Bu yazı ile
sizlere sunduğum konunun dört özelliğine işaret etmek isterim. Birincisi,
Atatürk’ün hayat hikayesinde az işlenmiş bir konuyu ele almış olmam, ikincisi,
rahmetli Latife Uşaklıgil Hanımefendi (1898-1975) ile konuşabilmiş tek gazeteci
bulunmam, üçüncüsü anlatacaklarımın mühim kısmını, Latife Hanımefendi’nin
sağlığında yayınlamış olmam’ ve dolayısiyle söyliyeceklerimin tamamiyle
hakikate uygun oluşunda tereddüt edilemiyeceği, dördüncüsü de 1950 yılında,
bazı sebeplerden dolayı yazmamış olduklarımı açıklamamdır.
1950
yılında, “Zaman” isimli günlük bir gazetede türlü kaynak ve şahıslardan
derlediğim bilgilerle Atatürk’e ait hatıralar yayınlıyordum. Bir gün gazetenin
sahibi Feridun Dirimtekin, beni çağırdı ve Latife Hanım’a ait kısımları
kesmemi, kendisinin telefon ederek çok ağır konuştuğunu sözlerine ilave etti.
Yazılarım büyük ilgi uyandırmıştı. Herhalde yazıların kesilmesini patron da
istememiş olacak ki: “İstersen, kendisini ziyaret ederek müsaade al!” dedi.
Telefonla
randevu almadan red ederse ikinci bir teşebbüs yapamam düşüncesiyle-
Ayazpaşa’daki Villa Uşaklı’ nın kapısına dayandım. Büyük bir bahçe içinde,
büyük bir köşktü. Kapıcı kulübesinde “Hanımefendi’yi görmek istiyorum,
kendilerini ilgilendiren bir konu için geldim” dedim. Telefon edildi, fakat
ziyaretimin sebebi ısrarla istendi. Ben de mecbur oldum, zaman gazetesinden
geldiğimi söyledim. Kapıcının aldığı cevap müspet idi. Beni, köşkün salonuna
kadar götürdü.
Latife
Hanım’ın, birçok gezilerde, Atatürk ile beraber resimlerini görmüştüm, fakat
burada karşılaştığım hanımefendi, asla o değildi.
Atatürk’ten
ayrılalı 28 yıl olmuştu. Bu 28 yıl, bu asil kadının üç mevsimini de kemirmişti.
Artık ne ilkbahar ne yaz ne de sonbaharı kalmıştı. Bembeyaz karlı bir dağbaşı,
dağların uçurumlarını andıran derin kırışıklarla dolu bir yüz.
- Buyurunuz
efendim.
Yer
gösteriyor. Yanındaki uzun boylu birini :
- Kardeşim
İsmail, diye takdim ettikten sonra, nasıl kahve içeceğimi soruyor, zahmet
olmasın diyorum fakat kabul etmiyor, kahveler geliyor ve içiliyor, işte o zaman
bir gürleme, hırçın ve haykırış:
- Ne hakla
benim hayatımı yazıyorsunuz? Kim veriyor bu hakkı size? İrkiliyorum,
şaşırıyorum.. Verecek cevap bulamıyorum.
Başımı
kaldırıp yüzüne bakmaktan korkmaktayım.
O anda nasıl
geldiğini bilemediğim bir tepki ile konuşuyorum. Aklımda kalan şunlar:
-
Hanımefendi, diyorum, Atatürk’ten ayrıldığınızdan bu zamana kadar, O’na
mensubiyetinizi bütün asaletinizle muhafaza ettiniz. Türk kadınlığı, sizin
heykelinizi dikmelidir. Fakat Hanımefendi, Allah size uzun ömürler versin, siz
ölür de ben yaşarsam, sizin aleyhinizde en ağır yazıyı ben yazacağım, Siz,
Atatürk’ün en yakını oldunuz. Onun hakkında sizin bildiklerinizi kimse
bilmiyor. Onları öbür dünyaya götürmeğe hakkınız yoktur. Atatürk kimsenin
inhisarında değildir. O bizim, Türk milletinin, hatta bütün dünyanın sevgi ve
saygısını toplamıştır. Onu bütün yönleri ile bilmeliyiz. Halbuki siz onları
saklıyorsunuz.
Burada
söyliyeceklerimi, onun, Latife Uşaklıgil Hanımefendi’nin sağlığında yazmam
doğru olmazdı, şimdi anlatmaya çalışacağım. Hiddet ve şiddetle bir fırtına, bir
bora gibi coşan, haykıran insan bu defa, karin bir sesle ve ağır kelimelerle
mırıldanır gibi aynen şöyle dedi:
— Vatan
topraklarının hudutlarında, bu vatan için nöbet tutan mehmetçiklerin vatan aşkı
gibi aşkla, Atatürk hala içimde alev alev yanıyor… Ve hiç beklenmiyen, hatta
asla ihtimal verilmeyen bir değişiklikle, bu vakarlı, bu hayatın en muhteşem
günlerini yaşamış kadın, hıçkırmaya, hıçkıra hıçkıra gözyaşları dökmeye başladı.
— Seni
sevdim oğlum dedi, samimisin.. Yalnız sana bilmediğin şeyi söyliyeyim. Biz
ayrılırken Mustafa Kemal, bana: “Latif, bana asker sözü ver! Müşterek
hayatımıza dair, hiçbir gazeteci ile konuşmayacaksın.” dedi ve ben de asker
sözü verdim.
Artık cesaret
bulmuştum, konuşabilirdim:
-
Hanımefendi, dedim, asker sözünü tuttunuz. Büyük insan, fani hayata veda etti.
Siz bana değil, tarihe konuşacaksınız.
Bu
anlattıklarım, o vakit, benim için kolay olmamıştı. Biz, Atatürk’ün Altın
Devri’ni yaşıyanlar, Atatürk ile büyülenmiş gibi idik. Atatürk’ü yürür,
konuşurken bile, Onu, meçhul ülkelerden gelmiş bir mitoloji kahramanı gibi
görüyorduk.. O Altın Devir’de, onun varlığından bize, bizden ona çağlayanlar
gibi sevgi akardı.
Latife
Uşaklıgilin karşısına çıkmam da onun için yukarıda anlattığım kadar basit
olmamıştı 1950 yılında.. Müsaade ederseniz, Villa Uşaklı’ya girerken kapıldığım
duyguları o zaman yazdığım yazıdan okuyacağım:
“Bir mabede
giriyorum. İfadesi güç, imkansız duygular çemberi içindeyim Bir mabede giriyorum,
orada canlı bir tarih ile, abideleşmis bir timsalle karşılaşacağımı biliyorum,
fakat dua eder gibi nasıl konuşacağımı tahmin edemiyorum. Tıllar, uzun yıllar,
binbir hadise ile dolu yılların ardında kalmış bir sima ile karşılacağımı
biliyorum fakat, heyecanım o kadar taşkın, duygularım o kadar madde aleminden
ayrılmış ki…
Hayır diyorum hayır… Bütün dünya milletlerinin dehasında ittifak ettikleri Büyük Türk’ün ilk ve son eşi Latife, bir Sfenks gibi göçüp gitmemelidir, biz Atatürk’ün nesli, Onu vazifeye davet etmeliyiz, Onu tarihin karanlık kalmış sahifelerini aydınlatmaya davet etmeliyiz-
Dehası ve iradesi, bir sır gibi izah edilmez bir muamma halinde kalsa da Atatürk’ün fani hayatı içindeki söz ve hareketlerinin bilinmesi, bunların tarihe mal edilmesini temin etmek, Atatürk’ün Altın Devri’niyaşıyanlann gelecek nesillere karşı bir vazifesi ve mesuliyetidir.
Bu düşünce ve bu duygularla yıllar ve uzun yıllarını ardında hatıralarıyla gömülü kalmak isteyen Sayın Latife Uşaklıgil’in oturduğu Ayazpaşadaki Villa Uşaklı ‘nın kapısına geldiğim vakit heyecanım son haddini bulmuştu. Buraya sanki sokaktan geçerek, vasıtalara binerek, yorularak, nefes alarak gelmemiştim. Burada sanki her gün herkesin, hepimizin konuştuğu kelimelerle konuşmayacaktım.
Evet, bir mabede girer gibi girmiş, uzun yılların uyuttuğu hatıraları uyandırmış, tam dört buçuk saat dua eder gibi konuşmuş ve Türk milleti, Türk kadınlığı adına gurur duyarak ayrılmıştım. Gurur duyuyordum, çünkü Latife Uşaklıgil, aşkı, imanı ve feragati ile abideleşmis bir varlıktı.
Bir yabana yazarın “Taşarken İlahlaşmıştı” diye tarif ettiği Atatürk’ün manevi varlığında Latife Uşaklıgil bütün arzularını, gençliğin en ateşli çağını, Allah’ın insanoğlu için yarattığı her türlü nimeti Türk milletinin şiarına yakışır bir asaletle içine gömmüş, kalbinde saklamıştı.”
Hayır diyorum hayır… Bütün dünya milletlerinin dehasında ittifak ettikleri Büyük Türk’ün ilk ve son eşi Latife, bir Sfenks gibi göçüp gitmemelidir, biz Atatürk’ün nesli, Onu vazifeye davet etmeliyiz, Onu tarihin karanlık kalmış sahifelerini aydınlatmaya davet etmeliyiz-
Dehası ve iradesi, bir sır gibi izah edilmez bir muamma halinde kalsa da Atatürk’ün fani hayatı içindeki söz ve hareketlerinin bilinmesi, bunların tarihe mal edilmesini temin etmek, Atatürk’ün Altın Devri’niyaşıyanlann gelecek nesillere karşı bir vazifesi ve mesuliyetidir.
Bu düşünce ve bu duygularla yıllar ve uzun yıllarını ardında hatıralarıyla gömülü kalmak isteyen Sayın Latife Uşaklıgil’in oturduğu Ayazpaşadaki Villa Uşaklı ‘nın kapısına geldiğim vakit heyecanım son haddini bulmuştu. Buraya sanki sokaktan geçerek, vasıtalara binerek, yorularak, nefes alarak gelmemiştim. Burada sanki her gün herkesin, hepimizin konuştuğu kelimelerle konuşmayacaktım.
Evet, bir mabede girer gibi girmiş, uzun yılların uyuttuğu hatıraları uyandırmış, tam dört buçuk saat dua eder gibi konuşmuş ve Türk milleti, Türk kadınlığı adına gurur duyarak ayrılmıştım. Gurur duyuyordum, çünkü Latife Uşaklıgil, aşkı, imanı ve feragati ile abideleşmis bir varlıktı.
Bir yabana yazarın “Taşarken İlahlaşmıştı” diye tarif ettiği Atatürk’ün manevi varlığında Latife Uşaklıgil bütün arzularını, gençliğin en ateşli çağını, Allah’ın insanoğlu için yarattığı her türlü nimeti Türk milletinin şiarına yakışır bir asaletle içine gömmüş, kalbinde saklamıştı.”
Evet, tam
kırkbir yıl önce Latife Uşaklıgil’in huzurunda ben bu duygular içinde
kıvranmıştım.
Bir ara:
—
Hanımefendi, hatta, siz de Atatürk hakkında bir eser yazmalısınız., diyebildim.
Latife Uşaklıgil’in yüzünde beliren derin bir ızdırabın yanında gözleri bir an
alev gibi parlamış ve şu cevabı vermişti:
— Yazmak mı?
Yazmak… Yirmi yıl, dünya büyüklerinin hayat hikayelerini okudum. Bütün
kahramanların, bütün inkılapçıların, bütün hükümdarların hayatlarına dair her
dilde kitap okudum (Latife Hanımefendi Latince dahil dört dil biliyordu) Evet,
sayısız kitap okudum.. Heyhat… Okudukça, inceledikçe anladım ki imkansız.
Yazılamaz.. Her büyük adamın hayat hikayesini okudukça Atatürk daha çok büyüdü,
yazılamaz, anlatılmaz bir varlık olduğuna inandım.
Latife
Uşaklıgil anlatıyor…
“İzmir’in
işgali, bütün bir milleti bir kalp haline getirdiği, bütün bir milletin matem
tuttuğu günler. Orada yaşıyanlar, yarı ölü bir halde ve gözleri karanlık
ufuklarda en küçük bir ümit ışığı göremiyor. Evlerin bacalarında baykuşlar
ötüyor, on binlerce aile, evini barkını terk ederek kaçmış. Biz Uşaklıgil
ailesi de.. Avrupa’ya, Nis’e… kaçıyorlar, çünkü diyor Latife Uşaklıgil, her gün
yeni bir hadise öldürücü olmaktan daha müthiş zehirini kalplerimize akıtıyor,
Hava teneffüs edilmez olmuştu. Herşey, hatta her güzel şey manasını
kaybetmişti.
Bu uzun
ızdıraplı günlerden sonra, sihirli bir rüzgar esiyor ve karanlık ufuklar
ağarıyor, kuşlar tatlı nağmelerle ötmeğe başlıyor, ağaçlar, tarlalar yeşermeğe,
insanlar nefes almaya başlıyor.”
Genç Latife,
Nis’te bulundukları sırada her gün Kurtuluş Savaşı haberlerini takip ediyor.
Bir gece bir rüya görüyor, babası ve annesine İzmir’in kurtarılacağını,
rüyasına dayanarak müjdeliyor ve savaş devam ederken, anne ve babasının bütün
ısrarlarına rağmen tek başına İzmir’e geliyor, Türk ordusunun gireceği günü
bekliyor.
Latife
Uşaklıgil’in rüyası tahakkuk ediyor ve fakat görmediği başka bir rüya aleminin
içinde buluyor kendisini..
Latife
Uşaklıgil, Büyük Kurtarıcı’yı İzmir’de bulunacağı müddet zarfında misafir
kalması için babasının köşküne davet ediyor. Köşk çok müsaittir.
Başkomutan,
herkesin bir defa görebilmek için canını fedaya hazır olduğu bu tarifi yapılmaz
yüzbinlerin coşku içinde kendilerini kaybettikleri günlerde, Göztepe’ye, Uşaklı
köşküne maiyeti ile birlikte geliyor. Köşkte yalnız küçük Latife ve büyük
annesi bulunuyor. Muammer Bey, Latife’nin hemşireleri bu sırada
Avrupa’dadırlar. Latife bu gelişe inanamıyor ve Mustafa Kemal’in ayaklarına kapanıyor.
- Paşa,
Paşam…
Muzaffer
Başkomutan onu kaldırıyor, yanaklarını okşuyor, ruhları titreten, ürperten
bakışlariyle onu süzüyor ve gözgöze geliyorlar.
Latife’nin
bakışlarında sonsuz bir saadet gözle görülür gibi canlı.. Ve muzaffer komutan,
yarattığı saadeti o gözlerde görmektedir, bunu gördüğü için de belki kendisi de
hayatının mesut anlarından birini yaşamaktadır.
Bu
karşılaşma anında Atatürk’le beraber bulunan yaveri Salih Bozok, sonra, bir
anısında şöyle anlatır: “Latife, Mustafa Kemal’i o kadar büyük bir sevinç ve
candan karşıladı ki, şimdi bazı teferruatını hatırladıkça, mütehassis olmaktan
kendimi alamıyorum. Hiçbir hareket gözönünden kaçmayan Atatürk de, Latife
Hanım’ın bu samimi haline kayıtsız kalamadı.”
İzmir’in
büyük bir kısmını silip süpüren o meşhur yangın, Mustafa Kemal’in köşkte
misafir bulunduğu zaman devam ediyordu. Şehri terk ederek kaçan düşman son
ihaneti bu yangını çıkarmakla yapmıştı.
Mustafa
Kemal, köşkün teraçasından bu yangını seyrederken Küçük Latife de yanındadır.
Soruyor:
— Bu yangın
yerinde size ait emlak var mıdır?
— Emlakimizin
mühim kısmı yanan sahadadır Paşam.. Fakat ne beis var? İsterse hepsi yansın.
Yeter ki siz sağ olun. Bu mesut günleri gören insanlar için malın ne kıymeti
olur. Memleket kurtulduya.. Yeniden daha mükemmel olarak yapacağız…
Gazi
gözlerini alevlerden ayırmadan mırıldanıyor:
- Evet,
yansın yıkılsın.. Hepsinin telafisi mümkündür.
Latife
Uşaklıgil, artık, geçmiş hatıralarını, yeniden yaşıyordu, yaşadığı günleri
görüyor gibi idi. Konudan konuya geçiyordu, ben hiçbir şey soramıyordum.
— Emil
Ludwig, çok iyi dostumdu. Nis’te, yanyana evlerde oturuyorduk. Zengin
kütüphanesi vardı, çok faydalanırdım. Hayatımı bütün ayrıntıları ile bilirdi,
çünkü sohbetlerde sorar ben de anlatırdım. Hayatımı yazmak istedi, müsaade
etmedim. Ama o istediğini yazabilirdi, çünkü, dediğim gibi herşeyi biliyordu.
Birgün bana:
—
Yazmayacağım dedi, senin gözyaşlariyle yıkanmış hatıralarına hürmet edeceğim ve
yazmayacağım.
Ve yazmadı.
Latife Hanım
bir süre sustu ve sonra şahsım için de bana aynen şöyle dedi:
- Beni ilk
defa siz konuşturdunuz.. Bunun şerefi size aittir. Ben, Atatürk’ü gördüğüm
dakikadan itibaren hatıralarımı tuttum. Amerika’dan bir müessese istedi,
vermedim.
Bu abide
kadın, bir bahsi bitirince dalıyor, yeni bir konuya geçiyordu. Bir aralık:
- Benden
sormak istediğiniz bir şey varsa sorunuz, yalnız bir soruya cevap vermeyeceğim,
O da niçin boşandığımızdır. Bunu babam da sormadı, sorsaydı cevap alamayacaktı.
Türk
kadınlığının bir sembolü olarak gördüğüm ve bu gün de buna inandığım, Latife
Hanımefendi’ye herhangi bir soru sormaya kendimde cesaret bulamadım:
-
Hanımefendi, dedim, ben sadece bizi dinlemek istiyorum… Gülümseyerek:
— Atatürk’ün
şahsiyetini belirtmesi, tabii, bir cephesini belirtmesi bakımından bir
hadisesini anlatayım. Evli bulunduğum sırada İzmir’de idik. Doktorların
tavsiyesi ile çok asude bir hayat geçirmesi icabediyordu. İstirahat tavsiye
etmişlerdi. İçki de içmemesini söylemişlerdi. Bu tavsiyelere ancak birkaç gün
riayet edebildi. Bir türlü uyku uyuyamadığı bir gece saat ikide:
— Ben şimdi
atlı tramvaya binmek istiyorum, dedi.
O saatte
tramvay bulunmasının imkansız olduğunu söyledim. İstirahat etmesini rica ettim:
- Vaktin geç
olduğunu söylüyorsun, ben de biliyorum, ben de bundan istifade ederek tramvaya
binmek istiyorum dedi.
Yaverleri
uyandırdım, telefonlar edildi. Saat üçe doğru istenen tramvay hazırlanmıştı.
Yaverleri de yanına aldı hep beraber tramvayın bulunduğu yere gelerek tramvaya
bindik. İhtiyar bir sürücü idi. Kamçıyı atlara şaklatıyor ve sürmeye
çalışıyordu. Atatürk, sürücüye:
— Sen atları
hep kamçı ile mi idare edersin? diye sordu.
— Tabii
Paşam, kamçısız idare edilir mi?
— Neden
idare edilmesin?
— Biz
görmedik.
— Sen şu
yerini bana ver de nasıl idare edilir göstereyim.
Atatürk,
sürücünün yerine geçti, dizginleri eline aldı, kamçıyı havada şaklatarak, deh,
deh diye seslenip sürmeye başladı. Dizginleri de durmadan sallıyor ve tramvay
gidiyordu.
Sürücüye
sordu:
— Nasıl
sürebiliyor muyum?
— Benden
daha güzel idare ediyorsunuz Paşam..
— Ben de
senin gibi bir idareciyim. Ben de yüzbinlerce insanı idare ettim, onları ölüme
giden yola sevk ettim. Ama hiçbirisine kamçı kullanmadım. Kamçısız idare ettim.
Ben söze
karıştım:
- Ben de
biletçi olsam Paşam, dedim.
Bana döndü,
elini havaya kaldırıp avucunu havada çevirip ceketinin cebine sokar gibi
yaparak:
- Bilet kes
ama paraları, cebine atma dedi. Sonra:
- Görüyorsun
kamçısız idare ediyorum, beni fazla konuşturma!. Latife Hanımefendi bu olayın
mucip sebebini de anlattı, fakat:
- Bunları
yazmayın, herkes, bu fıkra ile Atatürk’ün kamçılı idare istemediği manasını
çıkarır, öbür sebep varsın bilinmesin.
Elbette
bilinmesin olmaz; fakat o zaman Latife Hanımefendi böyle istemişlerdi, ben de
yazmamıştım.
Şimdi,
Atatürk’ün gece yarısı tramvaya binmek isteyişinin ve binmesinin sebebini gene
Latife Hanım’dan dinliydim :
— Tramvaya
binildikten sonra eve dönüldü ve uyundu. Doğrusu, ben merak içinde idim. Bunun
mutlaka bir sebebi olmalıydı. Atatürk böyle manasız bir harekette bulunmazdı.
Merak ediyordum, fakat soramıyordum. Birkaç gün geçmişti, yüzüme manalı, manalı
bakarak :
— Anlıyorum,
dedi hala o geceyi merak ediyorsun ve ne idi o delice hareket diyorsun.
—
Estağfırullah, neden delice olsun?
— Yok,
görünüşü delice idi ama, başka çarem yoktu. Maiyetimden biri, o gece bizimle
gelenlerden biri, kamçılı idareye benzeyen hareketle menfaatlenmişti. Meseleyi
öğrendim ve çok üzüldüm. Bana ve memlekete büyük hizmetleri vardı. Hem onu feda
etmek hem de benim adamlarımdan birinin böyle hareket etmiş olmasının duyulması
çok fena olurdu, ama ona da bir ders vermek icabederdi. Yüzüne de vurmak
istemedim. O takdirde onu uzaklaştırmak icabedecek, gene şayi olacaktı. İşte o
adama bir ders vermek için bu hareketi yaptım. İstedim ki, benim bildiğimi
anlasın ve kendisine ders olsun!.
Kalbi vefa
oldu büyük insan, her kötülüğü iyilikle onarmak için kendi huzur ve rahatını
her zaman feda etmiştir.
Gene ilk
defa duyacağınız bir olay.. Büyük Türk kadını anlatıyor:
— Çokça
dışarılara çıkmıyordum ama, bazı ziyaretler yapmakta idim. Neden sonra fark
ettim, bir sivil memur beni daima takip etmektedir. Bir yağmurlu gündü, artık
tanımaya başladığım bu memur, beni köşkün kapısına kadar takip etmişti. Çokça
yağmur yağıyordu. Memura işaretle çağırdım ve:
— Evladım,
artık, seni tanıdım, beni takip ediyorsun, çok ıslandın kulübeye gir de
kurulan, dedim, köşke girdikten sonra aklıma geldi. Atatürk Dolmabahçe
Sarayı’nda idi. Telefonla aradım ve şöyle dedim : “Paşam, benden bir suikast mi
bekleniyor ki, polis beni takip ediyor”. Konuştuk. Yarım saat geçmemişti. Orada
imiş, Şükrü Kaya geldi. Atatürk göndermiş, benden özür dileniyordu. Şükrü Kaya
şöyle dedi : “Atatürk’ü bu derece hiddetli hiçbir defa görmedim. Çok ağır
konuştu. Size kim emir verdi benim karımı takip edin diye, bu ne rezalettir..
İlk
karşılaştığım zaman son derece asık, buruk bir yüzle karşılayan Latife Hanım,
şimdi anılarını anlatırken, yüzünde neşe ve saadetin verdiği tatlı ürperti ile
titreşiyordu.
Bu hala
içinde alev-alev tutuşmakta olan ve çok uzun yıllar geçtiği halde asla
küllenmeyen ebedi aşkından mı geliyordu?
Bundan şüphe
yoktur, çünkü ben Villa Uşaklı’dan ayrılırken sokağa kadar uğurlamak nezaketini
gösteren kardeşi İsmail Bey, mırıldanarak şöyle demişti : “Latife ayrıldıktan
sonra babamla annemle olsun onbeş dakika konuşmadı, kabuğuna çekildi, sizinle
tam dörtbuçuk saat konuştu.”
Evet, buruk
karşılaştığım Mustafa Kemal’in deyimi ile Latif, şimdi şakırg gibi idi. Bana
hatıra olarak GAZİ yazılı sigara veriyor, konudan konuya geçerek konuşuyordu.
- Bir Konya
seyahatinde idik. Mevsim kıştı. Mustafa Kemal Ordu Evinde bir toplantıda
bulunacaktı. Ben, misafir kaldığımız evde yemekten sonra yatak odasına geçmiş,
hani harıl yanan sobanın karşısında koltuğa gömülmüş, ayaklanma da bir
battaniye örtmüştüm. Uyumuşum. Uyandığım zaman ne gördüm tahmin edemezsiniz.
Mustafa Kemal beni koltukta uyur görünce uyandırmaya kıyamamış olacak, yataktan
bir yastık alarak ayak ucuma koymuş, yorganı da alıp üstüne çekmiş, halı
üzerinde uyuyor. Yerimden fırlamak istedim, fakat bu sefer ben kendilerini
uyandırmamak için kımıldanmadım.
Mustafa
Kemal ile Latife Uşaklıgil arasında bağlar karşılıklı idi.. Konya gecesi
olayından daha canlı belgelere sahip bulunuyoruz. Mustafa Kemal’in İzmir’de bulunduğu
müddet zarfında geçen olaylar, Latife Hanımefendi’nin Ankara’ya yazdığı
mektuplar, en nihayet ömürboyu Atatürk’ten ayrılmayan ve Ata’nın ölümünde
“Onsuz yaşanmaz” diye kurşunu kalbine sıkan Salih Bozok’un yazdıkları..
İşte
25.10.1922 tarihli “Latif”ten imzalı mektup:
“Mukaddes Paşam,
Pek mesut dakikalar yaşadım. Şimdi de derin bir teessürün altında ezilmekteyim. Burada bırakmış olduğunuz şeref, bütün alemin saadet kalesidir. Fakat yalnız bendenizin olan çok kıymetli ve ebedi bir şeyi daha vardır. 0 da canlı hatıramzdır. Yoksa, bu kadar debdebe, bu kadar haşmet ve bilhassa samimiyetten sonra yalnız nasıl yaşıyabilirim? Görüyorum ki bütün hissiyatımla zatı devletlerinizi takip etmekteyim. Yegane emelim, münciye (kurtarıcıya) hizmettir. Birçok defalar, ufak bir vazife istirham etmiştim. Muvafakat buyurulmadı. Bazan dalıyorum, saatlerce gözlerim kapalı düşünüyorum. Bu rüyadan uyanışımda: “Ta Rab, ne eksilirdi deryayı izzetinden “ diye gözyaşları döküyorum. Belki: “Beni yirmi gün görmekle bu kız benden ne istiyor? ve bu hakkı ona kim vermiştir. “ diye hiddetlenirsiniz. Bu zavallı kızcağız, şimdiye kadar hayatın birçok acı sahifelerini okumuş, hiç kimseye raptıkalp etmemiştir. Nazarımda hiçbir şeyin ehemmiyeti olmamıştır. Fakat, ilk görüşte, dünyanın en büyük dahisi kendisi için saklanmış olan sadakat, hürmet, samimiyet almak tenezzülünde bulunmuştur. Hayatımın son dakikasına kadar mesut veya bedbaht edileyim. Fiilen olmasa, hayalen daima beraber yaşayacağım. Madem ki bütün saadetimi, £atı Devletinizin hizmetinde buluyorum. Yegane arzum ne suretle olursa olsun sadakatimin yanınızda bir silah olmasıdır. Esasen zatı Devletlerinizi bu kadar temiz ve her türlü menfaat-i şahsiyeden vareste olarak seven kaç kişi vardır?”
“Mukaddes Paşam,
Pek mesut dakikalar yaşadım. Şimdi de derin bir teessürün altında ezilmekteyim. Burada bırakmış olduğunuz şeref, bütün alemin saadet kalesidir. Fakat yalnız bendenizin olan çok kıymetli ve ebedi bir şeyi daha vardır. 0 da canlı hatıramzdır. Yoksa, bu kadar debdebe, bu kadar haşmet ve bilhassa samimiyetten sonra yalnız nasıl yaşıyabilirim? Görüyorum ki bütün hissiyatımla zatı devletlerinizi takip etmekteyim. Yegane emelim, münciye (kurtarıcıya) hizmettir. Birçok defalar, ufak bir vazife istirham etmiştim. Muvafakat buyurulmadı. Bazan dalıyorum, saatlerce gözlerim kapalı düşünüyorum. Bu rüyadan uyanışımda: “Ta Rab, ne eksilirdi deryayı izzetinden “ diye gözyaşları döküyorum. Belki: “Beni yirmi gün görmekle bu kız benden ne istiyor? ve bu hakkı ona kim vermiştir. “ diye hiddetlenirsiniz. Bu zavallı kızcağız, şimdiye kadar hayatın birçok acı sahifelerini okumuş, hiç kimseye raptıkalp etmemiştir. Nazarımda hiçbir şeyin ehemmiyeti olmamıştır. Fakat, ilk görüşte, dünyanın en büyük dahisi kendisi için saklanmış olan sadakat, hürmet, samimiyet almak tenezzülünde bulunmuştur. Hayatımın son dakikasına kadar mesut veya bedbaht edileyim. Fiilen olmasa, hayalen daima beraber yaşayacağım. Madem ki bütün saadetimi, £atı Devletinizin hizmetinde buluyorum. Yegane arzum ne suretle olursa olsun sadakatimin yanınızda bir silah olmasıdır. Esasen zatı Devletlerinizi bu kadar temiz ve her türlü menfaat-i şahsiyeden vareste olarak seven kaç kişi vardır?”
Tabiidir ki,
Latife Uşaklıgil’in böylesine bir mektup yazabilmesi için, kendisine cesaret
veren sebepler vardı.
Ne hazin bir
tecellidir ki, Latife Uşaklıgil’in “hayatının son dakikasına kadar -Mesut veya
bedbaht edileyim müciyi takipten hali kalmıyacağım-” dileği tahakkuk etti.
Felek bu yılları daha mesut geçirebilirdi, fakat “bahtsız” geçirdi. Yalnız bu
“bahtsı,” kelimesi Latife Uşaklıgil için lügat manasını kaybetmiştir, çünkü o
ızdırapla yoğrulmuş yıllarında Mukaddes Paşa’sının mukakker hatıralariyle
hayatın bütün ızdırabını, zehiri panzehir yaparak yudum yudum içti.
Latife
Uşaklıgil’in, son nefesine kadar bu duygular içinde yaşamış olduğuna şüphe
etmemek lazımdır. 1950 yılında birçok hatıralarını anlattıktan sonra bana
söyledikleri şunlar olmuştu: “Atatürk, Türk Milleti’nin sembolüdür, Türk
Gençliği Onu daima sevmelidir. Siz yazarlar O’na her zaman sevgi haleleri
örmelisiniz. 0 buna layıktır ve O’nun buna ihtiyacı vardır. Milletini nasıl
sevdiğini, Gençliğe nasıl inandığını bilemezsiniz- En büyük arzum, Türk
çocuklarını etrafıma toplayıp Ondan bahsetmektir. 0 ‘nun milletine, memleketine
karşı her zaman şahit olduğum sevgisini konferanslarla anlatmak istiyorum. Bunu
yapacağım. Haftanın muayyen günlerinde Türk Gençliği’ne bunları anlatabilmek
benim son arzumdur. “
*
* *
* *
Aşağıda 1923
– 1925 tarihleri arasında Latife Hanım’la ilgili olarak basında yer almış –
belgesel değer taşıyan – haber ve yazılardan bir bölüm sunuyoruz:
İzmir’de pek
kutlu bir evlenme:
Mustafa
Kemal Paşa Hazretlerinin Uşşakizade Muammer Bey’in kızları Latife Hanımefendi
ile evlenme merasimleri yapılmıştır.
Ankara’dan
ve İzmir’den büyük bir memnuniyetle aldığımız bilgiye göre Gazi Mustafa Kemal
paşa Hazretlerinin Uşakizade Muammer Bey’in kızları ile evlenme merasimi
yapılmıştır. Paşa Hazretleri bu evlenme ile rahmetli annelerinin son arzusunu
yerine getirmişlerdir. Paşa Hazretlerinin bir yuva kurması rahmetli için en
büyük bir emel hükmünde idi. İzmir’e yaptığı bu seyahatin bir sebebi de
müstakbel gelinini görmek arzusu idi. Millete yetiştirdiği pek yüksek meziyetli
evladı için olağanüstü bir ana sevgisi besleyen ve pek hassas olan rahmetli,
müstakbel gelinini evvela tanımadan severek yuvanın bir an evvel kurulmasında
ısrar etmiş, sonra İzmir’de görünce büyük bir muhabbetle bağlanmıştı.
Latife
Hanımefendi pek müstesna meziyetlere sahiptir. Avrupa’nın her tarafını gezmiş,
görmüş anlıyarak tanımıştır. Fransız, İngiliz, Alman dillerini gayet iyi
bilmektedir. Musikide de büyük bilgisi vardır. Türkçeyi pek iyi yazar.
Uşşakizade Halid Ziya Beyefendi Türkçeleriyle iyice meşgul olmuş ve Latife Hanımefendi’de
yazı hususunda büyük bir istidat görmüştür. Latife Hanımefendi’yi tanıyanlar,
zekası, azim ve iradesi hakkında tek takdirkar lisan kullanmakta, pek ateşli
bir vatanperver olduğunu söylemektedirler.
Bütün
millet, Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin bu vasıfları haiz bir hayat arkadaşı
seçerek yuva kurmalarını sevinçle karşılayacak ve bu evlenmenin uğurlu olmasını
can ve gönülden temenni edecektir.
Gazetemiz de
gerek Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine ve gerek Latife Hanımefendi’ye pek samimi
tebriklerini arzeder.
Vakit Gazetesi, 30 Ocak 1923
*
* *
15 Mart 1923
Adana Türk
Ocağı Hatıra defterinden:
Bu zengin topraklara, böyle münevver gençlere malik olan Türk Adana’nın Ocağı daima tütsün. 15 Mart 39
Latife Mustafa Kemal
16 Mart 1923
tarihinde Latife Hanım Atatürk’ün Konya gezisinde Türk Ocağını ziyaretinde,
Halkevi şeref defterine şu satırları yazdı:
“Konya ‘nın güzide gençlerine. Sainizle, azminizle herbiriniz vatanın ufuklarında birer hursid-i tabsar olursunuz. Ancak elinizi hırs ve menfaat şaibesinden çok dikkatle esirgeyiniz..”
Latife Mustafa Kemal
*
* *
Büyük
Gazi’nin muhterem refikaları Latife Hanımefendi dün (1 Mart 1923) Büyük Millet
Meclisi’nin esna-yı müzakeresinde hazır bulunmaları hiç şüphesiz ki Türk kadınlığının
pek yüksek muvaffakiyetini filen teyit eden bir adım oldu. Çünkü Latife
Hanımefendi, Büyük Millet Meclisi müzakeratında bulunan ilk Türk kadını
olmuşlardır.
Dün saat bir
buçuğa doğru Paşa Hazretlerinin refakat zabiti Mahmut Bey’le Meclise gelen Latife
Hanımefendi, Bursa Mebusu Şeyh Servet Efendinin imzaladıkları duhuliye varakası
(giriş kartı) ile Meclis’e girmişler ve herkesin hürmetleri arasında yukarıya
çıkarak süferanın (elçilerin) bulunduğu yerde Meclis müzekeratını
dinlemişlerdir.
Paşa
Hazretlerinin nutuklarından sonra Latife Hanımefendi Riyaset salonuna gelmişler
ve mebuslarımızla sefaret erkan tarafından karşılanarak her biriyle uzun
uzadıya görüşmüşlerdir.
Mustafa
Kemal Paşa Hazretleri refika-i muhteremelerini henüz kendisiyle tanışmamış olan
zevata takdim etmişlerdir. Bu tanışma ve bu musahabe (söyleşi) herkeste pek
derin ihtisasat bırakmıştır. Latife Hanımefendi de Büyük Millet Meclisi’ni
ziyaretten mütevellit memnuniyet ve ihtisasatından (izlenimlerinden) müteaddit
defalar bahsetmişlerdir.
Hakimiyet-i Milliye Gazetesi, 2.4.1923
Ankara 28
Haziran 1923 – Gazi Paşa Hazretlerini refikaları İzmir mebus intihabında
kendilerine rey verilmesinden dolayı İzmir Belediye Riyaseti ile Müdafaa-i
Hukuk Heyet-i Merkeziyesi’ne atideki telgrafı keşide etmişlerdir!
“İzmir’in
mebus ihtihabında muhterem hemşehrilerimin bana rey vermiş olmasından büyük
manasını fahri mahsusla telakki ettim. Bu kıymetli teveccühün bir İzmirli
olarak değil, bir Türk kadını olarak heyecanla ve şükranla mukabele eder,
yüksek İzmir halkını selamlarım.
Latife Mustafa Kemal
Ankara, 8
Temmuz 1923 – Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin refıka-i muhteremleri Latife
Hanım, mebus intihabında kendilerine 39 rey veren Konyalılara beyan-ı teşekkürü
mütazannım olarak Konya Belediye Riyasetine atideki telgrafı keşide
etmişlerdir:
“Muhterem
Konya halkının mebus intihabatı sırasında bana da 39 rey vermek suretiyle
hakkımda gösterdikleri teveccüh ve itimada bilhassa, bunun şahsımdan ziyade
Türk kadınlığına müteveccih ali bir temayül ve takdir olması ciheti ile arz-ı
şükran eylerim. Aziz halkımızın takdirkar enzarı karşısında Türk kadınlığı
uhdesine terettüp eden vazife-i milliye ve medeniyesini hüsn-ü ifa için daha
çok kuvvet ve cüret iktisap etmektedir. Muhterem Konyalılara derin hürmet
hislerimi takdim ederim efendim.
Latife Gazi Mustafa Kemal
*
* *
LATİFE HANIMEFENDİ’NİN MÜHİM BİR NUTKU
“Türk
vatanının necatı, Türk vatandaşlarının çelikten yekpare bir medeniyet kitlesi
teşkil etmeleriyle kaimdir.”
Ankara, 1
(A.A.) – Türk Ocakları Kongresi dün aktettiği son içtimaında murahhasların
mensup oldukları ocaklar hakkındaki izahatı dinlemiştir. Bu meyanda Kars
Ocağı’nı temsil buyuran Latife Gazi Mustafa Kemal Hanımefendi Hazretleri
sürekli ve samimi alkışlar arasında atideki nutku irad etmişlerdir.
“Aziz arkadaşlarım, yüksek kongrenizde Kars Türk Ocağı’nın murahhası bulunuyorum. Esasen Türk Ocağı’nın samimi bir ferdi olmakla ve bugün mahim bir merkezimizi temsil etmekle müftehirim, mübahiyim. Heyet-i aliyyenizin geçen içtimalarında muhterem reisleri lisanıyla acizlerine gösterdiği hüsn-ü kabulün müteşekkir ve minnettan olduğumu bu vesileyle arzederim. Arkadaşlar, bizzat tanıdığım ve kıymetli hatırasını derin hissiyat ile tahattur ettiğim Kars Ocağı ‘nızın bana tevdi ettiği vazifeyi ifa ederken muhterem heyetinize oradaki arkadaşlarımızın selamlarını, muhabbetlerini kemal-i hürmetle iblağ etmek isterim. Bu selam ve muhabbetin mütahassir kalplerin samimi sünuhatı olduğunu takdir buyurursunuz (alkışlar). Arkadaşlar, Kars’ta Ocağınızın geçen seneki faaliyeti hakkında izahat verebilmek için büyük kongreden müsaade isterim.
Kars’ta ocağımız ilk defa 15 Eylül 7923’da teşekkül etti. Ocağımızın teşekkülü Kars muhitinde milli ve içtimai hayatında ilk adımını atmak gibi bir tesir göstermiştir. Bu tesir ile Kars Ocağı’nın haklı bir iftihar hissetmekte olduğunu ifadeye müsaraat ederim.”
Hanımefendi
Hazretleri bilahare Ocağın aza miktar ve sınıflara göre taksimi hakkında
malûmat ita etmişler, Ocağın haber sahasında yaptığı hidematı, Hilal-i Ahmer’e
fakir mektep çocuklarına, pasinler hareket zedeganına, Ayındır muhacirlerine
nakden gösterilen muaveneti, Ocağı temsil faaliyetlerini izah ettikten sonra
nutuklarına şu suretle devam buyurmuşlardır:
“Bu meyanda ocağımızın vücudu müttehit bir kitleden ibaret iken uzun senelerin tesir-i meş’umuyla millet arasında nifakcuyane bir vaziyet ihdasına sebep olan meshep ve tarz-ı telakki cereyanlarını ortadan kaldırmak için bilhassa daimi surette mesai sarfetmiş ve bunun müsmir netayidni görmekte bulunmuştur. Bu münasebetle feyyaz ve velud Türk neslinin evlatları arasında ağyarın başlıca medar-ı teşeddüt ve nifak olarak nasb-ı nazar ettiği mezhep ve tarz-ı telakki farkları aleyhine bütün ocaklarımızın yekvücut olarak azim ve metanetle mücadele etmeleri lüzumunu yüksek kongrenin nazarı dikkatine arz etmeyi vazifemden addederim, (şiddetli alkışlar)
Ocağın
binasızlıktan dolayı maruz kaldığı müşkülatı, bu hususta Merkez-i Heyet’in
yardımını talep ettiklerini ifade buyuran Hanımefendi, Ocağın bu seneki mesai
programı hakkında da düşündüklerini teşrih buyurduktan sonra nutuklarını şu
suretle ikmal etmişlerdir:
— Murahhas beyler, Türk milletinin saadet ve selameti, Türk milletinin harsı, medeni inkişafını temin etmekle kaimdir. Vatan ancak halis ve samimi Türk milletyet- verlerinin mefkureleri tesirinde feyiz ve itila bulabilir (alkışlar). İyi vatandaşlığın muknive emniyetbahş alameti Türk milliyetini, Türk harsı ve medeniyetini candan kabul etmektir. Türk vatanına hizmet ve merbutiyet, Türk milliyetine hizmet ve merbutiyetle tev ‘emdir. Ocaklarımız milli olan medeni ve içtimai faaliyetlerine vakf-ı vücut ederken gözlerini Türk vatanının necatı, vatandaşların çelikten yekpare medeniyet kitlesi olması gayesine nasp eylemiştir. Bu kadar temiz bir hedefe yürüyen ve samimi arzusunu vatanperver ve milliyetperverlere açmış olan ocaklarımızın behemehal muvaffak olması bir emr-i tabiidir (alkışlar), Arkadaşlarım, Kars Ocağı yüksek kongrenin ve Merkez Heyeti’nin daimi alaka ve müzaheretine mazhar olmak ihtiyacında ve bu lütfa layık görüleceği ümidindedir. Gelecek sene Kars ‘ı temsil etmekle mübahi olacak murahhasımızın daha geniş mesai mahsulü getirebilmesi için bütün varlığımızla çalışacağımıza itimat buyurmanızı rica ederim (şiddetli ve sürekli alkışlar).
Vatan, 2 Mayıs 1925
NOT: Bu metin, 9-13 Kasım 1981 tarihleri
arasında Boğaziçi Üniversitesi’nce düzenlenen “Uluslararası Atatürk
Konferansında Niyazi Ahmet Banoğlu tarafından sunulan ve daha sonra aynı
üniversitece yayımlanan tebliğler dizisinin üçüncü cildinde yer alan “Latife
Hanım, Atatürk’ü Anlatıyor” adlı bildirinin yazan tarafından yeniden gözden
geçirilmiş şeklidir.
1 Atatürk ve
Latife Hanım, konuşan : Niyazi Ahmet Banoğlu, Tarih Dünyası, Sayı : 1-2, 1950.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder