir halife kafasından bu memleketin mukadderatına karışma isteği geçirirse, o
kafayı mutlaka koparacağız” diyerek gerekli gözdağını vermişti98.
1923
Aralığında, Tanin, Tevhid-i Efkar, İkdam gazeteleri, Müslüman Dünyasının iki
büyüğü olan Hintli Ağa Han ile Arap Emiri Ali’nin Başbakan İsmet Paşa’ya hitap
eden mesajlarını yayınladılar. Bu mesaj, bir çeşit nümayiş belgesiydi.
Bu mesaj
yayınlanınca, Mustafa Kemal, derhal Millet Meclisini toplantıya çağırdı. Daha
önce kısaca değindiğimiz üzere, Meclis’ten bu konuya büyük tepki geldi. Gizli
olarak yapılan toplantıda, Gazi, kendisine yollanan Ağa Han’ın mektubunun
Londra’dan postaya verilmesine karşın, mektubun eline geçmeden muhalefet yayın
organlarında yayınladığını, bunun ise genç Cumhuriyetin düşmanlarının komplo
hazırlığı içinde bulunduklarını, sultan-halife koalisyonu havasına girip,
eskiyi diriltmek istediklerini belirtti99. Bu yazılar gerçekten de,
1 Kasım 1922 tarihli karara, yani saltanatın kaldırılması karar ve inkılabına
aykırı idi.
Bu sırada,
Mustafa Kemal Paşa, 28 Kasım 1923’de Ankara’da bir rahatsızlık geçirmiş ve
dinlenmek için İzmir’e gitmişti. 27 Aralık’tan itibaren de Hüseyin Cahit (Tanin
Sahibi ve Yazı işleri Müdürü), Ahmet Cevdet (İkdam Gazetesi), Velid Bey
(Tevhid-i Efkar) ve Hayri Muhiddin mahkemede yargılanmakta idiler.
1 Ocak
1924’de yapılan duruşmalarda, Velid Bey şimdiye kadar Cumhuriyeti savunduğunu,
niyetlerinin memlekette huzuru sağlamak olduğunu, Türkiye’de halk idaresinin
egemen bulunduğunu, Cumhuriyetin yalnızca bir kelime değişikliğinden ibaret
olduğunu ileri sürdü. Ayrıca, Ağa Han’ın mektubunun yayınlanmasında da en ufak
bir kötü niyetin olmadığını, bu yayının ehemmiyetsiz bir olaydan ileri
geçemeyeceğini, Cumhuriyet konusunda gazeteci olan Ahmet Ağaoğlu ve Celal ile
tartışmalarda bulunulduğunu, kendisinin 2 Aralık 1923’de Cumhuriyeti öven bir
yazıyı yayınladığını belirtir.
Velit Bey’e
göre, o tarihlerde bütün İstanbul Basını Cumhuriyeti tenkit etmişti ve kendisi
bunu şu şekilde dile getirmekteydi: Cumhuriyetin ilanı günlerinde İstanbul’daki
matbuatın kaffesinde (hepsinde) şekl-i ilan hakkında az çok tenkidat
(tenkitler) görülmüştür”. Gene, Velid’in ifadesine göre, Vatan Gazetesi’nde
Ahmed Emin Yalman Cumhuriyetin zararlarından şöyle söz etmiştir: “Birincisi
devletin şeklini değiştiren mühim kararların bir iki saat içinde, pek mahdud
münakaşaları müteakib ittihaz edilmiş olmasıdır. Halk Fırkası tebdil
(değiştirme) tekliflerine Pazartesi günü saat ikiden sonra muttali olmuştur”.
Akşam Gazetesi’nden Necmeddin Sadak ise, Velid’in ifadesine karşı, 31 Ekim
tarihli makalesinde şöyle demektedir: “Türlü türlü projeleri yapılarak,
aylardan beri müzakere edilen ve bir türlü tatbik edilemeyen bu esaslar nasıl
oldu da bir gece içinde kabul edildi? Fırkada bu usule muhalif mebuslar vardı.
Onlar niçin muhalif idiler. Ve bir iki saat içinde ictihatcılannı, nasıl
değiştirdiler”. Velid Bey, daha sonra, kendi yazılarından örnekler vererek,
kendisinin hep Cumhuriyet savunduğunu, Onun için çalıştığını ifade etmiştir.
Sonuçta, gazete sahipleri ve başyazılarının savunması dinlenmiş ve 2 Ocak 1924’de
beraatlerine karar verilmiştir100. Bu arada, Tanin’de çıkan
yazısından dolayı, yıkıcı emeller etrafında yasanın mutlak ve açık hükümleri
ile yasaklamasına karşın yayın yaptığı için Lütfi Fikri Bey, beş yıl kürek
cezasına çarptırılmış ise de101, 23 Şubat 1924’de cezası af edilmiş
ve tahliye olmuştur102.
Burada bazı
İstanbul gazetelerinin Cumhuriyet konusunu ele alarak, halk arasında tutmayan
eleştiri yapmalarının sebebi ne içindi?. Saltanat kalktığına göre, yeniden
padişahlık kurulması ve karışıklık çıkartılmasını önlemek için bu tip
eleştirilerin yapılmaması gerekli idi. Bu eleştiriler, eskiye duyulan özlemin
ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilerlemesine engel olan isteklerin yeniden
hortlaması, yani, bu sistemin halifenin önderliğinde işleme korkusundan
kaynaklanıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun her döneminde böyle özlemciler,
anayasal sistemlere karşı çıkmışlardı. I. Meşrutiyet (1876), II.Meşrutiyet
(1908) ilanı ve devamında da, eski sisteme özlem duyanlar, padişah ve halifenin
etrafında toplanmışlar, ilkinde I.Meşrutiyetin Rus Savaşı nedeni ile
kalkmasına, ikincisinde de 31 Mart Vakası’na neden olmuşlardı. Ancak, şimdi
karşılarında sert ve çetin bir ceviz vardı: Mustafa Kemal. Mustafa Kemal ve
arkadaşları ve halkın iradesine dayalı Meclis milletin isteklerini yansıtmakta
ve geriye hiçbir şekilde özlem duymamaktaydı. Bu birlik ve beraberliğe karşı,
birkaç çatlak ses çıkacak, ama, bunların halk üzerinde bir etkisi olmayacak,
üstelik, bunların bu tip hareketleri halifeliğin bir an önce kalkmasını da kolaylaştıracaktır.
İzmir’de
dinlenmekte olan Mustafa Kemal’e, Halife Abdülmecit Efendi’nin Ankara’ya
başkatibini göndererek bazı isteklerde bulunması üzerine, İsmet Paşa 22 Ocak
1924’de bunu iletince, Gazi hazretleri bu hususa çok kızmıştı. Başkatip İsmet Paşa’ya
bir süredir gazetelerde halifelik ve halifenin şahsı hakkında kötü yayınların
olduğunu, bunların kırıcı olduğunu açıklamıştı. İstanbul’a gelen heyetlerin
Halife’ye uzak kalmaları ise, Halife tarafından üzüntü ile karşılanıyordu. Daha
sonra, tahsisat konusuna değiniliyor, hilafet hazinesinin kaldırılamayacağı,
giderler için Cumhuriyet Bütçesinden yardımda bulunulacağı hakkında 15 Nisan
1923 tarihli Hükümet yazısının incelenmesi isteniyordu. Mustafa Kemal, aynı
gün, İsmet Paşa’ya verdiği cevapta, halifelik makamının ve halifenin şahsı hakkındaki
kötü anlayışların ve kötü yorumların, Halife’nin kendi tutumundan
kaynaklandığını, Halife’nin padişahların izinden yürüdüğünü, Türkiye
Cumhuriyeti’nin safsatalarla varlığını, bağımsızlığını tehlikeye bırakamayacağını,
Halifenin din ve siyaset bakımından gerçekte bir mana ifade etmediğini,
hilafet makamının ancak bir anı olarak önemli olduğunu vurgulamıştır.
Halife’nin, Türkiye Cumhuriyeti görevlileri ve resmi heyetlerin kendisini
görmesini arzu etmesinin Cumhuriyetin bağımsızlığına karşı açık bir tecavüz
olduğunu, Halifenin geçimi için Türkiye Cumhurbaşkanı’nınki kadar bir gelirin
yeterli olduğunu, amaç, şaşaalı yaşamak değil, geçim kaynağının temininden
ibarettir diyerek, hilafetin hazinesinin olmadığını, eğer böyle bir hazine
ecdadından kalmış ise, bunun resmen ve açık olarak ifadesinin gerektiğini
bildirmiştir. Bir süreden beri, Halife’nin Cuma günleri selamlık alayları
yapması, temsilcilere emir göndererek ilişkilerde bulunması, yedek subaylara
kadar heyetleri kabul edip, yakınmaları dinlemesi Mustafa Kemal tarafından
izlenmekte ve hoş karşılanmamaktaydı103.
İzah
olunduğu üzere, Halife, artık, din işlerinin dışında siyasi işlerle de
uğraşmaktadır. Bu hareketler ise, Mustafa Kemal’in hiç hoşuna gitmemektedir.
Gereksiz dış
müdahaleler halifeliğin kaldırılması yolunda, Gazi’nin işini kolaylaştırdı.
Önce bahsettiğimiz mektubun gazetelerde yayınlanması, Mecliste Halifeliğe karşı
bir tepkinin uyanmasına neden olmuştu. Bu mektup, halifeliğin Türkiye’yi şeriata
ve eskiye bağlayan bir zincir olduğunu ortaya koyuyordu. Halifeliğin
kaldırılacağı haberi de, Cumhuriyetin tesis edilişinde olduğu gibi, yabancı
bir dergide, Revue Des Deux Mondes’da daha önce yayınlanmıştı. Aslında, birkaç
ay önce verilen demeçte, Gazi, Hükümet var iken Halifeliğe gerek olmadığını
açık açık ortaya koymaktaydı .
Mustafa
Kemal, bu düşüncelerinden sonra, Hükümete yeni direktifler vermişti. Halifenin
oturacağı yerin, Hükümetin şimdiye kadar tespit etmemesinin hata olduğunu,
İstanbul’da milletin sırtından kazanılan paralarla yapılan saraylardaki eşyanın
tespiti yapılmadığından bu eşyaların yok olduğu, bu eşyaların çeşitli yerlere
satıldığı yolunda söylentilerin duyulduğunu, Halife’nin saltanat hayalleri
içinde uyutulduğunu ve Hükümetçe ciddi tedbirler alınıp, kendisine
bildirilmesini istemiştir.
Gazi
hazretleri İzmir’de iyileşince, 15-20 Şubat 1924 arasında Harp Okullarını
incelemek için askeri tatbikata gelmişti. Başbakan İsmet Paşa, Milli Savunma
Bakanı Kazım Özalp ve Mareşal Fevzi Çakmak da burada bulunuyorlardı. Gazi,
burada dini otoriteye dayanan Osmanlı ailesinin gücünün Halife’de kalmasının
Cumhuriyet için sürekli bir tehlike olduğunu belirttikten sonra, Halifeliğin
kaldırılmasını önerdi. Bu teklif hemen benimsendi.
Mustafa
Kemal, 21-22 Şubat 1924 gecesi, sessiz bir askeri törenle Ankara’ya hareket
etti. İzmir’den ayrılacağı gece, Ali Fuat Cebesoy ile konuşmuş, O da
“Halifeliğin kaldırılması ile Osmanlı Hanedanının Türkiye’den ihracı lazımdır”
demişti104. Böylece, üç önemli şahıs İzmir’de Halifeliğin
kaldırılması konusunda karara varmışlardı. Şimdi kararın tatbiki safhası
kalıyordu.
Ankara’da,
27 Şubat 1924’ten itibaren bütçe konuşmaları başlamıştı. Mustafa Kemal, İzmir
Milletvekili Şükrü Bey’in, Halife’ye verilecek tahsisat ile ilgili olarak
“Halife hazretleri ve o sülalenin şerefli üyeleri” deyimlerine takılmış ve
Cumhuriyet’te, yurttaşlar arasında fark olmadığına işaret etmişti. Yusuf
Akçura” ise “Bu bütçede, halifeliğe ödenek veren bölüm, bizim esaslarımıza,
Cumhuriyet’imizin temeline tamamen aykırıdır” demişti. Vasıf Çınar da,
Halifeliğin kaldırılması gerektiğini savunmuştu. Ancak, bazı hocalar ve
muhafazakar milletvekileri, Halk Fırkasından istifa edip, muhalefete
başladılar. Rauf Bey gibi reforma karşı olanlar Ankara’yı terk etti 105.
Bazı milletvekilleri de Halifeliği, Mustafa Kemal’e teklif ettiler. Ama, O
kabul etmedi. Kastamonu Milletvekili Halit Halifeliğin gene Meclisin manevi
kişiliğinden kalmasını savundu.
Meclisteki
konuşmalar, İstanbul’a aks etmekte gecikmedi. 29 Şubat tarihinde gazeteler,
Halife’nin istifası yolunda rivayetleri yaymaya başlamışlardı. Tanin Gazetesi,
hilafetin kaldırılması ve buna benzer zorlayıcı islahatların uygulanması
yolunda iki günden beri Ankara’dan gelen telgraf haberlerine göre, Halife ve
hilafet üyelerinin alacakları tedbirler hakkında hazırlıklar yaptığını öne
sürmekteydi. Rivayete göre, Türkiye Cumhuriyeti hudutları içinde artık
yaşayamayacağını anlayan hilafetin erkek üyesi Avrupa’ya gitmek için gerekli
tedbirleri almakla beraber, yol işleriyle ilgili pasaport edinme hazırlıklarına
da başlamıştı. Ancak, yıkılan saltanatın kadın üyeleri Türkiye’yi terk etmek
istememekteydiler. Bunlar, kocaları ya da babalarından kendilerine kalan
malları ile Türkiye’de kalmayı düşünmekteydiler.
Hanedan
üyelerinden bir kısmı Hükümetin kendilerine hudut dışına çıkmaları ile ilgili
tebliğde bulununcaya kadar beklemeyi, bir kısmı da hemen çıkmanın yerinde
olacağını savunmaktaydılar. Halife ile başmabeyencisi iki buçuk saat bu konular
üzerinde konuşmuşlar, ama, basına konuşulan konular hakkında bilgi
vermemişlerdi106.
Hiç
şüphesiz, gazetelerde, Halife’nin yurt dışına çıkacağı, bu yolda hazırlıklar
yaptığı, istifa edeceği gibi söylentiler yer alsa da, bunlar henüz
gerçekleşmemiş gazete haberlerinden öteye geçemiyordu. Ancak, bu havadisler
Ankara Hükümeti’nin bu konuda karar vermesini kolaylaştırıyor ve Halife’nin
zaten yurt dışına çıkmaya hazır olduğu havasını yaratıyordu. Üstelik,
Halife’nin istifası gibi havadislerin gazetelerde yer alması, kamu oyunda
olumsuz etki yaratma olanağına da sebep olacağından tedbir alınması şarttı. Bu
yüzden Halk Fırkası ve Halifeliğin kaldırılmasını istiyerlerin çabuk hareket
etmeleri, bir an önce karara varmaları gerekiyordu.
Bununla
beraber, 29 Şubat günü, Halife’nin Başmabeyincisi Celal Münif Efendi, Tanin
Muhabirine istifa rivayetlerinin doğru olmadığını şöyle açıklıyordu. “—Halife
hazretleri Büyük Millet Meclisi’nin mukarreratına (kararlarına) muntazırdır
(hazırdır). Verilecek karara derhal mutavaat etmek (Boyun eğmek) fikrindedir.
İstifa edecekleri hakkında devran eden şayiat (dolaşan söylentiler) asılsızdır.
Katiyen böyle bir niyet ve tasavvurları yoktur”. Merhum hanedan üyelerinden
Süleyman Efendi’nin oğlu Abdülhalim ise son durum hakkında şunları
söylemekteydi: “— Her milletin, her devletin kanunlarını mukaddes tanırım ve
beni otuz seneden beri büyüten Türk Milleti’nin kanunlarını hürmet ve selamla
karşılarım. Bu ana kadar gazetelerde okuduğum haberlerden başka bir şey işitmedim.
Hükümet-i Milliyenin ittihaz edeceği (alacağı) her türlü karara bila kayd ü
şart itaatten başka cevabım yoktur. Yalnız, ümit ederim ki, hanedan hukuku
temin edilecektir. Ailemiz zengin değildir. Avrupa’da temen-i maişet hususunda
(geçimini sağlama hususunda) birçok müşkilata maruz kalacakları muhakkakdır.
Bunların medar-ı maişetlerinin temin edileceğini kuvvetle ümit ediyorum”107.
Mustafa
Kemal ve arkadaşlarının İstanbul Basınını anında izlediklerine dair şüphe
yoktur. Artık, Halifeliğin ve Halifelik üyelerinin düşünceleri açık ve net bir
şekilde ortaya çıkmıştır. Halife, Büyük Millet Meclisi’nin kararını
beklemektedir ve verilen karara uyacaktır. Ancak, bir olasılıkla, Halife’nin
civarında konuşulan konu, Avrupa’da yaşantılarının zor olmaması noktasında
toplanıp, birleşmektedir. Mustafa Kemal Paşa da bu konuda gerekli tedbirleri
alacaktır.
Mustafa
Kemal, 1 Mart 1920 günü, Meclis Kürsüsüne çıkarak, kısa bir nutukla, laikleşme
alanında bir seri reform önerdi. Halifeliğin kaldırılması da bunların içinde
yer alıyordu. 3 Mart 1924 günü, Seriye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiyeyi Umumiye
vekaletleri kaldırıldı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edildi. İsmet Paşa,
Halifelik hakkında hükümetin görüşünü açıkladı. Kararın, millet için saadet
vesilesi olacağını belirtti. Oylamadan sonra, halifelik kaldırıldı108.
Mustafa
Kemal, Ankara Garındaki Özel dairesinde, 4 Mart 1924’de İstanbul gazetelerinin
başyazarlarına verdiği demeçte, Halifeliğin kaldırılması ile ilgili kararları,
milletin son günlerde istediğini, gerçek bağımsızlığını elde etmiş olan bir
milletten de başka bir şey beklenemeyeceğini belirtti: “Son günlerde Meclisçe
ittihaz olunan mukarrerat milletçe tabii ve hakiki bir surette zaten arzu
edilmekte olan hususatdır. Bunları fevkalede olarak telakkiye mahal yoktur.
Hakiki halas ve selamete karar vermiş olan bir milletten de başka türlü temayül
intizar edilemezdi…”109.
Bu hareketin
hemen arkasından Darülfünun (Üniversite) Divanı, Gazi Paşa’ya demokrasi ve
Cumhuriyet maddelerinin korunması için bir telgraf çekti110. Mustafa
Kemal Paşa, hilafetin kaldırılması nedeniyle İslamad Müslümanları adına çekilen
bir tebrik telgrafını aldığı gibi, kendisine, Kadınhanı, Çankırı, Araklı,
Kars, Zulkadriye, Babaeski, Çal gibi şehirlerden de bu konuda tebrik
telgrafları gelmiştir111.
4 Mart 1924
gecesi, Abdülmecid’in halifeliğinin alındığına ait emir Ankara’dan İstanbul’a
ulaştı. Gece yarısından sonra polis memurları, Dolmabahçe’yi sardılar. Halife
ve yardımcıları uyumakta idiler. Abdülmecid uyandırıldı ve polis müdürünün
yanına getirildi. Dolmabahçe Sarayı’nın Kütüphanesi’nde, Hükümet temsilcisi,
Halife’ye yasa hakkında bilgi verdi. Saat 5.00’de (Sabah) İsviçre’ye yola
çıkması için hazırlıkta bulunmasını istedi. Abdülmecid durumun kendisine şok
etkisi yapan sarsıntısından kurtulamamıştı. Ama, milletin iradesine boyun
eğdi. Vali, O’na yol parası ve İsviçre’de yerleşmesi için on beşin Türk Lirası
verdi. Ayrıca, şahsi eşyalarını götürmek hakkına sahip olduğunu hatırlattı.
Halife hizmetkarlarına veda etti. Askeri birlikler silahları ile Onu
selamlarken, O, onlara “Allahaısmarladık asker! Sizi Allah’a emanet ediyorum”
dedi. Tophane, Haliç, Yedikule, Yeşilköy güzergahından konvoy Çatalca’ya vardı.
İlk arabada eski Halife, birinci kadın sultan ve iki çocuğu bulunuyordu “2.
4 Mart
1924’de, Çatalca’ya oğlu Ömer Faruk Bey, eşleri ve beraberindekiler ile
otomobille gelen Abdülmecid Efendi, buradaki İstasyonda Doğu Ekspresini
beklemeye başladı. İstasyon’da Çatalca Valisi Celal Bey’e gösterdiği iyi
kabulden dolayı teşekkür de eden Abdülmecid, kendisine sunulan tavukla karnını
doyurmuş, on altı parça eşyasını özel vagona yerleştirmiş ve Tanin Muhabirine
şu beyanatı vermişti:
“— Ne
yapalım millet ve memleket yaşasın.”3
5 Mart
1924’de, Bulgar Hududuna gelmeden Cesir Mustafa İstasyonunda Abdülmecid Efendi
Tanin Muharibirine şunları söylemiştir:
“— Bütün
düşüncem milletin kararı karşısında ona mutavaat itmekle, talihin cilvelerine
göğüs germekten ibarettir. Millete daima duacıyım ve şimdilik İsviçre’ye
gidiyorum…” Yorgun olan Abdülmecid, sabahleyin Türkiye Hududunda uyanarak,
asabiyeti geçmiş bir durumda yurt dışına çıkarıldı114.
Bu arada,
İstanbul’dan henüz ayrılmamış olan hanedan üyeleri de eşyalarını satarak,
pasaportlarını almaya başlamışlardı. Bunlar da kısım kısım yurt dışında
çıkarılmışlardır115.
Halifeliğin
kaldırılması ile Türkiye Cumhuriyeti, İnkılaplarından birini daha
gerçekleştirmiş, egemenlik tamamen millette toplanmıştır.
Türkiye,
şeriatı kaldırıp, yerine batı hukukunu koyabilen tek İslam ülkesidir.
Türkiye’den başka hiçbir İslam ülkesi bunu başaramamıştır. Hukuk ile ilgili
kanunların yapılış ve kabul edilişlerine ilerde değineceğiz.
Halifeliğin
kaldırıldığı tarihte, İslam Dünyası’ndaki koyu taassubun derecesi de
düşünülürse, bu inkılabın önemi kendiliğinden ortaya çıkar. Nitekim, Halifelik
ile ilgili tartışmalar sırasında Üniversite öğretim üyelerinden İzmir
Milletvekili ve Adalet Bakanı Seyyit Bey bunu şöyle açıklamıştı:
“İslam
Tarihi’nde çok büyük bir devrim yapıyoruz. Belki de dünyada bundan daha büyük
bir devrim yoktur. Yürekler kuşku içindedirler. Hepimizin vicdanı ve aklı
istiyor ki; sorun tam açıklığa kavuşsun. Dost ve düşman ne yaptığımızı görsün,
bilinçli ya da bilinçsiz davranıp davranmadığımızı anlasın. Her şeyden önce
şunu açıklayayım ki; Halifelik Sorunu bir din sorunu olmaktan çok bir dünya
sorunudur. İnançla ilgili sorunlardan değildir, millete ait genel hukukla
ilgili işlerdendir..”116. Görüldüğü üzere, Mecliste de Halifeliğin
kaldırılmasının çok büyük bir olay olduğu, İslam Tarihi’nde bunun benzeri bir
olay olmadığı belirtilmiştir.
DİNİN DEVLET
İŞLERİNDEN AYRILMASI:
Mustafa
Kemal, 23 Şubat’ta İzmir’den Ankara’ya döndüğünde, derhal, ordunun politika ve
dinden ayrılması yolundaki çalışmalarına başlamıştı. O İslam Dininin
yüzyıllardır politika aracı olarak kullanılmış olmasından dolayı tedirgindi.
O, Cumhuriyet idaresinin tamamlanması için, askerlik işlerinin politikadan
ayrılması gerekliliğine inanıyordu. 1 Mart 1924’te, meclisteki açış
konuşmasında, Cumhuriyetin yurdun en ıssız köşesinde bile hararet ve heyecanla
kabul edildiğini, basının Cumhuriyetin gelişmesinde önemli rol oynadığını,
memleketin genel hayatında ordunun siyasetten uzaklaştırılması gerektiğini,
Cumhuriyetin üzerinde durduğu noktalardan birinin de bu olduğuna değinmiştir117.
Mustafa Kemal’in bu sözlerinin de etkisiyle, Siirt Milletvekili Halil Hulki ve
elli yedi arkadaşı Şer’iye ve Evkaf Vekaleti ile Erkan-ı Harbiye-i Umûmiye Vekaletinin
kaldırılması konusundaki önergeyi, din ve ordunun politik akımlar içerisinde
bulunmasının doğuracağı zararlı hususları belirterek Meclis’e sundular. 3 Mart
1924’de, yapılan oylama sonucunda, Genel Kurmay Başkanlığı (Erkan-ı Harbiye-i
Umûmiye Vekaleti) kaldırıldı ve Cumhurbaşkanı’nın vekili olarak sulhta ve
savaşta Genelkurmay Başkanlığı’nın, Seriye Vekaleti yerine de Diyanet İşleri
Başkanlığının kurulması kararı alındı.
Bunun
üzerine, din ve askerlik okulları Eğitim Bakanlığına bağlandı. Din işleri de
kişilerin elinden alınıp topluma mal edildi. Bu arada, Ekonomi Bakanlığı
kaldırılıp, Ticaret ve Tarım Bakanlıkları kurulduğundan yeni kabine kurulması
gerekmişti. İsmet Paşa, kurduğu kabineyi 6 Mart günü, Mustafa Kemal’e sundu, O
da bunu tezkere ile Meclise sundu ve aynı gün 145 milletvekilinin onayı ile
kabine kabul edildi. Yeni Hükümete şer’i mahkemelerin kaldırılması ile ortaya
çıkan durumu düzenlemek için, normal mahkeme kuruluşlarını yeniden düzenleyen
iki yasa tasarısı hazırladı. Mersin Milletvekili Besim Bey, bununla ilgili
olarak yaptığı konuşmada, şerriye mahkemelerinin kaldırılması ile görevin öteki
mahkemelere aktarıldığını, ikiliğin kaldırılmasının iyi olduğunu, ancak medeni
haklarla ilgili kanunların da bir an önce çıkarılmasının gerektiğini açıkladı.
Daha sonra medeni kanun da çıkarılacak, böylece bir açık daha kapatılmış olacaktır.
Ancak, laiklik ile ilgili en önemli adım 1928 de devletin dininin olmadığı
kararının alınması ile gerçekleşecektir.
Mustafa
Kemal Paşa’nın eğitim ile ilgili konuşmaları, daha çok siyasi konuşmalarının
içinde ifade olunmuştur. O, Büyük Millet Meclisinde ve çeşitli öğretmen
topluluklarının karşısında yaptığı konuşmalarda eğitime etraflıca
değinmekteydi. Ancak, ulusal bağımsızlık savaşı sonuçlandıktan sonra, eğitime
eğilmek durumunda kalmıştır. Askeri birliklerin eğitiminde aldığı görevler,
okul hayatı sırasında edindiği bilgiler, özellikle yabancı kitapları okurken
edindiği intibalar, O’nda, eğitim ile bilgilerin uyanmasına ve gelişmesine
neden olmuştur118.
Atatürk’ün
Eğitim Alanındaki Düşünüşü ve Tevhid-i Tedrisat:
Eğitimimizin
yabancı etkilerden ve hurafelerden uzaklaşması ve milli bir eğitimin ortaya
çıkması gerektiğine inanan Mustafa Kemal, 16 Temmuz 1921 de başlayıp 21
temmuzda biten Ankara Maarif Kongresinin ilk günkü açış konuşmasında “ulusal
eğitim” programını da açıklar: “Ancak, geniş ve yeter olanak ve araçlara sahip
olana dek geçecek savaş yıllarında dahi dikkat ve itina ile işlenip, çizilmiş
bir ulusal eğitim programı getirmeğe dikkat etmeliyiz… Bir ulusal eğitim
programından bahsederken eski devrin hurafelerinden ve fıtri (Yaratılıştaki)
niteliklerimizle hiçbir ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan batıdan
gelen bütün etkilerden uzak ulusal ve tarihi seviyemize uygun bir kültür
kastediyorum”119.
Mustafa
Kemal, daha önce Sivas Kongresi sırasında Amerikalı Gazeteci Mr. Brow ile
yaptığı konuşmada eğitim konusuna değinmiştir. Mustafa Kemal, bu konuşmasında,
Türk halkının iyi bir eğitim görmesinin ve köylünün okutulmasının gereğinden
bahseder: “Türk halkı iyi bir eğitim görmeli ve iyi bir hükümete sahip
olmalıdır. Eğitim okul demektir. Türk köylüsünün pek azı okur-yazardır. Ama, bu
köylüler evrime isteklidir. Çocuklarının iyi bir eğitim almasını ve
Müslümanlığın değerleri ile donanmasını isterler” 12°. Mustafa
Kemal’in burada işaret ettikleri gerçekten doğrudur. Medrese eğitimi ve sıbyan
okullarının safsata ile uğraşmaya başlaması, İmparatorluğun kuruluşundaki
okulların ve hocaların daha sonraki tarihlerde yozlaşması, Arap harflerinin
zorluğu yüzünden Türkiye’de okuryazar sayısı çok azalmıştır. Köylerde ise okul
yok denecek kadar azdır. Okullar öğrencileri bu dünyadan çok öte dünyaya
hazırlık nitelikte bilgiler vermekte olup, ders kitapları da aynı düşünce ile
hazırlanmıştır.
Mustafa
Kemal, 1 Mart 1922’de, Meclisin yeni dönemini açarken yaptığı konuşmada,
bilgisizliğin yok edilmesi gereğini ifade ettikten sonra, memleket çocuklarını
ekonomik ve toplumsal yönden yararlı ve işler kılmak için onlara ön bilgilerin
verilmesini savunur121. O, aynı konuşmada, kadınların, erkeklerle
aynı öğretim düzeyinden geçerek yetiştirilmesini ilk kez ortaya atmıştır. Bu,
Mustafa Kemal’in ilerde ortaya koyacağı kadın hakları sorununun ilk
kıvılcımları olarak göze çarpmaktadır. Mustafa Kemal, bu konuşmasında,
yüzyıllardır, hükümetlerin milli eğitim konusunda batıyı ve doğuyu taklit
ettiklerini, bu yüzden de cehaletten kurtulunamadığını, köylülerin bu zamana
kadar eğitimden yoksun bırakıldıklarını, köylüye okuma-yazma öğretilmesinin
gerektiğini, medeniyete ancak eğitim ile ulaşılabileceğini ifade etmiştir122.
Gazi hazretleri,
Bursa’da Şark Tiyatrosunda öğretmenlere yaptığı 27 Ekim 1922 tarihli
konuşmasında, ulusal eğitim sorununa gene değinmiş ve ilme, fenne dayanan bir
eğitimin tarifini yapmış, okulu “İnsanlığa saygıya, ulus ve memlekete sevgiyi
ve istiklalin şerefini öğreten kutsal” bir yer olarak nitelemiştir.
Öğretmenlere modern gelişmelere ayak uydurmalarını, hurafelere inanılmamasını
öğütleyen Gazi, orduların kazandığı başarının zemininin öğretmenler tarafından
hazırlandığını ve gerçek zaferi öğretmenlerin kazanacağını ve koruyacağını
belirterek, öğretmenlerin arkasında olacağını “Ben ve sarsılmaz imanla bütün
arkadaşlarım sizi izleyeceğiz ve sizin karşılaşacağınız her engeli kıracağız”
demiştir123. Mustafa Kemal, 1921 Temmuz’unda ve 1922’nin Ekim’inde
ulusal eğitimin şart olduğunu yinelediğine göre, bu düşünce O’nun kafasında
eskiden beri vardır ve gerçekleştirmek için uygun zaman ve şartları
beklemektedir. Bu uygun zaman ve şartlar, 3 Mart 1924’de gerçekleşecektir.
Mustafa
Kemal, 1 Mart 1923’te, Büyük Millet Meclisinin dördüncü toplanma yılını açarken
yaptığı konuşmada, milli eğitim alanında, o tarihe kadar yapılan yenilikleri de
dile getirmişti. 1922 yılında, bütün güçlüklere ve araç yetersizliklerine,
savaş yılları içinde bulunulmasının güçlüklerine karşın, daha önce kapalı olan
öğretmen okullarının onüçü yeniden öğretime başlamış, çeşitli illerde 17 erkek
ve 1 kız lisesi, 6 erkek ve 2 kız ortaokulu da açılmıştı. Öğretmen eksiklikleri
giderilmeye çalışılmış, bütün il ve ilçelerin milli eğitim kitaplıklarına parasız
kitaplar yollanmış, ayrıca, şehit çocuklarına on beş bin kitap gönderilmiş,
kitap yazımı için seferber olunmuştu. Aynı nutukta, posta işlerine değinilmiş,
Telgraf-ı Mekteb-i Ali’nin kurulup, uygun olan her ilde dershanelerin
açılacağını belirtmiş ise de, bu mümkün olmamıştır. O zamanın Türkiye’sinin
mali şartları ve eleman yokluğu hesaplanırsa, bunun gerçekleşmesi gerçekten çok
zordu. Mustafa Kemal, üniversite içinde azımsanamayacak meslek ve düşünce
adamlarının bulunduğunu, üniversitenin doğal bağımsızlığının yapısında serbest
mesleklere verdiği yönü, gittikçe eksiksiz duruma getireceklerine değinmiş,
kitap yazma ve çeviri yapmanın, ulusal egemenliğin dayanağı ve ulusal kültürün
en önemli yayılma aracı olduğunu, bu konuda da üniversite profesörlerinin bu
çalışmaya katılacak ilkeleri hazırladığını ifade etmişti. Ayrıca, yurt
çocuklarının birlikte ve eşit olarak bilgi ve teknik alanda ilerlemelerinin,
yüksek öğrenime ve uzmanlığa kadar, eğitim ve öğretimde birliğin şart olduğunu,
bu şekilde bütünlüğün sağlanabileceğini açıklamıştır124. Mustafa
Kemal, daha önce de konu ettiği ve bir sene sonra uygulanacak olan Tevhid-i
Tedrisat ile ilgili bilgileri detaylıca bu konuşmasında ortaya koyarak,
ilerdeki çalışmalara ışık tutmuştur.
Mustafa
Kemal, dini öğretim yapan medreselerin Türk eğitimine hiçbir katkıda
bulunmayacağına iyiden iyiye inanmıştı. O, yeni nesli, yeni okullarda
yetiştirmek istiyordu. 31 Ocak 1923’te, İzmir’de halk ile yaptığı konuşmada,
her ferdin dinini, diyanetini, imanını mektepte öğrenmesinin gerektiğini
belirtip, medreselerin yerine mekteplerin yer alacağını, Arapça eğitimin
zorluklarına değindikten sonra, eğitimin nasıl olması gerektiğini şöylece ifade
etmiştir:”
“Milletimizin,
memleketimizin darülirfanları bir olmalıdır. Bütün memleket evladı kadın ve
erkek aynı surette oradan çıkmalıdır. Fakat, nasıl ki her hususta ali(yüksek)meslek
ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lazım ise, dinimizin hakikat-ı felsefiyesini
tetkik, tetebbu ve telkin kudreti ilmiye ve fenniyesine tesahup edecek güzide
ve hakiki ulema-yı kiram dahi yetiştirecek müessesatı aliyeye malik olmalıyız”125.
Mustafa Kemal, mevcut eğitim müesseselerini beğenmemekte, kadın ve erkeklerin
eşit tarzda yetiştirilmelerini ve yüksek meslek okullarının açılmasını
istemektedir. Bu istediklerinin hepsini de gerçekleştirecek, medeniyet
sahasında Türkiye’nin önemli adımlar atmasını sağlayacaktır. Nitekim, onun
ortaya attığı fikirler artık toplumda tartışılmaya başlanmıştı.
1923 yılında
eğitimin birleştirilmesi konusunda tartışmalar başlamıştı. Bayan ve Erkek
Öğretmen Derneği’nin düzenlediği eğitim konferanslarının birinde konuşan Kazım
Karabekir Paşa, eğitimde birlik olmasını, merkezileşmeye gidilmesini
açıklamıştı. Mustafa Kemal, 8 Nisan 1923’de milletvekilleri seçimi dolayısı ile
yayınladığı dokuz ilkeden sekizincisinde, ilk öğretim düzeyinde öğretimin
birleşmesi gereğini ortaya koymuştu.
Mustafa
Kemal, sahte bilim adamlarına, özellikle cahil hocalara çok kızmaktaydı. Türk
Ocağında, 20 Mart 1923’de Konya’da, Konya Türk Ocağı üyelerinden Operatör Eyüp
Sabri’nin inkılaba karşı koyanların olduğunu, bunlar için ne gibi tedbirler
alındığını sorması üzerine, gençlere hitaben sahte ilim adamlarının bilime
zarar verdiklerini, cahil hocalara iltifat edilmeyip, memleketteki gerçek
bilim adamlarına danışılmasını dile getirmişti:
“—Milletimizin
içinde hakiki ulema, ulemamız içinde milletimizin bihakkın iftihar edebileceği
alimlerimiz vardır. Fakat, bunlara mukabil kisve-i ilmiye (ilmiye elbisesi)
altında hakikat-i ilimden uzak, lüzumu kadar taallüm edememiş (eğitim
görmemiş), tarik-i ilimde (İlim yolunda) layığı kadar ilerleyememiş hoca
kıyafetli cahiller de vardır. Bunların ikisini birbirine karıştırmamalıyız…
Artık kimse öyle hoca kıyafetli sahte alimlerin tezvirine (yalanına) ehemmiyet
verecek değildir… Eğer, onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlamak
isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım” 126.
Mustafa
Kemal, hocaların safsatalarına kızıyor, medreselerin yerine okul sisteminin
açılması gerektiğini böylece her fırsatta ortaya koyuyordu.
Osmanlı
İmparatorluğunda çöküş ve yıkılış dönemlerini açan nedenlerden birisi de, hiç
şüphesiz eğitim ve öğretim sisteminin bozuluşu idi. Üstelik, XVII. yüzyıldan
itibaren hiç bilgisi olmayan, henüz yeni doğmuş bebeklere bile “beşik uleması”
adı ile rütbe verip, devlet sisteminin bozulmasına ve ahlak çöküntüsüne neden
olan gerici usullerin İmparatorluğu ne derece zor duruma soktuğunun bilincine
Türk toplumu iyice şahit olmuştu. Her türlü yeniliğin alınmasına karşı çıkan bu
sahte ulemanın, gelişigüzel ve yanlış bilgilerle halkı aldatmasına, Mustafa
Kemal’in niçin kızıp, karşı çıktığı son derece açıktır. Mustafa Kemal, sanat
okullarına büyük önem vermekte idi. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren sık
sık İzmir Sanat Okulunu görmeye gidişi ve her seferinde de izlenimlerini ve
direktiflerini günü gününe tespit etmesi bunun bir delilidir. Seyahatleri iyi
incelenirse, gittiği yerlerdeki toplu konuşmalarından birini, öğretmenlere ve
onların çalıştıkları okullara ayırdığı göze çarpar.
İlk kez, 13
Şubat 1923’de İzmir Sanat Okulunu ziyarette, okul defterine, İzmir Sanat
Okulunun yeniden canlandırılması tarihinden itibaren büyük canlılık, ümit ve
güvenin ortaya çıktığını, bu okulun otuz bir senede yüz sanatçı yetiştirdiğini,
ancak, her sene yüz öğrenci yetiştirseydi, şimdi üç bini aşkın sanatçı yetişmiş
olacağını, artırılması için çok çalışılması gerektiğini açıklamıştır. 16 Ocak
1924’te ise, okul defterine, bu sefer, geçen seneye göre, daha fazla ilerleme
olduğunu, Türkiye Cumhuriyetinin bu sanat okullarının gelişmesine büyük
gereksinim duyduğunu, 14 Ekim 1925’de ise, her sene okulda büyük ilerleme
olduğunu, bu yüzden de memnunluk duyduğunu ifade eder127.
Mustafa
Kemal, gitmiş olduğu yerlerde, öğretmenlere eski köhnemiş yönetimin yanlış
yönlerini uzun uzun anlatıp, öğretmenlere verdiği önemi dile getirmekteydi. 21
Mart 1923’de Konya Sultanisinde, lise öğretmen ve öğrencileri tarafından
verilen çayda, 23 martta Afyonkarahisarda Türk Ocağında gençlere, 14 Ekim
1925’de İzmir Erkek Öğretmen Okulunda, 18 Ekim 1925’de Konya Öğretmenler
Birliğinde öğretmenlere verdiği önemi tekrar tekrar dile getirmişti128.
Mustafa
Kemal, küçükken bir süre için Fransız okuluna gitmişti. Ancak, düşüncesine
göre, yabancı okullar görev hudutlarını aşmakta, esas rollerinden çıkmakta,
fenni olmayan propaganda amaçlarını izlemekte ve bunun için de Türkiye’de Türk
olmayan halkın unsurlarına dayanmakta idiler. İşte, bu düşünceyle onlar, Türk
halkının zararına hareketlere girişmekteydiler. Bunun için de, Mustafa Kemal,
Merzifon’daki Amerikan Okulunu kapattırmıştı. Mustafa Kemal yabancı okulların,
başıboş bir eğitime tabi olmasına taraftar değildi. 29 Ekim 1923’de, Fransız
Gazeteci Maurice Pernot’un, bazı yabancı okullar için şikayet olabileceğini,
Merzifon’daki okulun kapatılmasına kimsenin bir şey diyemeyeceğini, ama,
Türkiye’de Fransız okuluna karşı siyasi, dini alanda bir suçlama olmadığını
belirtmesi üzerine, Mustafa Kemal, Fransız okullarının çoğunun rahip ve
hemşirelerle yönetildiğini, dolayısıyla mesleki bir durumu olduğunu, bu yüzden
buralarda dini propagandanın olduğundan endişe edilebileceğini, gene de,
kendilerinin Fransız okullarının Türk okullarından farklı imtiyazlara sahip
olamayacaklarını, Türk yasa ve düzenine aykırı olmadıkça eğitimlerini sürdürebileceklerini,
esasen, bu konuların Ankara delegeleri ile Fransız temsilcileri arasında
görüşüldüğünü ve esaslı prensipler üzerinde anlaşılacağını açıklamıştı129.
Mustafa
Kemal, yabancı okulların, Türk yasa ve düzeninin dışında eğitim yapmasını arzu
etmemekte ve onların da sürekli denetlenmesini istemekte idi. Esasen, bu yolda
tedbirler de alınmıştır. Ancak, O, birinci planda eğitimin birleştirilmesi
üzerinde duruyordu. O, her yenilik konusunda olduğu gibi, gene, cahil ve
gerici kesimin kışkırtmalarına yer vermeyecek zamanın gelmesini bekliyordu.
Nitekim, 1923’de, kendisini kızdıran bazı olaylarla da karşılaşmıştı. 18 Eylül
1923’de, Rize’den ayrılırken, bir hoca heyeti kendisine medreselerin açılması
teklifini getirince çok kızmış ve “Mektep istemiyorsunuz! Halbuki, millet onu
istiyor, artık bu zavallı millet, bu memleket evladı yetişsin! Medreseler
açılmayacaktır; Millete mektep lazımdır” diyerek çağ dışı sistemlere
geçilemeyeceğini ifade etmiştir130.
Mustafa
Kemal, 1924 Martında eğitimde birleşmenin kararının verilmesi zamanının
geldiği kararına vardı. 1 Mart 1924’de, Meclisin ikinci dönem birinci toplanma
yılını açarken açıkça eğitim ve öğretimin birleştirilmesinin gerektiğini
savundu131. 3 Mart 1924’de, Tevhid-i Tedrisat yasası tartışıldı. Yasa,
madde madde görüşülüp, gerekli değişiklikler yapılarak, kabul edildi. Aynı
gün, bütün eğitim ve öğretim kurumlarının Maarif Vekaletine (Milli Eğitim
Bakanlığı), seriye ve evkaf vekaleti ya da özel vakıflarca yönetilen medrese ve
okulların da Milli Eğitim Bakanlığına bağlanması, seriye ve evkaf vekaleti
bütçesinde okul ve medreselere ayrılan tutarın Milli Eğitim Bakanlığına devri
kabul edildi.
Bu yasanın
Mecliste kabulünden sonra, uygulanması için Milli Eğitim Bakanı Vasıf Bey
görevlendirildi. Vasıf Bey, 11 Mart ig24’te, medreselerin hepsinin kapatılması
için emir verdi. Ancak, kendisine bu kararından dolayı tehditler yağmakta idi.
Tevhid-i Efkar gazetesi, 3 Mart Kanununda medreselerin kaldırılmasının yer
almadığını ileri sürüyordu. Medreseler gerçekten Milli Eğitim Bakanlığına
devrolunmuştu. Milli Eğitim Bakanlığı da, medreselerden okula elverişli
olanlarını derhal okul haline getirileceğini, olmayanların da satılarak parası
ile okul yapılacağını duyurmuş ve bu konuda karar da almıştı. Böylece, artık
iyice bozulmuş, çağ dışı kalmış bir kurum daha tarihe karışmış oluyordu.
Esasen, halk artık medrese değil, okul istiyordu. Nitekim, Mustafa Kemal’e bu
konuda Karadeniz gezisi sırasında başvuruda da bulunmuşlardı. Mustafa Kemal,
Samsun-Çarşamba demiryolu hattı döşenirken, 21 Eylül 1924’teki inşa töreninde
konuşurken bunu bizzat kendisi de ifade etmişti: “Halk, köylüler bana her
yerde iş programını şu iki kelime ile ihtar ettiler. Yol, mektep..”132.
Mustafa Kemal de, halkının isteği doğrultusunda hareket etmiş ve gerek okul,
gerek demiryolu yapımına büyük bir hız vermiştir. Cehaletin ortadan kalkması
için öğretmenlere direktifler vermiştir. İlk kez, 25 Ağustos 1924^ toplanan
Muallimler Birliği üyelerine verdiği çayda yaptığı konuşmada “Öğretmenler yeni
nesli, Cumhuriyetin fedakar öğretmen ve eğitimcileri, sizler yetiştireceksiniz,
yeni nesil sizin eseriniz olacaktır” diye bunu belirtmiştir.
Aynı
konuşmasında, o, erkek ve kız öğrencilerin eşit olarak eğitim ve öğretimden
yararlanmasını da açıklamıştı133. Mustafa Kemal’in düşüncesi ne
göre, hem erkek, hem de kız öğrenciler ekonomik hayata etki edecek şekilde
yetişmeli ve yeni Türkiye Cumhuriyetinin ekonomik bakımdan yükselmesine
yardımcı olmalıdırlar.
Mustafa
Kemal, 22 Eylül 1924 günü, Samsun’da Öğretmenler Birliğini ziyaretinde,
öğretmenlerin yaptığı konuşmaları dinledikten sonra, kendisinin eğitim
hakkındaki görüşlerini şöyle izah etmişti: “…En önemli, en temelli nokta
eğitimdir, eğitim sorunudur. Eğitimdir ki, bir ulusu özgür, bağımsız, şanlı
yüce toplum halinde yaşatır, ya da bir ulusu, tutsaklık ve yoksulluğa bırakır.
Baylar, eğitim sözcüğü yalnız olarak kullanıldığı zaman, herkes kendince
düşünülen bir anlama çeker. Ayrıntıya girişilse, eğitimin amaçları, hedefleri
çeşitlenir. Örneğin, dinsel eğitim, ulusal eğitim, uluslararası eğitim. Bütün
bu eğitimlerin hedef ve amaçları başka, başkadır. Ben, burada yalnız yeni Türk
Cumhuriyetimizin yeni kuşaklara vereceği eğitimin ulusal eğitim olduğunu
kesinlikle söyledikten sonra, ötekiler üzerinde durmayacağım… Baylar, ulusal
eğitimin ne demek olduğunu bilmekte artık hiçbir karışıklık kalmamıştır,
kalmamalıdır. Bir de ulusal eğitim temel aldıktan sonra, onun dilini
yöntemini, araçlarını da ulusal yapmak zorunluluğu tartışma götürmez. Ulusal
eğitimle geliştirmek ve yüceltmek istenilen dimağları, bir yandan da
paslandırıcı, uyuşturucu düşsel bilgilerle doldurmaktan dikkatle çekinmek
gerekir..”134. Mustafa Kemal, 1924 Martında gerçekleştirilen
eğitimin birleştirilmesinden sonra, ulusal eğitim hedeflerini böylece geniş ve
açık şekilde belirlemekte, eğitimin, dil, yöntem bakımından da ulusal olmasının
gerekli olduğunu ve medresenin dışında bu eğitim ile akılların daha çok
gelişeceğini vurgulamakla ilerisi için atılacak adımların ne olması gerektiğini
vurgulamaktadır. Böylece, O, 16 Temmuz 1921’de Maarif Kongresinde135
ve 1 Mart 1924’de, Mecliste yapmış olduğu konuşmalarında136,
eğitimin milli olması, hurafelerden uzak kalınması düşüncelerini Samsun’da da
yinelemiştir. Medreselerin kalkması ile eğitim alanında düzlüğe çıkılmıştır. O,
Samsun’da yaptığı konuşmada ilimin her şeyin üstünde olduğuna da işaret
etmiştir. 6 Ekim 1924’de, Eğitim ile ilgili olarak, Kars Numune Mektebinde
söylediği söylevde, medreselerin zararını şöyle dile getirmişti: “Bir zamanlar
medreseleri yaşatan, Türk’e büyük felaketler getiren bilgisizlik ve bağnazlık
yüzünden iyi düşünülemiyor, pek çok genç dimağlar zehirleniyor, gerçeği gören
aydın ve temiz fikirliler ise baş kaldırıyor ve taşkınlık yapıyordu… O uğursuz
kara günler ve kara güçlerin, bizleri sonsuz mutluluğa ulus ve halk hükümetinde
Cumhuriyet döneminde artık yerleri yoktur ve olmayacaktır.”137
Mustafa
Kemal, gerek bu konuşmasında, gerekse diğer konuşmalarında medreselerin halkın
gelişmesine, son zamanlarda nasıl engel olduğunu anlatmak ve halkı yeni ve
modern okullar etrafında toplamak gereğini ve önemini duyurmuştur. Nitekim,
bunu çeşitli konuşmalarında daha sonraki senelerde de yinelemiştir. 7 Temmuz
1927’de İstanbul Dolmabahçe Sarayında Muallimler Heyetine, eski hocaların dini
esas tuttuklarını, öğretmenlerin ise, ilmi esas almalarının gerektiğini,
böylece öğretmenlik mesleğinin geliştirilmesini, öğretmenlerin her fırsatta
halka koşup, halkla beraber olması ve böylece, halkın öğretmeni yalnızca
çocuğa alfabe okutan bir kimse olmadığını anlamasını138, böylece,
halk ile öğretmenin bütünleşmesinin gerektiğini açıklamıştı.
Mustafa
Kemal’in anlayışına göre, Milli Eğitim Bakanlığı, toplumun sosyal ve medeni
değerlerini yükseltecek ve iktisadi kuvvetini artıracak vatandaşlar yetiştirmeli
ve bunun için her türlü fedakarlığı yapmalıdır. O, 23 Ekim 1927’de, Cumhuriyet
Halk Fırkasının ikinci kongresinin kapanışı nedeni ile yaptığı konuşmada bunu
şu şekilde ifade etmişti: “Maarifin milli, laik ve tek mektep esasına
müsteniden olması umdemizdir. Terbiyede hedefimiz milli cemiyetin medeni ve
içtimai kıymetini yükseltecek ve iktisadi kudreti artıracak vatandaşlar
yetiştirmektir”. Bunun için kolaylık olması amacıyla ilkokulun parasız, ama
mecburi olması ilkesi de getirilmişti139.
Yüksek Öğrenim-Meslek
Okulları :
Tevhid-i
Tedrisat ile yeni eğitime geçildikten sonra medreseler de kapatıldı.
Süleymaniye Medresesi yerine İstanbul Darülfünununda (Üniversitesinde) bir
İlahiyat Fakültesi kuruldu. İdadiler ise liseye çevrildi. Askeri okullar, 22 Nisan
1925’de, Milli Savunma Bakanlığına bağlandı.
Türk kızları
yüzyıllardır, o da çok sınırlı olarak eğitimden nasiplerini zorlukla
alabilmişlerdi. Okuyan kız sayısı azdı. Ulusal bağımsızlık savaşı yıllarında
yirmi, yirmi beş kişilik bir kız grubu, erkeklerle eşit okumak için mücadele
verdiler. Ayrı sınıflarda okumak istemediler ve mücadelelerinde de başarılı
oldular. Önce, Fen-Edebiyat fakültesinde, 1921-1922’de Hukuk Fakültesinde,
1922-1923’de Tıp Fakültesinde karma eğitim başladı. Sonra iyice yaygınlaştı.
Türkiye’deki sanayi okulu sayısı 1925’de on üç, on dört idi. 2 Eylül 1925’de
ise, sanayi okulların da yeni düzenlemeler yapılması, gereksiz derslerin
kaldırılması ile140 modern ve çağdaş eğitime geçişte büyük bir adım
atıldı.
Darülfünun’un
İlahiyat Fakültesi, 7 Mayıs 1924’de açılmıştı. 1923’de Harbiye Nezareti Binası,
Darülfünun’a verilmiş, 1924’de Hukuk, Edebiyat ve İlahiyat medreseleri buraya
taşınmıştı. Hukuk Medresesini (Fakültesini) bitiren kızların avukatlık
yapmalarının bir sakıncası olmadığı ve Cumhuriyetin gerçek dayanağının
Darülfünun (Üniversite) olduğu da açıklanmıştı. Böylece, Mustafa Kemal’in
istekleri teker teker yerine getiriliyordu. Kadınlar da, artık erkekler gibi
çalışabilecekler idi. 1924’de, üniversite hocalarının üniversitenin dışında
başka görev almamaları kabul edildi.
Son
zamanlarda, Darülfünunun özerkliğinin kaldırılması ve Maarif Vekaletine
bağlanması, hatta buranın tümden kapatılıp, Avrupa’ya öğrenci gönderilmesi
isteniyor, Meclis’e önergeler veriliyordu. Bakanlık, Darülfünun hocalarının
bilimsel eserler vermesini istiyordu. 1925 yılında Hukuk ve Tıp Fakültesi
öğrencilerinin arasında çıkan kavga sorunu Mecliste de tartışma konusu
olmuştu. Eleştirilerden sonra, Darülfünun Emini İsmail Hakkı Bey Eminlikten
istifa etmiş, Maarif Vekili Şükrü Bey, Darülfünunda incelemeler yapmış, kısa
zamanda Darülfünun gelişeceğine inanmıştı141. Şükrü Bey’e göre,
milletin medeni yeteneğini ve hayat kudretini en yüksek derecede üniversiteler
temsil ettiğinden, onları, diğer Avrupa üniversitelerinin seviyesine çıkartmak
lazımdı.
21 Nisan
1924’de yasa ile hükmü şahsiyetini kazanan ve 7 Ağustos 1925’de İstanbul
Darülfünunu Nizamnamesi ile de ilmi muhtariyetini elde etmeye başlayan
üniversite önemli aşamalar yapmaya başladı. 1926 yılında, üniversitede bazı
düzenlemeler yapıldı ve yüksek okullara lise mezunu olmayanların alınmaması,
doktor ve mühendis gereksinimi fazla olduğundan, yalnızca bir yıl için buralara
lise çıkışlı olmayanların sınavla alınmasına karar verilmişti. Böylece,
1863’de ilk kez İstanbul Darülfünunu adı ile açılan, ancak, eğitimi sürekli
olmayan, 8 Şubat 1870’de, resmen yeniden açılan, ama, gene dar görüşlülerin
muhalefeti ile bir yıl sonra kapatılan, 19 Ağustos 1900’de yeniden açılan ve
1908 Meşrutiyeti ile beş şube halinde devam eden, 1921’de bütçesinin düzeni ve
tartışması yapılıp, iki sene önce “Muhtariyet-i İlmiye”ye sahip olan
üniversitenin mali ve hukuki şahsiyetine kavuşması konusundaki kanun tasarısı
henüz kabul edilmemiş, 20 Nisan 1922 tarihli Nizamname ile Darülfünun adı İstanbul
Darülfünunu olmuş, niyahet 1925’te ilmi bağımsızlığını elde etmişti.
1925’de
medreselere fakülte adı verildiği gibi, 1928 Nisanında fakültedeki bazı
derslerin kürsüye çevrilmesi uğraşısı başarılı olmuş ve bunun sonucu Edebiyat
Fakültesinde bazı yeni kürsüler kurulmuş, Tıp Fakültesinde ise bazı dersler
kürsüye çevrilmiştir. 1932’de, yabancı uzman profesör Malche’ın raporu ile
Darülfünun kaldırıldı ve yerine modern İstanbul Üniversitesi kuruldu.
14 Ocak
1925’de, Darülfünun Emini İsmail Hakkı Bey ve Hukuk Fakültesi Başkanı Aynı-zade
Hasan Tahsin Bey’ler Üniversitenin bütçe görüşmesi nedeni ile geldikleri
Ankara’da, Hakimiyet-i Milliye gazetesi muhabirleri ile de görüşmüşlerdi.
Darülfünun Emini İsmail Hakkı Bey, Üniversitedeki gelişmeler hakkında Hakimiyet-i
Milliye gazetesine epey önemli bilgiler de vermişti. Buna göre, istibdad
döneminde yüksek okuldan farksız olan Üniversite, Meşrutiyetin ilk
devirlerinde de önemli bir ilerleme yapmamıştı. Balkan Harbinden sonra önemli
yenilikler ile ilerleme yolunda önemli adımlar atan Darülfünun, 1919
Nizamnamesi ile ilmi muhtariyet elde etmiştir. Ancak, 1924’e kadar Darülfünun
bütçesi bir lise bütçesi gibi kaldığından, ilmi teşkilatını genişletmek
olanağını bulamamıştır. 1924’de, Darülfünunun gereksinimleri için altı yüz bin
lira verilince, bütün fakültelerde ve şubelerde ilerleme izleri görülmeye
başlamıştır. Bir sene içinde, tıp, fen fakülteleriyle, eczacı, dişçi okullarına
en gerekli aletler sipariş olunmuştur. Kadırgada, senelerdir sefil şartlarda
terk edilmiş olan Eczacı ve Dişçi Mektebi için Beyazıt’taki eski Jandarma
Dairesi tamir edilip, modern ve kusursuz bir ilmiye binası meydana
getirilmiştir. Ayrıca, Avrupa’nın en büyük üniversitesi olan Sorbonun
Kütüphanesinin üçte birine, yani altı yüz bin cilde ulaşan bir Darülfünun
Üniversitesi Kütüphanesi meydana getirilmiştir. Bunların dışında, Hukuk,
İlahiyat, Edebiyat fakülteleri kaldırılmış olan Harbiye binalarına
nakledilmiştir. Bütün fakülteler ve şubelerinde 1925 için yeni teşkilat ve yeni
girişim projeleri hazırlanmıştır. Üniversite inkılapların ışığı ve
doğrultusunda hareket etmektedir.
Hakimiyet-i
Milliye 15 K.sani 1929, No. 1324
Mustafa
Kemal’in Latife Hanımla Evliliği:
Mustafa
Kemal, 9 Eylül 1922’de, İzmir’in Birlikleri tarafından alınıp Kadifekale’de
Türk Bayrağının çekilişinin ertesi günü, yani, 10 Eylül günü, saat 14.00 de
Genelkurmay başkanı Fevzi ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşalarla İzmir’e
gelmiş, halkın coşkun sevgi gösterileri arasında Hükümet Konağına girmişti.
Mustafa
Kemal Paşa, 10 ve 11 Eylül gecelerini Karşıyaka’da Alatini Köşkünde, 12 Eylül
gecesini kendisi için hazırlanan I. Kordondaki bir evde geçirmiş, 13 Eylül
günü gene Alatini Köşkünde kalmış, sonra Latife Hanımın ailesinin daveti
üzerine Göztepe’deki Latife Hanımlarda (Uşakizade Muammer Beyin Köşkünde)
misafir edilmişti. Bu sırada, Latife Hanımın babası, ve kardeşleri Avrupa’da
bulunduklarından Latife Hanım büyük annesi ile evde yalnız oturuyordu. Latife
Hanım aydın bir kızdı. Davranışları, bilgi, görgü ve tutumu ile Mustafa
Kemal’in hoşuna gitmişti. İzmir’den Ankara’ya dönen Mustafa Kemal, her akşam
sofrada Latife Hanım’dan uzun uzadıya bahsediyor ve onu övüyordu.
Mustafa
Kemal’in annesi Zübeyde Hanım, o sıralarda çok hasta idi ve Latife Hanım’ın
övgüsünü duyunca, onu görmek ve oğluna almak arzusuna kapıldı. Doktorlar da
hastalığının Ankara’da tedavi edilemeyeceğini, sahil kenarına gitmesini
önerince, İzmir’e gitmeye karar verdi. Salih Bozok (Atatürk’ün Başyaveri),
Mustafa Kemal’in Latife Hanım ile evlenmesini arzu ediyordu. Kendisi önce
İzmir’e gitmiş olup, Latife Hanımlarda kalıyordu ve Latife Hanım hakkında
Mustafa Kemal’e mektupla ve telgraf ile zaman zaman bilgiler vermişti. İsmet
Paşa da, Mustafa Kemal’in, Latife Hanım ile evlenmesini istiyordu.
Mustafa Kemal
tarafından Ankara’ya çağrılan Salih Bey, Zübeyde Hanımı da alarak, gene,
İzmir’e dönmüştü. Hasta olan Zübeyde Hanım ve Salih Bey, Latife Hanımlarda
kalmakta idi. Latife Hanım, Zübeyde Hanıma çok iyi bakıyordu. Ancak, ilerlemiş
yaşı ve hastalığı nedeni ile Zübeyde Hanım, 14 Ocak 1923 günü öldü. Mustafa
Kemal, annesinin ölüm haberini Eskişehir’de öğrendi. Derhal, İzmir’e gelerek,
Karşıyaka’ya geçti. Orada Salih Bozok ile görüştü. Ona “Ben Latife Hanımla
evlenmeye karar verdim. Şimdi babası burada ise, kendisini bu kararımdan haberdar
edersin ve hiç kimseye bir şey söylememesini de ilave edersin” dedi. Bu arada,
Mustafa Kemal, 16 Ocak 1923’te, Karşıyaka’da annesinin mezarının başında,
gerekirse ulusal egemenlik yolunda canını vereceğine dair ant içti142.
Mustafa
Kemal, evliliği, yeni bir aile hayatı yaratarak Türk milletine örnek olmak için
de istiyordu. 1923’de bunu bizzat kendisi de dile getirmişti: “Ben sadece
evlenmek için evlenmek istemiyorum. Vatanımızda yeni bir aile hayatı yaratmak
için önce kendim örnek olmalıyım. Kadın böyle umacı gibi kalır mı?”143.
Daha sonra,
Mustafa Kemal, Muammer Beylerin evine geldi. 29 Ocak 1923 günü için, orada
bulunanların bazılarını Muammer Bey’in evinde verilecek çay ziyafetine çağırdı.
Muammer Bey’e de, İzmir Kadısını davet etmesini söyledi. Görünüşte çay ziyafeti
olan bu toplantı, aslında nikah merasiminden başka bir şey değildi. Mustafa
Kemal, Asım Gündüz’e “Asım yarın Mareşal’le Kazım Karabekir Paşayı olarak saat
onda bana çaya gelin, bekliyorum dedi. Onlar, otomobille köşke gittiler. Kapıda
Latife Hanım tarafından karşılandılar. Uzun süreden beri Nis’te bulunan Muammer
Bey, eşi ve çocukları da evdeydi. İzmir’in yeni Valisi Abdülhalik Renda Bey ile
Kazım Paşa(Özalp)da salonda idiler. Bir ara kapı açıldı. Salih Bozok:
“—Efendim, Müftü Rahmetullah Efendi geldi! dediler. Mustafa Kemal’de:
“—Buyursunlar!” diyerek Müftüyü karşıladı. Daha sonra gülerek “—Eğer genç
olsaydım bu töreni başka türlü yapmak isterdim. Latife Hanımı bir ata bindirir,
ben de bir ata binip koşturur, kaçırıp alırdım. Ama, şimdi bunu yapacak kadar
genç olmadığımı anlıyorum.”
Sonra Fevzi
Paşa’ya dönerek, kendisinin, Abdülhalik Bey’in de Latife Hanımın şahitliğini
yapmalarını ve nikahın kıyılmasını istedi. Müftünün dualarından sonra nikah
kıyıldı144.
Mustafa
Kemal, evlendikten birkaç gün sonra, yanlarında Latife Hanım da olduğu halde
ufak bir geziden sonra Ankara’ya döndü.
Mustafa
Kemalin işleri çok fazla idi. O hayatını ulusuna adamıştı. Gezide bulunmadığı
sıralarda, Çankaya’da arka arkaya gerçekleştirmekte olduğu inkılaplar yüzünden
ciddi incelemeler yapmakta, devlet adamları ile uzun görüşmelerini sürdürmekte
ve onlarla Türkiye’yi yüceltecek çözüm yollarını bulmak için tartışmalara
girmekteydi.’ Yani, bir çeşit yalnız yaşıyor gibiydi.
Latife Hanım
ile 31 Ağustos-12 Eylül 1924’te Hamidiye Kruvazörü ile Mudanya’ya, oradan
Trabzon’a hareket etmiş, 15 Eylül’de Trabzon’a, 18 Eylül’de Rize’ye, 21
Eylül’de Samsun’a, 24 Eylül’de Amasya’ya, 26 Eylül’de Tokat’a, 27 Eylül’de
Sivas’a, 29 Eylül’de Erzincan’a, 30 Eylül’de Erzurum’a gelmişti. Gazi, burada,
depremden zarar gören ilçe ve köylerde incelemeler yaptı. Bu gezilerde Latife
Hanım, hep Gazinin yanında bulunuyor ve Türk kadınının eşinin yanında her
zaman yardımcı olması imajını yer ettirmeye çalışıyordu.
Gazi, 4 Ekim
1924’te Latife Hanım ile beraber Erzurum’dan ayrılmış, Sarıkamış’ta ziyaret ve
incelemeler yapmış, heyetleri kabul etmiş, akşam da Latife Hanım ile birlikte
ulusal bağımsızlık savaşı ile ilgili bir piyesi seyretmişlerdi. 8 Ekim 1924’de
Erzurum’da iken Mustafa Kemal Paşa ile Latife Hanım arasında ufak
anlaşmazlıklar belirmişti. Bu anlaşmazlıklar daha sonra ayrılığı doğuracaktır.
Mustafa Kemal, 8 Ekim 1924’de Erzurum’da iken, Başyaveri Rüsuhi’yi çağırarak
Latife Hanım ile Ankara’ya hareket etmesini bildirdi. Fakat, Latife Hanım,
yalnızca Salih Bozok ile gidebileceğini bildirince, Atatürk Salih Bey’e,
Latife Hanımı Ankara’ya getirme emrini verdi. Mustafa Kemal, Latife Hanım ile
henüz nikahlı olduğu için, O’nun geçtiği yerlerde merasimle karşılanmasını
uygun görmüştü. Latife Hanım ile, Salih Bozok Kayseri’ye kadar otomobil ile
geldiler. Erzincan’da iken Latife Hanım, Mustafa Kemal’e bir mektup gönderdi.
Bu mektup çok etkili olmuş olmalı ki, Mustafa Kemal, Salih Bozok’a bir telgraf
çekerek” Kayseri’den ileriye geçmeyiniz” direktifini vermiştir.
Mustafa
Kemal, 13 Ekim 1924’de Kayseri’ye geldi ve Latife Hanım ile orada buluştu.
Ancak, O, Latife Hanımdan ayrılmakta kesin kararlı idi. İsmet Paşa’ya verilmesi
kaydı ile, Salih Bozok’a verdiği 9 Ekim 1924 tarihli mektupta, iki senelik
deney sonunda Latife Hanım ile beraber yaşamanın imkanı olmadığını anladığını,
kendisine bu kararın bildirilmesini, kararının da kesin olduğunu açıklamakta
idi. Mustafa Kemal, bu mektubu Kayseri’de Salih Bozok’a yırttırmıştı145.
Mustafa
Kemal Paşa, Latife Hanım’ın kişiliğinde ideal hayat arkadaşını bulduğunu
düşünmüştü. Latife’nin Avrupa’da gördüğü eğitim, O’nun, Mustafa Kemal ile
kendisini eşit durumda olduğu düşüncesine kapılmasına ve Mustafa Kemal’i
etkisi altına alarak politikada faal rol oynayabileceğini düşünmesine sebep
olmuştu.
Latife
Hanım, aslında kendi çapında çalışmalar yapıyor, Türk kadını olarak vatanına
hizmet etmek için girişimlerde bulunuyordu. Bunlardan birisi de, Türk Ocakları
ile olan çalışmalarıdır. 28 Nisan 1925 Çarşamba günü, Türk Ocakları Kongresi
Ankara’da açılmıştı. Latife Hanım, 30 Nisan 1925 günü yaptığı konuşmada büyük
ilgi toplamıştır. O’nun Kars Türk Ocağının ilk kadın delegesi olarak yaptığı
konuşma çok beğenilmişti. Latife Mustafa Kemal Hanım Efendi, Kars Türk Ocağının
delegesi ve Türk Ocağının bir ferdi olarak Kars’taki çalışmaları dile getirmiş
ve Kars’ta 15 Eylül 1919’da kurulan Ocağın, o civarda milli ve sosyal hayatta
ilk adımın atılması bakımından başarılı olduğu, “Türk milletinin saadet ve selameti,
Türk milletinin harsı ve medeni inkişafını temin etmekle kaimdi” diyerek Türk
Ocakları hakkındaki düşüncelerini ifade etmişti146.
Ancak,
Mustafa Kemal’in yaşantısı çok yoğun çalışmalara ayrılmıştı. Latife Hanım ise
O’na ayak uydurmakta güçlük çekiyordu. Mustafa Kemal’in sofrası sanki bir
akademi havasını andırırdı. Her çeşit konu, devlet sorunları burada tartışılıp,
sonuca bağlanırdı. Mustafa Kemal, herkesin fikrini masada söylemesini isterdi.
Kendisine üçüncü bir şahıs hakkında bir şey söylendiğinde, ikisini de sofraya
davet eder, yüzleştirirdi. Demokrat düşünceli olup, herkesin konuşma hakkına
uyardı. Ancak, kontrolü de elinden çıkarmazdı147. Mustafa Kemal, ev
hayatından çok, kendisini milletine adamış bir devlet adamıydı. Sonunda 5
Ağustos 1925’de Mustafa Kemal ile Latife Hanım ayrıldılar. Ayrılışları, henüz
Medeni Kanun olmadığı için eski yasaya göre gerçekleşmiş oldu. Mustafa Kemal,
Latife Hanımın, İzmir’e ailesinin yanına dönmesini sağlayacak işlemleri
yaptırttı. Gazetelere anlaşarak ayrıldıkları yolunda bir de beyanat verdi. Bir
daha da hiç evlenmedi.
Şapka ve
Kılık-Kıyafet inkılabı:
Türk
halkının Osmanlı döneminde giydiği giysiler, eski atalarının giydikleri
giysilerden farklıydı. Eski Türkler, aslında fes, şalvar, çarşaf, takke gibi
kendi gelenek ve göreneklerine uygun düşmeyen giysileri giymezlerdi. Akşamları
evlerde, erkeklerin o tarihlerde entari şeklinde bir elbise giymeleri de hep
Araplara özgü olduğu halde, ne yazık ki, bu sonra Türkler tarafından da
uygulanır olmuştu.
Osmanlı
İmparatorluğunda, her cemaat için değişik giysiler mecbur tutulmuştu. Bu
giysilerin de renkleri farklıydı. Azınlıkların ve Müslümanların bu değişik
giysileri ile ortaya, Asya-Avrupa karışımı değişik bir görünüm ortaya
çıkmaktaydı. Bu da hoş bir durum yaratmıyordu.
III.
Selim’in ve II. Mahmut’un giysi konusunda aldıkları tedbirler, çıkardıkları
hatt-ı hümayûnlar yeterli olmayıp, modern ve çağdaş devlet yapısına uygun
değildi. Fes, bir Yunan giyimiydi. II. Mahmut, İslam vatandaşlarına düzgün bir
görünüş vermek için bunun giyilmesini zorunlu kılmış ve o zamanlar için bu bir
reform kabul edilmişti. Ancak, ulusal bir giysi olmayan fesin çok masrafa neden
olduğu konusu ulusal bağımsızlık savaşı sırasında Mecliste tartışılmış ise de,
başarı sağlanamamıştı. Mustafa Kemal bunun muhakkak kaldırılmasını arzu etmekte
idi.
Mustafa
Kemal, bize özgü olmayan, sıcak Asya ve Afrika ülkelerinin halkının kullandığı
giysilerin ortaya çıkardığı gözü bozan karışıklığı önlemek, gelenek ve
göreneklere de ters düşen bu giysi karışıklığına bir çare bulmak eğiliminde
idi. O, modern bir görünüş veren batı giyimine sempati duyuyordu. 1925’de,
O’nun uygulamağa başladığı şapka ve giysi inkılabı aslında, kadın erkek bütün
milletin hem iç, hem de dış görünüşüne, çağdaş damgasını vuran bir davranış ve
doğululuktan çıkışın bir simgesi olarak görülmelidir.
Mustafa
Kemal, giysi inkılabı konusunda kararını çok önceleri vermiş, 1923’ün hemen
başlarında ise bunu halka duyurmaya başlamıştı. O, 31 Ocak 1923’te, İzmir’de
halka hitaben yaptığı konuşmada kadınların tesettürünün (örtünmesinin)
zararlarını şöylece dile getirmişti: “..Kasaba ve şehirlerde ecanibin
(yabancıların) nazar-ı dikkati en çok tesettür üzerinde tesebbüt ediyor
(Toplanıyor). Buna bakanlar kadınlarımızın hiçbir şey görmediklerini
zannediyor. Memafih icab-ı din (din gereği) olan tesettür, kısaca ifade etmek lazım
gelirse, denebilir ki kadınların külfetini mucip ve muhalifi adap almayacak
şekl-i basitte olmalıdır. Şekl-i tesettür kadını hayatından, mevcudiyetinden
tecrit edecek (uzaklaştıracak) bir şekilde olmamalıdır” 148. Bundan
üç hafta sonra ise, 21 Mart 1923’te Konya Hilal-ı Ahmer Kadınlar Şubesinin
düzenlediği çayda gene giysi sorununu ortaya atmış, giysilerimizin biz
olmaktan çıktığını, artık çağdaş giysilerin alınmasının gerektiğini
savunmuştur: “Şehirlerdeki kadınlarımızın tarz-ı telebbüs ve tesettüründe
(giyinme ve örtünme şekillerinde) iki şekil tecelli ediyor (ortaya çıkıyor). Ya
ifrat, ya tefrit (Ya aşırılık, ya da azlık) görülüyor. Yani ya ne olduğu, çok kapalı,
çok karanlık bir şekl-i harici (dış şekli) gösteren bir kıyafet ve yahut
Avrupa’nın en serbest balolarında bile kıyafet-i hariciye olarak arz
edilemeyecek kadar açık bir telebbüs. Bunun her ikisi de şeriatın tavsiyesi,
dinin emri haricindedir. Bizim dinimiz kadını o tefritten de, bu ifrattan da
tenzih eder (uzak tutar)”. Mustafa Kemal, giysi konusunda Avrupa kadınlarını
taklit eden kadınlara çatarak, her milletin kendine göre özellikleri, milletin
ruhuna, hayatına, gereğine göre giysi seçilmesini önerir. O, kadınların çocuk
yetiştirme görevini de üstlendiğini, bu yüzden daha bilgili ve aydınlatıcı
olmaya mecbur olduklarını da öne sürerek, kadına önem verilmesini, Medeni
Kanundan çok önce ifade etmiştir149.
19 Ağustos
1925 günü, Kastamonu’dan Ankara’ya gelen bir heyet, Halk Fırkasında Mustafa
Kemal Paşa tarafından kabul edilmiştir. Heyetten Hüsnü Bey, Mustafa Kemal’e,
Kastamonu halkının, Cumhuriyet inkılabını meydana getirdiğinden dolayı sonsuz
“Minnet ve şükranlarıyla samimi hürmet ve teatilerini” ilettiğini belirtip,
Gazi’yi Kastamonu’ya davet eder. Mustafa Kemal’de, bundan sonra ilk seyahatini
Kastamonu’ya yapacağını “Herhalde Kastamonu’ya pek yakında geleceğim” şeklinde
ifade eder. Gazinin bu gezisi 23 Ağustos günü gerçekleşecektir150.
Kastamonu’ya
gelen heyet, Kastamonu Halkına, Gazi’nin 23 Ağustos günü Kastamonu’ya
geleceğini müjdeledi. Gazinin gelmesi haberi üzerine, şehirde, O’nun geçeceği
yollarda Belediye, Türk Ocağı, Halk Fırkası, vilayet ve askeriye tarafından on
ikiyi aşkın tak yapılmıştı. Başta Kastamonu Valisi Fatin Bey olmak üzere, Türk
Ocağı, Halk Fırkası, Muallimler Birliği ve diğer heyetler, Gazi’yi cumartesi
günü saat beşte değirmenlerde karşılayacaklardı. Gazi, Kastamonu’da terzi
Mehmet Emin Ağa’nın Konağında kalacaktı151.
Ertesi gün
Açık söz gazetesinde, Gazi’nin kalpaklı bir resmi ile misafir kalacağı
Kastamonu’nun bir resmi de yayınlanmıştı152.
Gazi, 23
Ağustos 1925’de, giysi inkılabını gerçekleştirmek amacı ile, Ankara’dan
Kastamonu ve İnebolu’ya sessiz ve merasimsiz olarak yola çıkar. Yanında Fuat
(Bulca), Nuri (Conker) ve iki yaveri ile başkatibi de vardır. Öğle vakti
Çankırı’ya varan Gazi’yi, Çankırı’nın Halk Fırkası İl Başkanı Müftü Ata Efendi,
Belediye Reisi Cemal ve Çankırı milletvekilleri karşılarlar. Paşanın üzerinde
yerli ketenden gri bir elbise, elinde de panama şapka mevcuttur. O, bu şapkayı
ilk kez halka takdim eder. O’nu başı açık görenler, feslerini, kalpaklarını
çıkarırlar. Mustafa Kemal, onlara şapkalarının nerede olduğunu sorar,
karşılayıcılar, O’nun şapka ile geleceğini bilemediklerinden tedbir
alamadıklarını açıklamak zorunda kalırlar.
Öğle yemeği
Kız Okulu’nda yenilir. Konuşmaların esası hep medeniyet, ilerleme ve şapka
konusudur. Gazi, Çankırı milletvekillerini de yanına alır ve Ilgaz kasabasına
gelinir. Ilgaz dağlarında mola verilir ve çobanların sunduğu yufka, kaymaktan
ibaret olan yemek yenilir. Bu arada, Gazi’yi kazalarına davet için İnebolu,
Daday, Araş, Tosya, Safranbolu, Cide, Taşköprü kazalarından yedi heyet Mustafa
Kemal ile konuşur.
23 Ağustos
1925 günü, şehrin girişinde, Kastamonu’dan gelmiş oto
mobil Gazi’yi karşılar. Gazi’nin başı gene açık, panama şapkası elindedir.
Halkı böyle selamlar. Kastamonu’ya iki kilometre kala, yolun iki tarafının
şehirden ve kazalardan gelen halk Gazi ile buluşur ve “Yaşasın Gazimiz,
yaşasın Kurtarıcımız” diye bağırıp, alkışlamaya başlarlar.
mobil Gazi’yi karşılar. Gazi’nin başı gene açık, panama şapkası elindedir.
Halkı böyle selamlar. Kastamonu’ya iki kilometre kala, yolun iki tarafının
şehirden ve kazalardan gelen halk Gazi ile buluşur ve “Yaşasın Gazimiz,
yaşasın Kurtarıcımız” diye bağırıp, alkışlamaya başlarlar.
Mustafa
Kemal ve yanındakiler, bir Kastamonu konağına konuk edilirler. Yemekten sonra
balkondan halk oyunlarını seyreden, Gazi başı açık olduğu halde halkı selamlar153.
24 Ağustos
günü, üzerinde çok seyrek giydiği mareşal üniforması olduğu halde, Kastamonu
kışlasını ziyaret eder. Kışlanın bir duvarında “Bir
Türk on düşmana bedeldir” yazısı vardır. Mustafa Kemal, çağırdığı subaya “—Böyle mi?” diye sorup, öyle olduğu yolundaki cevabı alınca, şöyle
yanıt verir :
Türk on düşmana bedeldir” yazısı vardır. Mustafa Kemal, çağırdığı subaya “—Böyle mi?” diye sorup, öyle olduğu yolundaki cevabı alınca, şöyle
yanıt verir :
“— Hayır,
bence öyle değildir. Bir Türk Dünya’ya bedeldir”154.
Bu söz, bu
zamana kadar Türklük hakkında aşağılamalara kadar varan bir düşünüş ve
inanışın, Türk’ün Çanakkale, Sakarya, Dumlupınar’da kahramanca mücadelesinin ve
kuvvetinin yanıtıdır. Bilindiği üzere, Osmanlı İmparatorluğu’nu kuranlar
Türklerdir. Ancak, Türkler daha sonra, imparatorluk seviyesine yükselen ve üç
kıtada hüküm süren, çeşitli ırk, din, dillere mensup toplulukları içinde
barındıran bu kozmopolit toplumda kuruluştaki benliklerini, kuvvetlerini
kaybetmişlerdi. Ticari olanakları, kapitülasyonlar nedeni ile Avrupalılara ve
azınlıklara kaptırdıktan sonra, uzun süren savaşlarda Türk halkını yorarak, Türk’ün
ticaretle uğraşamaz hale gelmesine neden olmuşlardır. Osmanlı ticaretinin büyük
bir bölümü, askerlik yapmayan azınlıkların eline geçmiştir. Osmanlı ticari ve
ekonomik kaynakları, batı emperyalizminin sömürü düzeninde, onların isteğine
göre işler olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu, İslam Devleti olması nedeniyle de,
başlangıçta öz Türkçe olan dili, sonradan bozulmuş, Arapça ve Farsça,
Türkçe’den oluşan ve Osmanlıca denilen bir dil saray ve devlet kademelerinde
geçerli olmuştu. Giysiler ise, daha çok Arap kökenlidir. Görüldüğü üzere,
imparatorluk büyüdükçe, milli kökenden uzaklaşılmış, ancak, yönetici zümrenin
çoğunluğu Türk, ama, savaşan ve ömürlerini savaş alanlarında tüketen de
Anadolu halkı olmuştur. Türklere bürokratik işler kalmış, taşradaki halk ise
savaş alanlarında tükenir olmuştur. XIX. yüzyılda, artık, eski benliğinden git
gide kopan Türklük, adeta, bir alay konusu haline gelmiştir. Türklük ile alay
edilir olmuştur. Birisine kızıldığı zaman “Kaba Türk” denilmiştir.
Ancak,
İmparatorluk dağılmaya başlayınca, özellikle, XIX. yüzyılın sonlarından
itibaren, Osmanlılık kavramından yavaş yavaş sıyrılınmaya başlanmış ve Türklük
şuuru etrafında toplanılmıştır. Özellikle, Anadolu’da yapılan yayınlarda öz
Türkçe kullanılmaya başlanmış, Anadolu’yu “Mübarek Anadolu, Koca Türk İli, Aziz
Vatan” diye övenlerin sayısı artmaya başlamıştır. Ulusal Bağımsızlık Savaşı
sırasında ise, Anadolu halkının gücü ve varlığı bütün dünyaya kabul
ettirilmiştir. İşte, Gazi’nin Türk’ün üstünlüğünü belirten bu sözleri, Türk halkının
varlığını, üstünlüğünü, milli devlet olmanın da bilinciyle kuvvetlendirmek
amacı ile söylenmiştir. Bu ulusal varlığı kuvvetlendirici sözler, Gazi
tarafından bundan sonra da sık sık söylenecektir.
Gazi, 24
ağustosta yeni yapılan memleket kütüphanesini de gezmiş, burada çok az kitap
olduğunu görünce, beş yüz lira bağışta bulunmuş, sarık meselesi görüşülürken
de “—Sarığı selahiyatdar olmayana sardırmamalı..Sonra vazifelerini yaparken
sarmalı..” demiştir155.
Kastamonu
belediye binasında kaza ve nahiyelerden gelen heyetleri ve kuruluşları mareşal
üniforması ile kabul eden Gazi, onların dertlerini dinlemiştir. Herkes de,
devlete ve devletin en büyük yöneticisine karşı büyük bir saygı, sevgi ve umut
hisleri vardır. Gazi, burada bir konuşma yaparak medeniyetin üzerinde
durmuştur: “Biz medeni olmalıyız. Fikrimiz ve zihniyetimiz, tepeden tırnağa
değişmelidir” diyerek İslam ve Türk dünyasında medeniyetin emrettiği
yüksekliğe ulaşılmadığından ıstırap içinde bulunduğunu da açıklamıştır. Bu
arada fesli olan birisinin fesini de çıkarttırmıştır. Gazi, belediyeden sonra
hükümet binasına gelmiştir. Bu arada yolda herkes fesini çıkarmıştı. Kastamonu
Müftüsü de sarığını çıkardı. Mustafa Kemal, Müftü’ye, İslamda kıyafetin
şeklini sorduğunda, İslamda kıyafetin şeklinin olmadığı, kıyafetin çıkara ve
gereksinmeye göre değişebileceği cevabını almıştır156.
24 ağustos
günü, Mustafa Kemal-halka hitaben yaptığı konuşmada (belediye dairesi önünde)
bir terziye şalvarlı elbiseler mi, yoksa uluslararası kıyafetler mi ucuz sorusunu
sormuş ve uluslararası elbiselerin daha ucuz olduğu cevabını alınca, bu
elbiselerin ucuz, basit olduğunu belirtmiştir. Bir esnafa da fesini göstertmiş
ve “İşte içinde takke, üzerinde abani sarık fes. Bunların hepsinin ayrı ayrı
parası ecnebilere gidiyor…” diyerek düşüncesini ifade etmiştir157.
Gazi, 25
ağustos günü, öğleye doğru, Kastamonu’dan İnebolu’ya hareket etti. İnebolulu
gençler, Gazi’yi gemici oyunları oynayarak karşıladılar. Ertesi gün, 26
ağustosta, mareşal üniforması ile yürüyerek belediye binasına gelir ve orada
heyetleri kabul eder, memurlarla konuşur.
26
ağustosta, İnebolu’da kaldığı evin önünde yaptığı konuşmada, şimdiye kadar
yaptığı atılımları millet ve memleket çıkarı için yaptığına, halk ile ilişki
kurarak onların isteği üzerine bunları gerçekleştirdiğini belirterek “Şimdiye
kadar yaptığımız işlerde aldığımız kararlarda aldandığımız ve millet aleyhine
çıkan hiçbir şeyimiz yoktur” deyince, salon kendisini tasvip eden “Asla
aldanmadınız, asla! Asla” haykırışları ile çınlamıştır158.
Mustafa
Kemal, 28 ağustos günü sivil elbisesi ve elinde panama şapkası ile İnebolu
Türk Ocağına yürüyerek gitti. Burada yaptığı konuşmada, memleketin başında bir
dakika olsun sultanın, halifenin bırakılmasının eğitimin mektep ve medrese diye
ikiye ayrılarak bölünmesine neden olacağını, bunun doğru olup, olmadığı
sorusuna asla diye bağırarak kendisine cevap verilmesi ile memnun olur159.
Bütün bunlar gösteriyor ki, Gazi’nin yaptığı inkılaplarda ve bunların
yürütülmesinde halk ile Gazi bütünleşmiştir. Türk milleti, Türkiye’nin
çağdaşlaşması, medeniyet dünyasında yerini kazanmasında O’nun yaptıklarını
tasvip etmektedir.
Gazi, daha
sonra, medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkının bunu aile hayatı, yaşayış
tarzı ile göstermesinin gerektiğini belirterek “Bizim kıyafetimiz milli
midir?” diye sorar. “Hayır” seslerini duyduktan sonra “Bizim kıyafetimiz medeni
ve beğenilmeli midir?” diye sorar, gene “Hayır, hayır” diye haykırışları
duyunca:
“— Size
iştirak ediyorum. Tabirimi mazur görünüz. Altı kaval, üstü şişhane diye ifade
olunabilecek bir kıyafet ne millidir ve ne de beynelmileldir” der. Sonra, Türk
ulusuna gereken kıyafeti açıklar:
— Ayakta
iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve
bittabi bunların mütemmimi (tamamlayıcısı) olmak üzere başta siperi şemşli
serpuş, bunu açık söylemek isterim. Bu serpuşun ismine şapka denir. Buna caiz
değildir diyenler vardır. Bunlar cahillerdir. Onlara sorarım. Yunan serpuşu
olan fesi giymek caiz olur da, şapkayı giymek niçin caiz olmaz”160.
Gazi
hazretleri, artık düşündüklerini söylemiştir. O, şapka ve kıyafet inkılabını,
Kastamonu ve İnebolu’da başlatmıştır. Üç gün İnebolu’da kaldıktan sonra 28
Ağustos 1925 günü Kastamonu’ya hareket eder. 29 Ağustos’ta Kastamonu
Kışlasındaki yemekte “Milleti sevk idare edenlerin dayanağının ordu olduğunu
söyler. Türk halkının teşkil ettiği ordu olmasaydı, Ulusal Bağımsızlık Savaşı
kazanılamaz ve savaş sonrasında sınırlarımızın korunması, inkılapların
pekiştirilmesi mümkün olamazdı. Ancak, Türk inkılaplarının asıl sahibi Türk
halkıdır. Ordu hakkındaki düşüncelerinden sonra, Gazi Türk milleti için “Türk
milletinin son senelerde gösterdiği harikaların, yaptığı siyasi ve içtimai
inkilapların hakiki sahibi kendisidir” der. Gerçekten de Türk milleti, ordusuyla,
basınıyla, köylüsüyle, şehirlisiyle bir bütün olarak çalışmıştır ve
çalışacaktır. Bütün bu hareketler omuz omuza çalışmanın sonucu gerçekleşmiştir.
Gazi, 30
Ağustos 1925’de, Türk Ocağını ziyaretten sonra, Halk Fırkası Merkezine gelir
ve burada irticaya çatarak, halkı bu konularda aydınlatıp, gerçek yolun ilim
yolu olduğunu açıklar. Mustafa Kemal, Halk Fırkası binasında partililerle
yaptığı bu konuşmasında, yetkili olmayan kişiler, dini yetkilere sahip
kişilerin aynı giysiyi giymelerinin mahzurlarını belirttikten sonra, milli
giysinin nasıl olması gerektiğini uzun uzadıya izah etmiştir:
“İnebolu’da
ve diğer yerlerde söyledim. Bugünün meselesi gibi mütalaa edileceğinden burada
da bahsetmek isterim. Her milletin olduğu gibi bizim de milli bir kıyafetimiz
varmış, fakat gayri kabili inkardır ki taşıdığımız kıyafet o değildir. Hatta
milli kıyafetimizin ne olduğunu bilenler içimizde azdır bile. Mesela karşımda
kalabalığın içinde bir zat görüyorum (eliyle işaret ederek). Başında fes, fesin
üstünde bir yeşil sarık, sırtında bir mintan, onun üstünde benim sırtımdaki
gibi bir ceket, daha alt tarafını göremiyorum. Şimdi bu kıyafet nedir? Medeni
bir insan bu alelacaip kıyafete girip dünyaya kendine güldürür mü? (evet
güldürür sadaları)”, Gazi daha sonra devlet memurlarının bütün milletin
giysilerini düzelteceğini, denenmiş medeni giysilerin giyileceğini açıkladıktan
sonra, kadınların giysilerinin gülünçlüğünü de şöylece ifade etmişti:
“Bazı
yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya bir peşte-mal veya buna
mümasil (benzer) bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen
erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın mana
ve medlulü (anlam ve işareti) nedir? Efendiler, medeni bir millet anası, millet
kızı bu garip şekle, bu vahşi vaziyete girer mi? Bu hal milleti çok gülünç
gösteren bir manzaradır. Derhal tashihi (düzeltilmesi) lazımdır”. Gazi daha
sonra, memleketteki cemiyetlerin milleti bu konuda aydınlatması ve ciddi
suretle ilgilenmelerini önerdi. Daha sonra milletle temastan ve kendisine
gösterilen ilgiden büyük bir memnuniyet duyduğunu ifade etti161.
Mustafa Kemal, böylece, milli giysinin nasıl olması gerektiğini, şimdi giyilen
giysinin milli olmadığını halka anlattığı gibi, görevlilerin de bu konuda halkı
aydınlatmasını istemekle, giysi konusunda önemli bir adım atmış oluyordu.
Halkın da konuşmalarında Gazi’yi onaylaması, halk ile Gazi’nin aynı fikir
doğrultusunda olduğu ve bu inkılabın benimsendiğini göstermektedir.
Gazi
hazretleri, 31 ağustos günü, Kastamonu’dan Ankara’ya doğru hareket etti.
Kastamonu’dan hareket ederken de, Kastamonu halkına “Bu samimiyet kitlesi
karşısında ifade-yi meram edebilmek çok güçtür. Biliyorsunuz samimiyetin
lisanı yoktur. Samimiyet kabil-i ifade değildir” dedikten sonra, burada
gördüğü samimiyet ve gösteriyi hiç unutmayacağını belirterek “Mecburiyet-i
katiye olmasaydı, şimdi buraya dönerdim” dedi. Kastamonu halkına Gazi öyle bir
sevgi bağıyla bağlanmıştır ki, uzakta olsa dahi kalben onlarla birlikte
olacağını “Teminat veririm ki, burada bulunmadığım ve birkaç yüz kilometre
mesafede bulunduğum halde bile yine sizin içinizde imiş gibi mütehassıs
olacağım” diye ifade etmişti162.
Gazi,
Çankırı’ya geldiğinde halk kendisini büyük bir heyecanla, ikinci kez karşılar.
O, Hükümet Konağında heyetleri kabul eder. Çankırı’da akşam yemeğinde konu
gene medeniyet ve inkılaplar üzerine toplanmıştır.
1 Eylül 1925
günü, Gazi, Ankara’ya döndüğünde, devlet büyükleri tarafından ellerinde şapka
olduğu halde karşılanır ve O karşılayanları şapkası ile selamlar. Birlikte
fotoğraf çektirilir. Böylece ilk şapkalı fotoğraflar ortaya çıkmış olur163.
Herhangi bir yasa çıkarılmadığı halde, herkesin şapka giymeye başlaması
milletin bu inkılabı ne kadar çok benimsediğini göstermekteydi.
Mustafa
Kemal, giysi inkılabında bir zorlamanın gerekmediğine, milletin bunu
kendiliğinden kabul edeceğine inanmakta idi. Nitekim, bu düşüncesini, 31
ağustosta İskilip’ten gelen heyete de şöyle açıklamıştı:
“Kılığın
uygar bir şekle sokulması için kanun gerekli değildir. Millet karar verir,
yapar… Biz de uygar kılığın bütün ayrıntılarını kabullendik. Memurlar ve
mebuslar, bunu gereği gibi uygulayarak halka rehberlik etmelidirler” 164.
Şapka ve
kıyafet konusunda önceleri hiçbir kanun hazırlanmamıştır. Ancak, 2 Eylül 1925 günü,
memurların şapka giymesi ve dini görevlilerin giysileri ile ilgili bir hükümet
kararı çıkarılmıştır. Bu tarihte, din ile ilgili giysilerin ancak din işleriyle
uğraşanlar tarafından giyilmesi ile ilgili karar Bakanlar Kurulu tarafından
imza edilmiş ve bütün devlet memurları için de şapka giymeleri kararı
alınmıştı. Bu kararın 5. maddesinde, bina dışında ilmiye mensuplarının dini
elbise ile dolaşamayacakları, 6. maddeye göre de, ilmiye sınıfının dışında
olanların dini elbise giyemeyecekleri açıklanmaktaydı. Devlet memurları ile
ilgili maddelerin ikincisinde “Binalar dahilinde (içinde) başı açık bulunmak
kaidedir. Selam teatisi baş işareti ile olur. 3. madde binalar dışında selam
teatisi şapka ile olur” denilmekteydi. Kararnamenin altında, başta Türkiye Cumhurbaşkanı
Mustafa Kemal olmak üzere Başbakan İsmet İnönü, Milli Savunma Bakanı Vekili
Receb, Adliye Vekili Mahmud Esad ve diğer bakanların imzaları bulunmakta idi165.
Böylece, memurların bina içinde başı örtülü bulunmaması kesin olarak karara
bağlanmıştır. Ancak, bu henüz kararname durumunda olup, yasa haline getirilmesi
ve kabulü 25 Kasım 1925’de gerçekleşecektir. Konya Milletvekili Refik Koraltan
ve arkadaşları kasım ayında, şapkanın milli serpuş olması için meclise bir yasa
tasarısı verdiler. Çünkü, halk şapka ve giysi inkılabını benimsemişti.
21 eylülde
İzmit’e, 22 eylülde Bursa’ya geçen Mustafa Kemal, Bursalıların kendisini
hiçbir yasa hükmü olmadığı halde şapka ile karşılamalarından memnun olmuş ve
şapkanın benimsenmesi için halka telkinde bulunmuştur. 23 Eylül 1925’de Bursa
Türk Ocağı’nda yaptığı konuşmada şapkanın önemi ve güzelliğini şöylece
vurgulamıştı:
“Güzel bir
serpuş olan şapkadan pek az bir müddette dervişler, mürit
ve hoca da memnun kalacaklardır… Bugün şapkayı giydik. Bundan bir
çok ecnebiler memnun olmuşlardır. Çünkü, onlar başlarındaki şapka ile
bizden fazla birçok imtiyaza (ayrıcalıka) malik olmuşlardır… Hanımlar da
erkekler gibi şapka giymelidirler. Başka türlü hareket etmemize imkan
yoktur. İşte size bir misal: Bu başla medeni bir hanım Avrupa’ya gidip
insan içine çıkamaz..” 166.
ve hoca da memnun kalacaklardır… Bugün şapkayı giydik. Bundan bir
çok ecnebiler memnun olmuşlardır. Çünkü, onlar başlarındaki şapka ile
bizden fazla birçok imtiyaza (ayrıcalıka) malik olmuşlardır… Hanımlar da
erkekler gibi şapka giymelidirler. Başka türlü hareket etmemize imkan
yoktur. İşte size bir misal: Bu başla medeni bir hanım Avrupa’ya gidip
insan içine çıkamaz..” 166.
Gazi,
8.10.1925’de Balıkesir’de halka hitap ederken de, milleti eski giysilerde
bırakanların, onları alay edilir duruma soktuklarını, kendi gafletlerinden
safsatalarla uğraştıklarını ifade etmek suretiyle halkını aydınlatmıştır:
“Arkadaşlar,
Türk milletini şimdiye kadar taşıdığı püsküllü yadigarın medlulü (işareti) gibi
telakki edenler elbette çok aldanmışlardır. Gerçi milleti kirlilik ve
cehaletin nişanesi gibi telakki edebilecek şekil ve kıyafette bırakarak,
cehaletin istihza ve istiskaline (alay ve soğuk muameleye) uğramakta mana
yoktu. Bu gaflette bulunanlar ve bütün milleti kendi gafletlerine tabi’ kılmak
için hatıra gelen ve gelmeyen bimana (manasız) safsatalara istinat edenlerin
hataları büyüktür…”16?.
10 Ekim
1925’de Akhisar Türk Ocağı’nda ise, şapka giyip, giymemenin tartışmasının
yapılamayacağını, şapkanın da, medeniyetin diğer eserlerinin de alınacağını
ifade etmiştir:
“İnkılabın
temellerini her gün derinleştirmek, takviye etmek lazımdır… Bütün safsataları
bertaraf etmek lazımdır. Şapka giyelim mi, giymeyelim mi gibi sözler
manasızdır. Şapka da giyeceğiz, garbın her türlü asar-ı medeniyesini de
alacağız. Efendiler, medeni olmayan insanlar medeni olanların ayakları altında
kalmaya maruzdurlar…”168.
Marmara
gezisi sırasında, Gazi şapka inkılabının halk tarafından benimsendiğini
görmekten dolayı büyük bir memnunluk duymuştur. 29 eylülde Bursa’da şapka inkılabı
lehinde büyük bir miting yapıldığı gün kendisi Çekirge semtinde istirahatta
bulunuyordu169. Artık her yerde şapka giyilmeye başlanmıştı. Gazete
haberlerine göre, Maraş’taki bütün memur ve görevliler şapka giymişlerdi 17°.
Konya’da ise medeni giysiler giyilmeye başlanmıştır. Gazi hazretleri bundan
duyduğu memnunluğu Babalık gazetesine bir demeç vererek 22 ekim’de şöyle dile
getirmişti: “Çalışkan ve uyanık Konyalıların, bilhassa medeni kisvenin
iksasında (medeni elbisenin giyiminde) gösterdikleri tehalük (heves) ve
hassasiyet ayrıca şayan-ı kayıt-tır”171.
Mustafa
Kemal Paşa, bu gezileri sırasında, halkın şapka ve giysi inkılabını
benimsediğini görmüş ve bu konuda yasa çıkması için gerekli hazırlıkların
başlaması direktifini vermişti. Nihayet, Konya Milletvekili Refik ve birkaç
arkadaşının teklif gerekçesi şapka noktasında toplanmaktaydı ve “Aslında hiçbir
öneme sahip olmayan başlık sorunu, çağdaş uygar uluslar ailesi içine girmeye
kararlı Türkiye için özel bir değere sahiptir” denilmekte ve çağdaş uygar
ulusların tümünün şapka giydiğine işaretten sonra, şapkanın giyilmesi ile
herkese örnek olunacağı açıklanmaktaydı. Yasa teklifinden önce, esasen
İstanbul’da şapka giyimi çok yaygınlaşmıştı. 6 Ekim 1925’te, İstanbul’un
kurtuluşunun üçüncü yıldönümü kutlanırken, hamallar ve kayıkçılar derneklerinin
de katıldığı büyük kortejde, fes ve kalpağın atıldığı, şapkanın giyildiği
gözleniyordu. Beyoğlu’ndaki şapkacı dükkanlarının önünde şapka alabilmek için
büyük kuyruklar oluşmaktaydı. Coşkunluk Trakya ve Batı Anadolu yörelerine de
yayılmıştı. Bütün köy muhtarları toptan şapka alır olmuşlardı. İzmir’de
haftalarca bu konuda canlı alışveriş olmuştu. Seçkin Türk aydınları bu inkılabı
çabucak benimsemişlerdi. Doktorlar, avukatlar, gazeteciler ve Avrupa’da eğitim
görmüş olanlar ile diğer aydınlar şapka giymeye başlamışlardı172.
Görüldüğü
üzere, şapka giyme zorunluluğu olmadığı halde, halk böyle bir yasa ve zorlama
olmadan şapkayı sevmiş ve giymeye başlamıştı. Yasa tasarısını inceleyen
İçişleri Komisyonu da “Esasen ulusumuz bu gereği anlayıp genellikle şapkayı
giymekte olduğundan” gerekçesini belirtip, tasarıyı Meclis’e sevk etti.
Ancak, 25
kasımda yasa tasarısı görüşülürken, Bursa Milletvekili Nurettin Paşa bir
önerge vererek, giysi konusunda Bakanlar Kurulu’nun yetkisi bulunmadığını,
Kurulun kararnamesi ile yetkilerini aştığını, “Eğer şapka giyilmesi bir kanun
meselesi değilse, bu kanun teklifinin nazarı dikkate alınmasına sebep kalmaz”
demiştir. Ayrıca, Nurettin Paşa, milletvekillerinin memur olmadıklarını,
halktan biri olduklarını bu yüzden şapka giyme zorunluluklarının olmayacağını,
bu yasa teklifinin anayasanın 68 inci maddesindeki “Her Türk özgür doğar, özgür
yaşar” maddesine ve diğer maddelere aykırı olduğunu savunmuştur. Refik Bey
uygar ve çağdaş hayatın gereklerine uymanın şart olduğunu, bu önergenin yerinde
olmadığını belirtmiştir. Adalet Bakanı Mahmut Esat, Türk memurlarının şapka
giymesi için kararname çıkarmak hususunun Bakanlar Kurulu’nun yetkisi içinde
olduğunu, Kars Milletvekili Ağaoğlu Ahmed, şapkanın kabulü ile anayasanın
pekiştirileceğini, Muş Milletvekili İlyas Sami Bey, Nurettin Paşa’yı hedef
tutarak “Amacı Bursalıları savunmak ise, Bursalılar da şapka giymişlerdir,”
demiştir. Bu konuda diğer konuşmacılar da Nurettin Paşa’ya çatmışlardır. Necati
Bey-İzmir): “…Türk milleti, kendi kalbinden doğan bir istekle başına şapkayı
giymiştir. Bunu eleştirmek, milli vicdanı incelememektir,” demiş Milletvekili
Hakkı Tank Bey, Nurettin Paşa’nın şapkanın aleyhinde söyleyecek söz
bulamadığını ifade etmiş, daha sonra verilen yeterlilik önergesinden sonra,
yasa oylanmış ve devlet memurları ile görevlilerinin şapka giymesi 25 Kasım
1925’de kabul olunmuştur.
Sıra dinsel
giysilere gelmişti. Dinsel kılığın yalnızca din adamları tarafından giyilmesi
için, henüz yasa çıkmadan önce, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Başkanı,
Balıkesir Müftüsü, Tokat Belediye Başkanı, Trabzon Cumhuriyet Halk Partisi
Mutemedi, Beyşehir Doğanbey Belediye Re-isi’nden kutlama telgrafları gelmiş idi173.
Nihayet, 30 Kasım 1925’te, dini memurlar için Hükümetçe tespit edilen giysileri
yetkisiz ve izinsiz giyenlerin cezalandırılması yasası çıkarıldı.
Türkiye’nin
ilk şapka fabrikası Karamürsel’de kuruldu. Basında şapkanın övgüsünü
sütunlarında dile getirmekteydi. Şapka ve kasket stokları süratle tükeniyordu.
Yasadan sonraki birkaç gün içinde, yüzlerce kişi şapka bulamadığından başı
açık dolaştı174.
Fes
yasaklanmış, ama, çarşaf giyilmesini yasaklayan hiçbir yasa çıkarılmamıştı.
Ancak, yöresel nitelikte alınan kararlarla, Gazi’nin başlattığı reformu
eleştirenlere karşı cezai yaptırımlar getirilmiştir. Bersin’de Belediye,
Trabzon’da İl Genel Meclisi kadınların çarşaflı olarak sokağa çıkmasını
yasaklamıştır. 1926’da oy birliği ile alınan bu kararlar halka bildiri ile duyurulmuş
ve çarşafın sakıncaları, özellikle; kötü niyetli kadınların kendilerini
gizlemek için bunu kullandığı ileri sürülmüş, polisin çarşaflı gördüğü herkesi
en yakın karakola götürmesi konusunda emirler verilmişti. 1927 ocağında Rize’de
de bu yolda bir karar alınmıştı. Bu tip önlemlerin diğer şehirlerde de
alındığını görmekteyiz. Diğer taraftan çarşaf lehinde propaganda ve konuşma
yapanlara da cezalar uygulanmaya başlanmıştır. Şeyh Musa, 1935’de İstanbul’daki
vaazlarında Cumhuriyet rejimini ve çarşafın kaldırılmasını eleştirdiği için
ceza mahkemesine çıkarılmıştı. Bu tip hareketlerden dolayı 1930 ile 1935
arasındaki yıllarda uygulamalar ve yaptırım cezaları sürmüştür175.
Şapka
aleyhinde bazı yobaz ve eskiye tutkun kişilerin hareketleri de görülmüştür.
Meclis’te Nurettin Paşa’nın konuşmasının bunları yanlış yola sevk ettiği de
düşünülebilinir. Olaylardan ilki Erzurum’da 24 Kasım 1925’te ortaya çıkmıştı.
Bazı gericiler, valinin önüne gidip, gösteriler yaptılar. Hükümet kuvvet
kullanarak gösteriyi dağıttı, göstericiler tutuklandı. Erzurum vilayetine bağlı
yerlerde de bazı gerici kışkırtmalar olduğu anlaşılınca, Hükümetçe buralarda
bir ay süre ile örfi idare ilan edildi.
Erzurum’daki
olayları planlayan ve otuz üç kişinin hüküm giymesine sebep olan olayları Gavur
İmam adlı bir hoca ile Hoca Osman adlı şahıslar idi. Diğer illerde de bazı
menfi propagandalar olmuştur. Bu propagandalarda kadınların namuslarının
zedelendiği şeklinde akla hayele gelmeyen uyduruk sözler söylenmekte idi. Bu
olaydan bir gün sonra, şapka giyilmesi ile ilgili yasa Büyük Millet
Meclisi’nden geçmiştir. Ancak, tasarının aleyhinde, Hükümet Kararnamesi’nden
sonra tasarının kabulünden önce başka yerlerde de gösteriler olmuştu.
14 kasımda
Sivas’ta İmam-zade Mehmet Necati ve arkadaşları şapka inkılabı aleyhine ve
Hükümete hakaret sözleri bulunan bir beyanname yapıştırmışlardı. Bu konunun
içinde yer almış olan otuz iki kişi mahkûm olmuş, iki kişi de sürülmüştü. 22
kasımda Kayseri’de Mekkeli Ahmet Ham-di ve arkadaşları, Nakşibendi olduklarını
ileri sürerek, kışkırtıcılıkta bulunmuşlar, Mekkeli olduğunu iddia eden Ahmed
Hamdi, herhangi bir olay çıkmadan mahkemeye verilmişti. 25 kasımda Rize’de, bir
iki hocanın elebaşılığı ile, Hükümetin dinsizliğe gitmesini önlemek için
yapılan hareket derhal bastırılmış, Rize’ye giden İstiklal Mahkemesi
elebaşılardan sekiz kişiyi idama mahkûm etmişti. Kanun çıktıktan sonra 26
kasımda Maraş’ta İbrahim Hoca, camide başına topladığı bazı kişilerle Hükümet
aleyhine gösteriler yapmak istedi, ancak, yakalanarak Ankara İstiklal
Mahkemesi’ne gönderildi. Şükrü ve Hasip adlı kişilerin Maraş’ta gösterileri
önlenmiş, bunlar da Maraş’ta tutuklanmışlardır. 4 aralıkta ise, Giresun’da,
Muharrem adlı bir hocanın elebaşlığında, gene şapka inkılabı aleyhine bir
gösteri yapılmış, ama, bu da hemen bastırılarak, elebaşılar ile isyana katılanlar
mahkemeye sevk edilmişlerdir176.
Daha sonra,
bu kişiler ve başka yerlerde bu tip şapka inkılabı aleyhinde gösteri
yapanların duruşmalarına İstiklal mahkemeleri bakmaya devam etmişlerdir.
Bunların bir kısmı suçsuz görülerek beraat etmişlerdir. Örneğin, Çerkeş’de cami
kapısına şapka aleyhinde beyanname yapıştırmak suçuyla yargılanan Hoca Ahmet
Efendi’nin muhakemesi sonunda 3 Ocak 1926’da suçsuz olduğu anlaşılmış ve
serbest bırakılmıştır. Ancak, şapka aleyhinde harekette bulunan Tunuslu Ömer
oğlu İbrahim, tabiiyet yasasına göre yurt dışına sürülmüştür177.
Gene Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan ve suçları sabit görülen Bozkırlı
Ahmet ve Sultanyerli Durmuş hocalar üçer yıl sürgüne mahkum edilmişlerdi178.
Az önce bahsettiğimiz, 24 kasımda şapka inkılabı aleyhine harekette
bulunanların duruşması 15 Ocak 1926’da sonuçlanmıştır. Maraş’taki olaya
katıldıkları sanıyla yargılananlardan bazıları, terzilere şapka dikmelerini
söylediklerini, ancak, bu şapkalar istenilen şekle uygun olarak yapılmadığı
gerekçesiyle terzilere geri verdikleri, bu zaman süresince de zorunlu olarak
şapka giyemediklerini ifade etmişlerdir. Bir kısım sanıklar ise, mevsim
nedeniyle bağlarında ve çiftliklerinde bulunduklarından Hükümetin emirlerinden
zamanında haberdar olamadıklarını ileri sürmüşlerdi. Sonuçta, bu olayın
kışkırtıcılarından ve yönlendiricilerinden olarak şapka aleyhinde mektup alıp,
yazarak sabah namazında Maraş ulu camisinde açıkça okumak sureti ile halkı
isyana teşvik ve silahlı olarak Hükümet dairesine hücum ve hapishaneyi
boşaltmaya kışkırtan, halen firarda olan Molla İbrahim, Bayraktar Hamdi,
Kotyun Muhtarı, Nalband Ahmed’in birinci derecede suçlu oldukları
anlaşılmıştır. Kayıp olan bu kişilerden başka, mahkemede bulunan Hafız Ahmed,
Ali, Pekmezci Hacı Hüseyin’in yüzlerine karşı birinci derecede suçlu olarak
idam kararları söylenmiştir. Diğer kişiler, Süleyman oğlu Mahmut, Müezzin
Battal Mehmet, Ziraat Bankası Veznedarı Kara-oğlu Bekir, Ulu cami Hademesi
Abdullah, Resul oğlu Ahmed, Van göçmenlerinden İsmail oğlu on beş sene, Maraş
eski milletvekillerinden Hasip Bey on sene ve diğerleri daha az hapis cezasına
çarptırılarak cezalandırılmışlardır 179.
24 kasımda
Erzurum’da ve diğer yerlerde şapka inkılabı aleyhinde gösteri yapanların
mahkemeleri de 2 Şubat 1926’da sonuçlanmıştı. Bunların, elebaşılarından Hacı
Osman’ın, Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca’nın, Necip Ali’nin idamlarına,
İskilibli Atıfın, Erzurumlu Hacı Osman’ın Mehmed’in, Telgraf Müdürü Halid’in,
Yusuf, Kenan efendilerin üç seneden on beş seneye kadar kürek cezasına,
bazılarının hudut dışına sürülmesine, bir kısmının da (Ispartalı Hüseyin,
Kardeşi kitapçı mihriban, İhsan v.b) beraatlerine karar verilmişti180.
3 şubat günü, İskilipli Atıf Hoca ve eski müftü Ali Rıza idam edildiler. Bir
kısmının ise mahkemelerine devam edildi181.
Şapka
aleyhinde olan hareketler eskiye özlem duyan, bir türlü yenilikleri
hazmedemeyen, çağdaş devlet anlayışına uzak düşen düşüncelere sahip bazı
kişiler tarafından gerçekleştirilmiş idi. Ancak, bunlar toplumca benimsenmiş,
desteklenmiş, hoş görülmüş olaylar değildi. Verdiğimiz bilgi ve örneklere
dikkat edilirse, Mustafa Kemal’e her gittiği yerde, Kastamonu, İnebolu, Bursa,
Balıkesir, Konya ve diğer yerlerde şapka ve giysinin benimsendiği yolunda
halktan gelen istekler mevcuttu. Hatta, Bursa’da bu konuda bir de miting
yapılmıştı. Halk, üç beş geriye dönük kafalı hoca ve imamın bu hareketlerini
hoş karşılamıyordu. Gazi’nin ilerisi için düşüncelerine halk da ortak
çıkıyordu. Halk bu kışkırtıcı gerici kişileri düşünce ve inkılapları kabul ediş
yönünden kat kat aşmış, eski sistemin bir daha geri gelmemesini arzu etmiş
olduğundan, doğal olarak bu hareketler desteksiz kalacaktı. Gazi’nin dayanağı
halktı. Halk bu tür gerici olayları bir türlü kabullenmiyor ve bu tip
hareketleri benimsemediğini Ankara’ya gönderdiği telgraflar ile de
açıklıyordu. Örneğin, Erzurum Belediye Başkanı Nafiz ve şehrin diğer ileri
gelenleri ortaklaşa imzaladıkları telgrafta, ayaklanmaya, kışkırtmaya,
gericiliğe yönelik bu hareketi nefretle karışladıklarını, Erzurum’un temiz
halkının bu üzücü olaydan ve kendisine yapılan iftiradan dolayı üzüntü
duyduğunu, bu lekeye sebep olanların en ağır bir şekilde, tertipçilerin de idam
ile cezalandırılmalarını yürekten dilemekteydiler182.
Türk halkı
ileriye atım atmaktan, inkılaplardan, medeniyetten yana idi. Hareketleri ile de
bunu göstermişti. Artık durmamak, sürekli ilerlemek, geriye bakmamak gerekti.
Medeni eserler meydana konulurken halkın bunlara sahip çıkması şarttı. Geriye bakmak
doğru olamazdı. Mustafa Kemal, bunu 30 Ağustos 1924’de, Dumlupınar’da şöyle
ifade etmişti:
“…Medeniyet
yolunda yürümek ve muvaffak olmak, şart-ı hayattır. Bu yol üzerinde tevakkuf
edenler (bekleyenler) veyahut bu yol üzerinde ileri değil, geriye bakmak cahil
ve gafletinde bulunanlar, medeniyet-i umûmi-yenin huruşan seli (bağırıp, şamata
edenlerin seli) altında boğulmaya mahkûmdurlar…”183. Gazi’nin
medeniyet ve ilerleme yolundaki düşünceleri böyle idi. O, yeni Türk Devletini
çağdaş devletlerin arasına sokmak istiyordu. Halkı da kendi düşüncesinde
olduğu için inkılaplar yerine oturmuş ve Türkiye dünya devletleri arasında
yerini bulmuştur. Her ne kadar çarşaf giyilmemesi hakkında yasa çıkartmamışsa
da, sürekli olarak belirttiğimiz sözleri ile çarşafa karşı, bunun gülünç bir
giysi olduğunu çeşitli konuşmalarında belirtmiş, memurlara ve her çeşit devlet
görevlilerine halkı bu konuda uyarmaları konusunda direktiflerini vermişti.
Bunun sonunda da, pek çok il çarşafı yasaklamıştı. Esasen, diğer illerde bu pek
giyilmemekteydi. Türk halkı Gazi’nin uyarıları ve telkinleri ile, modern ve
çağdaş dünyanın kullandığı giysileri giymeye ve dünya devletleri arasında
yerini almaya özen gösterdi. Hiç şüphesiz, memurlar ve dini görevliler için
şapka giyimi ve giysi yasasının çıkması, bütün halk için örnek olmuştu. Yeni yetişen
gençlik ve aydınlar, Atatürk’ün inkılabını anlamış ve O’nun sözlerini içinde
duyarak ve yaşatarak, giysi konusundaki isteklerini yerine getirmişlerdir.
Atatürk’ü anlamak ve sevmek demek de, esasen biraz da bu demekti. Şapka ve
giysi inkılabı artık tutmuştu. Diğer inkılaplara geçmek zamanı artık gelmişti.
Şapka inkılabı
daha çok İstanbul, Bursa ve ancak bazı büyük şehirlerde, o da, önce memurların
giymesi ile uygulanmaya başlamış, hatta, şapka giyilmesi lehinde Bursa’da bir
de miting yapılmıştı. Mustafa Kemal, bu hususları 30 Eylül 1925’de, Başbakan
İsmet İnönü’ye çektiği telde açıklamaktaydı. Bu telde, Mustafa Kemal “Şapkanın
İstanbul’da ve diğer şehirlerde henüz ekseriyetle memurin kısmına münhasır
olduğu anlaşılmaktadır. 27 eylülde Bursalıların umûmen şapka iksası hakkındaki
yaptıkları miting ve daha sonra alınan karar ile şapkanın köylere kadar
yayıldığını, bu konuda mitingler yapılmasının yararlı olacağına” işaret
etmekteydi184.
Artık birçok
nahiye ve köylerde şapka giyilmeye başlanmış, fesler artık bir kenara
bırakılmıştı. Bu konuda Mustafa Kemal’e çeşitli yerlerden olumlu telgraflar
gelmekteydi. Bergama’nın Dedikler nahiyesinin Müdürü Refet, Mustafa Kemal’e
çektiği gizli mahreçli telde, halkın aydınlatılması sonucunda feslerin
kaldırıldığını, merkez nahiye ve köylerde şapka giyimine başlandığını
açıklamakta ve “Türkiye’nin her tarafında tatbik edilmek üzere iradelerini
sabırsızlıkla intizar ve muhterem ellerinizden öperim” demekteydi 185.
Görüldüğü
üzere, şapka inkılabı artık her yerde benimsenmeye başlamış olup milli bir
giysi olmayan fes bir tarafa bırakılmaya başlanmıştır. Çok kısa sürede bu inkılabın
tutmasının nedeni, halkın Mustafa Kemal’in bu konudaki direktiflerine ve
görüşlerine inanıp, güvenmesinden ve böylece batı dünyasına bir adım daha
yaklaşmak istemesinden kaynaklanmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder