Atatürk’ün dini
yönü ya tam tanıtılamadığından ya da iyi niyetli olmayan bazı kişilerin yanlış tanıtma
çabalarından bir takım çevrelerde o bir din düşmanıymış şeklinde yanlış imaj
uyandırılmıştır. Atatürk’ü din düşmanıymış gibi gösterilmesi ya kasıtlıda- ya
da bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Bidat ve hurafeleri dindenmiş gibi kabul
eden bazı kimseler, onun bunları dinden arındırmak için yaptığı çabaları dine
karşı hareketlermiş gibi değerlendirdikleri de bilinen bir gerçektir. Diğer
taraftan dini çıkarlarına alet edenlerin de kendilerinin bu tutumlarına karşı
mücadele veren Atatürk’ü dine karşıymış gibi gösterme çabaları olmuştur. Bir de
Atatürk paralelinde görünerek Atatürk’ü dine karşıymış gibi gösteren bazı
kimseler var ki bunlar da bu tutumlarıyla zararlı olmaktadırlar. Bu durumlar
ise Atatürk’ün dini yönü konusunda zihinlerde karışıklıklar meydana
getirmektedir. Bunun için Atatürk’ün samimi inançlılığı, İslam dininin özüne
bağlılığı, İslam dinine olan hizmetleri her fırsatta topluma anlatılmalıdır.
Gerek
Atatürk lehine din aleyhtarlığı yapılırken, gerekse din lehine Atatürk
aleyhtarlığı yapılırken Atatürk’ü dine karşı gibi gösterme taktiğinde birleşen,
fakat maksatları ve hedefleri değişik olan bu iki ayrı kesimin propaganda ve
baskı gücü öyle boyutlara varmış ki bazen dindar olmakla Atatürkçü olmak
birbirine zıt olarak telakki edilmiştir. Oysa bu durum hiç de öyle değildir.
Atatürk hayatı boyunca din aleyhine bir tek söz söylemediği gibi tam tersine
dini, gerçek dindarı, hakiki din adamını öven, din eğitiminin önemini belirten
ve müslümanlığından dolayı iftihar ettiğini dile getiren çok sayıda sözleri
vardır. Kendisinin iyi bir din eğitimi aldığı konuşmalarındaki zengin dini
bilgilerden anlaşılmaktadır. 07.02.1923 tarihinde Balıkesir Paşa Camii’nde irad
ettiği hutbesi kendisinin din konusunda da bir uzman olduğunu açıkça
göstermektedir.
Esasen Atatürk’ün
hayatına baktığımızda, son derece önemli bir manzara ile karşılaşırız. Bir kere
o, yaşadığı devrin din kültürüne oldukça üst seviyede sahip müslüman ve
mütedeyyin bir ana-babadan dünyaya gelmiş biridir ve ilk dini bilgilerini de
onlardan bilhassa annesinden almış ve onun tarafından yetiştirilmiştir. Annesi
Zübeyde Hanım, onu, geleneklere uygun olarak ilahilerle, yani Amin Alayı ile
mahalle mektebine başlatmıştır. İlk öğrenimini gördüğü Şemsi Efendi Mektebi ve
daha sonra devam ettiği Selanik Mülkiye İdadisi, devrinin şartları içinde ciddi
dini bilgiler veren öğretim kuruluşlarıydı. Hatta daha sonra girdiği Selanik
Askeri Rüştiyesi de, Manastır Askeri İdadisi de, programlarında aynı ciddiyet
ve seviyede din kültürü veren müesseselerdi. Onun Kur’an-ı Kerimi anlayacak
kadar Arapça bildiği de göz önünde bulundurulursa dini konulardaki uzmanlığı
daha da iyi anlaşılmış olur.
Biz burada
Atatürk’ün kendi yaşayışından ve din konusundaki kendi sözlerinden örnekler
vererek onun gerçek dini yönünü ortaya koymaya çalışacağız. Böylece her iki
kesimin tuttuğu yanlışlık ve gerçekler ortaya konacaktır.
Dinin Lüzumu
Konusundaki Görüşleri
“Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur.”1
“Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur.”1
“Din vardır
ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi; fakat bina uzun
asırlardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye
etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak bir çok yabancı unsur (tefsirler,
hurafeler gibi) binayı fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de
edilmez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üzerinde yeni
bir bina kurmak lüzumu hasıl olacaktır.”2
“Milletimiz,
din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet,
milletimizin kalb ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.”3
“Bizim
dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din
olmuştur. Bir dinin tabii olması için, akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk
etmesi lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır.”
“Türk Milleti
daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek
istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum.
Şuura aykırı ilerlemeye mani hiç bir şey ihtiva etmiyor…(1923)
“Bizim
dinimiz milletimize aşağılık, miskin ve hor görülmeyi tavsiye etmez. Aksine
Allah’da Peygamber de insanların ve milletlerin yücelik ve şereflerini muhafaza
etmelerini emreder.”4
M. Hayri
Egeli, “Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar” isimli eserinde şu olayı naklediyor:
“Atatürk
için dinsiz diyenler oldu. Bunu bir moda imiş gibi yayanlar vardı. Onun laik
anlayışını dinsiz gibi göstermekte fayda bulanlar oldu. Halbuki Atatürk yobaz
aleyhtarı idi. Size başımdan geçen bir vak’ayı naklederek başlayayım:
Bir gün
Necip Ali O’na:
Efendim,
Münir Hayri namaz kılar, dedi.
En yakın bir
dostumun beni bu şekilde takdim ettiğini gören beni sevmeyenler, şimdi
kovulacağımı zannederek gülüştüler.
Atatürk’le
aramızda şu konuşma geçti:
-Sahi mi?
-Evet,
Paşam.
-Niçin namaz
kılıyorsun?
-Namaz
kılınca içimde bir huzur ve sükûn hissederim.
Atatürk
demin gülenlere döndü:
-Batmak
üzere olan bir gemide bulunsanız, herhalde, yetiş Gazi, demezsiniz; Allah,
dersiniz. Bundan tabii ne olabilir.
Sonra bana
döndü:
-Dünyadaki
işlerine zarar getirmemek şartıyla namazını kıl, heykel yap, resim de.
Atatürk asla
dinsiz değildi, laikti. Taassubun şiddetli düşmanıydı. Medreseleri
lağvettirdiği zaman, yakınında bulunanlardan rahmetli Galib’e:
Yahya Galib
Bey, Müslümanlıkta rahiplik yoktur. Medreseler, eski Türklerin kurdukları
modern zihniyette üniversitelerin, taassubun elinde ıslah olmayacak kadar
tereddiye uğramış harabeleridir. Bunları ne ıslah, ne de idame ettirmek
kabildir. Yıkmaktan kastımız budur. Müslümanlıkta imam, cemiyetin en üstün
adamıdır. Dört beş yüzyıl birbirini tutmayan içtihatlarla, esen rüzgarlara göre
verilmiş fetvalarla inançlarıyla oynanan Türk milletinin din duygularını, bir
süre skolastik cahilin eline bırakamayız. İlerde bu işi bizzat elime
alacağım.”5
Atatürk, 16
Mart 1923’te Adana’da Türk Ocağı’nda esnaf ve san’atkarlara yaptığı hitabede
şöyle diyor:
“…Bilhassa
bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar vardır. Bu miyarla hangi şeyin bu
dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla,
mantığa halkın menfaatine uygundur, biliniz ki, o bizim dinimize de uygundur.
Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine muvafıksa kimseye sormayın, o şey
dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın tetabuk ettiği bir din olmasaydı
ekmel olmazdı, ahir din olmazdı.
Büyük dinimiz
çalışmayanın insanlıkla alakası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler asri
olmayı kafir olmak sayıyorlar. Asıl küfür, onların bu zannıdır. Bu yanlış
tefsiri yapanların maksadı, İslamların kafirlere esir olmasını istemek değil de
nedir?! Her sarıklıyı hoca sanmayın. Hoca olmak sarıkla değil, dimağladır.”6
Alıntılanan
görüşlerinde görülmektedir ki Atatürk, İslam’a içtenlikle bağlıdır ve dinin
özgün haliyle korunup yaşanılmasını istemektedir. İslam’ın akıl, ilim, fen ve
mantık dini olduğunu, insanlara ve milletlere kimlik ve kişilikleriyle yaşama
anlayışı telkin ettiğini belirtmektedir. Bu sebeple, Türk Milleti’nin dinini
öğrenmesi ve daha dindar olması gerektiğini söylemektedir.
Hz. Muhammed
(Sav) Hakkındaki Görüşleri
Atatürk’ün
Hz. Muhammed (sav) hakkındaki görüşlerini bizzat kendisinin çeşitli yerlerde
çeşitli nedenlerle söylediği sözlerinden anlamaktayız. Atatürk , Hz.
Muhammed’ten saygı ve övgüyle söz etmiştir ve aleyhinde söz edenlere karşı onu
her zaman savunmuştur.
Atatürk, Hz.
Muhammed (sav) hakkında şöyle diyor:
“O Allah’ın
birinci ve en büyük kuludur. Onun izinden bugün milyonlarca müslüman yürüyor.
Benim, senin adın silinir; fakat sonuca kadar o ölümsüzdür.”7
“Son
Peygamber olan Muhammed Mustafa (sav) 1394 yıl önce Rumi Nisan ayı içinde
Rebiulevvel ayının Onikinci Pazartesi gecesi sabaha doğru tan yeri ağarırken
doğdu. Gün doğmadan… Bugün o gündür. İnşaallah büyük tesadüftür. Gerçekten Arap
tarihiyle bu akşam doğum gününün yıldönümüne rastlıyor.Hz. Muhammed, çocukluk
ve gençlik günlerini geçirdi. Fakat henüz Peygamber olmadı. Yüzü nurlu sözü
ruhani, olgunluk ve görünüşte eşsiz, sözünde doğru, yumuşak huylu ve insanlıkta
ötekilere üstün olan Muhammed Mustafa önce bu özel vasıflar ve seç-kinliğiyle
kabilesi içinde “Muhammedü’1-emin” oldu. Muhammed Mustafa, Peygamber olmadan
önce kavminin sevgisine, saygısına, güvenine ulaştı. Ondan sonra ancak kırk
yaşında nübüvvet ve kırküçüncü yaşında risalet geldi. Fahrialem Efendimiz
sonsuz tehlikeler içinde bitmez sıkıntı ve zorluklar karşısında yirmi yıl çalıştı
ve İslam dinini yerleştirmek için peygamberlik görevini yapmayı başardıktan
sonra cennetin en yüksek tabakasına ulaştı. Kendisinin irşadına ulaşmış olan
müslümanlar ve özellikle seçkin sahabe pekçok gözyaşı döktüler. Fakat insanlık
gereği olan bu üzüntülü durumun faydasız olduğunuz hemen anlayan anlayışlı
kişiler, Peygamberin arkasından ağlamak değil, ümmetin işlerini bir an önce
güzel yürütmeye ulaştıracak tedbiri almak inancıyla toplandılar. Resul-i
Ekrem’e halife olacak bir emir seçilmesi söz konusu edildi. Hz. Peygamber,
dostu olan Hz Ebubekir’den şahsen çok hoşlanırdı. Son nefeslerini yaşarken
Ebu-bekir’in kendisine halef olmasının uygun olacağını değişik şekillerde
işaret de buyurmuşlardı.”8
Atatürk,
30.10.1922 tarihli Meclis konuşmasının başlangıcında, Peygamberlerin
gönderilmesindeki ilahi usule, dinimizin son din ve Hz. Peygamber oluşundaki
hikmete temas ederken şöyle diyor: “Ey arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür.
Adat-ı ilahiyyenin tecelliyatına bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta
iki devirde mütalaa olunabilir. İlk devir, beşeriyetin sabavet ve şehabet
devridir. İkinci devir, beşeriyetin rüşt ve kemal devridir. Beşeriyetin birinci
devrede tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi, yakından maddi vasıtalarla
kendisiyle iştigal edilmeyi istilzam eder. Allah, kulların lazım olan nokta-i
tekamüle vusulüne kadar, içlerinden vasıtalarla dahi kullarıyla iştigali,
lazime-i uluhiyetten ad-deylemiştir. Onlara Hz Adem aleyhisselamdan itibaren
mazbut ve gayr-ı mazbut bildirilen ve bildirilmeyen namütenahi denecek kadar
çok nebiler, peygamberler ve rasuller göndermiştir.
Fakat
Peygamberimiz vasıtasıyla en son hakayık-ı diniyye ve me-deniyyeyi verdikten
sonra artık beşeriyetle bilvasıta temasta bulunmağa lüzum görmemiştir.
Beşeriyetin derece-i idrak, tenevvür ve tekemmülü, her kulun doğrudan doğruya
ilhamat-ı ilahiyye ile temas kabiliyetine vasıl olduğunu kabul buyurmuştur. Ve
bu sebepledir ki, Cenab-ı Peygamber, Ha-temü’l-Enbiya olmuştur ve kitabı,
Kitab-ı Ekmeldir.”9
Atatürk’ün
son Peygamber Hz. Muhammed hakkındaki bu sevgi, saygı ve takdir dolu sözlerini
duyan ve okuyan hiç bir kişi onu din düşmanı gösteremez. Bilakis onun
dindarlığına hayranlık duyar.
Atatürk, Hz.
Muhammed (sav) den takdirle bahsederken o devirler için de hep “Hz. Peygamberin
zaman-ı saadetlerinde…” diye saygı kelimeleri kullanırdı. Ayrıca Peygamber
Efendimizin dirayetli bir devlet adamı, iyi bir başkumandan olduğunu da sık sık
tekrarlardı.”10
Atatürk,
ölümünden onbeş gün kadar önce dünyadaki müslümanlara gönderdiği mesajında:
-Bütün dünyanın
müslümanları Allah’ın son Peygamberi Hz. Muhammed (sav) in gösterdiği yolu
takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm müslümanlar
Hz. Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli; İslamiyetin
hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira ancak bu şekilde insanlar
kurtulabilir ve kalkınabilirler.
Mustafa
Kemal Atatürk, bu mesajı Başbakan ve Dışişleri Bakanı vasıtasıyla dünyaya
açıkladı.
Atatürk’ün
bu mesajı, kendisinin ne kadar dindar ve gerçek müslüman olduğunu açıkça
gösteriyor. Onun için Büyük Önder’e olan sevgimiz, saygımız ve bağlılığımızı
isbatlayabilmek ve tazeleyebilmek için bu mesajı hatırlamalıyız. Atatürk’ün
ruhunu şad etmek istiyorsak, son sözlerine göre hareket etmeliyiz. Doğrusu
Büyük Türk Liderinin son mesajı, müslümanlar için yeni bir hayatın müjdecisi
olabilir. Müslümanlar Atatürk’ün sözlerine uyarak hem dünyada, hem ahirette
yüksek mertebeye ere-bilirler.11
Atatürk’ün
Kur’an-ı Kerim Hakkındaki Görüşleri ve Çalışmaları
Cumhuriyetin
ilanından hemen sonraları Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesi ve tefsiri
üzerinde büyük bir yarış ve faaliyet görülmektedir.
Atatürk,
1930 yılında, müslümanlar gerçek dinlerini öğrensinler diye, Kur’an’ı Türkçeye,
yeni harflerle tercüme ettirmiş ve ayrıca, Hz. Pey-gamber’in hayatıyla ilgili
bir kitabı çevirtmiştir.12
Hadimli
Mehmet Vehbi Efendi’nin “Hülasat’ül-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’an” isimli eseri ile
Muhammed Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili: Yeni Mealli Türkçe Tefsir”
isimli eseri de dahil olmak üzere, Cumhuriyetin ilk onbeş yılında,
Kur’an-Kerim’in tercüme ve tefsirine dair yazılıp neşredilen eser sayısı dokuza
varmaktadır.13
Bunlardan
Elmalık Hoca’nın tefsirini, Büyük Millet Meclisi’nin kararı ile ve Diyanet
İşleri Başkanlığı’nın bütçesine konulan tahsisatla yaz-dırıldığını, başlangıçta
mealin Mehmet Akif Bey merhum tarafından yapılmasının kararlaştırıldığını,
fakat Mehmet Akif Bey’in bilahare bu görevi bırakıp, aldığı avansı da iade
etmesi üzerine, hem mealin, hem de tefsirin Elmalık Muhammed Hamdi Yazır Hoca
tarafından yapıldığını biliyoruz.14
Atatürk,
Kur’an-ı Kerim”in Türkçeye çevrilmesinin gerekçesi konusunda şöyle diyordu:
“Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar, bunun için Kur’an Türkçe
olmalıdır.”15
“Türk
Kur’an’ın arkasından koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor; içinde ne var,
bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım arkasından koştuğu kitapta neler
olduğunu Türk anlasın.16
Ramazan
Ayında Kur’an Okutması
Atatürk’ün
Kur’an-ı Kerim’e karşı ilgisi, sadece O’nun Türkçeleştirilmesi ve camilerde
Türkçesinin de açıklanması konularına münhasır değildir. O, Kur’an-ı Kerim’in
nazm-ı celilini de daima zevkle ve huşu ile dinlemiştir. Bilhasa Ramazan
aylarında buna özen gösterirdi. Bu konuda Hafız Yaşar Okur şöyle diyor:
“Ramazanların
Atam için çok büyük bir önemi vardı. Ramazan gelir gelmez incesaz heyeti
Çankaya Köşkü’ne giremezdi. Kandil geceleri de saz çaldırmazlardı. Sadece beni
huzurlarına çağırır, Kur’an-ı Kerim’den bazı sureler okuturlardı. Ben okurken
gözleri bir noktaya takılır, derin bir huşu ile dinlerlerdi. Ruhen çok
mütelezziz olduğu her halinden anlaşılırdı.
Ramazanlarda
bir ay müddetle Hacı Bayram-ı Veli ve Zincirlikuyu camilerinde şehitlerimizin
ruhuna hatm-i şerif okumamı emrederlerdi… Büyük Atatürk bir çok vesilelerle
şöyle demiştir:
-Mukaddes
mihrabı, cehlin elinden alıp ehlinin eline vermek zamanı gelmiştir.
Bunu, dini
davranışlarına daima düstur yapmışlardır. Peygamber Efendimizden de büyük
takdirle bahsederlerdi. O devirler için hep “Hz. Peygamber’in zaman-ı
saadetlerinde…” diye saygı kelimeleri kullanırlardı. Ayrıca Peygamber
Efendimizin dirayetli bir devlet adamı, iyi bir başkumandan olduğunu da sık sık
tekrarlardı.”17
Atatürk’ün
Kur’an dinlemeyi sevdiğine dair, Florya Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde cereyan eden
bir olayla ilgili hatırasını da Mahmut Baler şöyle anlatıyor:
Atatürk,
Hafız Yaşar’a hiddetle bağırdı:
-Sen
nerdesin be adam! Hafız nerde diye ne zaman sorsam seni bulamazlar, hastadır
derler. Ama yalan, sen temaruz ediyorsun. Yani yalan yere hastalanıyorsun.
Senin bir şeyin yok.
Hafız cevap
vermeye hazırlanırken:
-Yeter,
kafi, fazla konuşma! Bir iskemle al, masanın sonundaki köşeye otur, dedi.
Atatürk,
güzel sesle okunan Kur’an’ı dinlemeyi çok severdi. Hafız’dan uşşak makamında
bir Kur’an okumasını istedi. Hafız ayağa kalkarak:
-Hangi
sureyi emredersiniz? Diye sordu. -Ne istersen onu oku, dedi. Hafız okumaya
başladı. Atatürk: -Dur, hicaz makamına geç, dedi.
Hafız birden
bire hicaz makamına geçemedi. “Hııı…hıı” diye makamı biraz aradıktan sonra
buldu ve okumaya devam etti. Sonra Atatürk, yüzünü bana çevirerek:
“Mahmut Bey,
Kur’an okur musunuz? Diye sordu. -Okurum, Efendim. -Buyurun, okuyun.
Ben,
gençliğimde iken ezberleyip hafızamda olan bir sureyi, besmele çekerek tatlı
bir makamla okumaya başladım. Kendileri de, etraf da şaşırdı. Biraz sonra bana
da:
-Hicaz
makamına geçin, dedi.
Ben hüzzam
makamıyla okumaya başladığım sureyi, musikiyle olan alakama dayanarak, hiç
duraklamadan hicaz makamına geçtim ve okumaya başladım. Hafız’a dönerek:
-Bak buraya!
İşte zeka ile aptallığın mukayesesi! Sana, Kur’an oku, dedim. Hangi sureyi
istersiniz, diye sordun. Bu şarkı değil ki beğendiğimizi okuyalım; Allah’ın
kelamı… Ne diye soruyorsun. Nereden istersen oradan oku. Sonra, hicaz makamına
geç, dedim. Makamı bulmak için Kur’an’ın azametini berbat ettin. Şaşkın herif!
Diye beni
takdirle gösterdikten sonra tekrar, işte zeka ile şaşkınlığın mukayesesi,
diyerek Hafız’ı susturdu. Ve Afet Hanıma dönerek:
-Afet Hanım,
Mahmud’a imamın hediyesini getir, ver, dedi.
Bana
herhalde bir cübbe geliyor, diye beklerken, Afet Hanım, elinde büyük ve renkli
bir kutu içinde Türk Ocağı sigarası getirdi. Ve bana uzattı. Atatürk:
-Bu kutuyu
aç ve arkadaşlarına ikram et, Ben:
Efendim,
müsaade buyurursanız, unutamıyacağım bu mutlu günün hatırası olarak bu kutuyu
saklıyayım, dedim.
-Hayır, siz
sigaraları dağıtın, hatırasını saklayın, dedi.18
Atatürk’ün
her Ramazan’da, kız kardeşi Makbule Hanım’a, Annesinin ruhu için hatim
indirilmesin rica ettiği ve hafız için, içinde para bulunan bir zarf verdiği de
bilinen bir husustur.19
Görülüyor ki
Atatürk, Kur’an-ı Kerim’in indiği ay olan Ramazan ayında çeşitli şekillerde
Kur’an okutmaktadır. Üstelik okuyuşta daha düzgün okumaları konusunda
hafızların dikkatini çekmektedir.
Atatürk Din
İstismarına ve Hurafelere Karşıdır
Atatürk,
hurafeye, safsataya, yobazlığa, taassuba ve dinin politik istismarına daima
karşı koymuş; dini, toplumu sömürme aracı haline getirmek isteyen din
bezirganlarına şiddetle çatmıştır .Burada, Atatürk’ün dini konuda verdiği
mücadelenin dinin aslına değil, bilakis din perdesi altında yürütülen taassuba
ve dinin çeşitli maksatlarla istismar vasıtası yapılmasına karşı olduğunu
gösteren bazı sözlerine yer vermek istiyorum.
“2 Temmuz
1932’de toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’nin son günlerinde Atatürk, tarih
öğretmenlerini ve öğretim üyelerini Gazi Orman Çiftliği’nde bir çaylı
toplantıya çağırdı. Bu toplantıda bizimle iki saat konuştu. Bu arada
öğretmenlerden biri Atatürk’e şunu sordu:
-Paşam, din
lüzumlu bir şey midir? Halifeliğin kaldırılması iyi mi olmuştur?
Atatürk, bu
soruya şu cevabı verdi:
-Evet, din
lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası
vardır ki, din Tanrı ile kul arasındaki kutsal bir bağlılıktır. Mutaassıp
İslamcıların.din komisyonculuğuna izin verilmemelidir. Dinden maddi çıkar
sağlayanlar alçak kişilerdir. İşte biz, bu duruma karşıyız. Buna izin
vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan kimseler, saf ve masum halkımızı
aldatmışlardır. Bizim ve sizin mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir.
Dinle
hilafeti birbirinden ayırdetmek lazımdır. Birincisi ne kadar faydalı ise
ikincisi o kadar lüzumsuz bir hal almıştır. Halifeliği kaldırdığımız günden
bugüne kadar kimsenin buna sahip çıkmaması, müslüman dünyasının halife
olmaksızın da yürüyeceğine ve yürümekte olduğuna en güzel örnek değil
midir?!”20
“Bütün
müstebit hükümdarlar hep dini alet edindiler. İhtiras ve istibdatlarını terviç
için hep sınıf-ı ulemaya müracaat eylediler. Hakiki ulema, dini bütün alimler
hiç bir vakit bu müstebit tacdarlara inkiyad etmediler; tehditlerden
korkmadılar. Bu gibi ulema kamçılar altında dö-ğüldü; memleketlerinden sürüldü;
zindanlarda çürütüldü; darağaçlarında asıldı. Lakin onlar yine o hükümdarların
keyfine, dini alet yapmadılar.”21
Cehalet ve
tassup, dini istismar için en müsait ortamı meydana getirdiğinden ve bunu
gidermek için gerçek din bilginleri yetiştirmenin gereğini ise şöyle
vurgulamaktadır:
“Fakat bunca
asırlarda olduğu gibi, bugün dahi, akvamın cehlinden ve taassubundan istifade
ederek, binbir türlü siyasi ve şahsi maksat ve menfaat için dini alet ve vasıta
olarak kullanmak teşebbüsünde bulunanların dahil ve hariçte mevcudiyeti, bizi
bu zeminde söz söylemekten, ma-ateessüf, henüz müstağni bulundurmuyor.
Beşeriyette din hakkındaki ihtisas ve vukuf, her türlü hurafelerden tecerrüd
ederek hakiki ulum ve fünun nurlariyle musaffa ve mükemmel oluncaya kadar din
oyunu aktörlerine her yerde tesadüf edilecektir.”22
Dini
konularda sözleriyle uygulamaları birbirini tutmayan kimselerin esas
maksatlarını da şu sözleriyle ifade ediyor:
“Masum
halka, beş vakit namazdan maada, geceleri de fazla namaz kılmayı vaaz ve
nasihat etmek, belki ömründe hiç namaz kılmamış olan bir politikacı tarafından
vaki olursa bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?!”23
“…İslam
dinini, yüzyıllardan beri alışageldiği üzere bir siyaset aracı durumundan
uzaklaştırmak ve yüceltmek gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz Kutsal ve ilahi
inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan ve her türlü
menfaat ve ihtiraslara görünüş sahnesi olan siyasetlerden ve siyasetin bütün
kısımlarından bir an önce ve kesin olarak kurtarmak milletin dünyevi ve uhrevi
mutluluğunun emrettiği bir zarurettir. Ancak bu suretle İslam dininin yüceliği
belirir.”24
Bu sözlerden
anlaşıldığı üzere Atatürk, din istismarı yapmaya şiddetle karşıdır. Siyasi ve
şahsi nedenlerle din istismarı yapılmasına, dinin siyasete alet edilmesine asla
tahammülü yoktur. Müslüman oldukları halde çöken ve yıkılan milletlerin,
geçmişlerinin yanlış alışkanlıklarına ve inançlarına İslam’ı dayanak yaptıkları
ve İslami gerçeklerden uzaklaştıkları için, yok olduklarını söyler. Dinin
hurafelerden ve batıl inançlardan arındırılmış olarak insanlara sunulmasını
ister.25
Atatürk,
gerçek dine ne kadar taraftar ise hurafelerden ve bid’atlardan oluşan; akla,
mantığa ve bilime yer vermeyen din anlayışına o kadar karşıdır. Zaten bu hurafe
ve bid’at anlayışına İslam dini de karşıdır. Bu konu ile ilgili olarak Atatürk
şöyle der:
“Türk
milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek
istiyorum. Dinime, bizzat hakikata nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum.
Şuura muhalif, terakkiye muhalif hiçbir şey ifade etmiyor. Halbuki Türkiye’ye
istiklalini veren bu Asya milletinin içinde daha karışık, sun’i, itikad-ı
batıladan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası
gelince, tenevvür edecekler. Onlar ziyaya takarrüp edemezlerse kendilerini mahv
ve mahkum etmişler demektir. Onları kurtaracağız!”26
Gene bir
konuşmasında:
“…Herhalde
zihniyetlerde mevcut hurafeler kamilen tardolunacaktır. Onlar çıkarılmadıkça
dimağa hakikat nurlarını infaz etmek imkansızdır. Ölülerden istimdat etmek
medeni bir heyet-i ictimaiyye için şeyndir.”27 (ayıptır)
Atatürk’ün
Gerçek Din Bilginlerini Takdiri ve Övgüsü
Dini şahsi çıkarlarına ve menfaatlerine alet edenlere karşı olan Atatürk, gerçek din bilginlerini ise her zaman takdir etmiş, hizmetlerini övmüş ve onlarla övünmüştür.
Dini şahsi çıkarlarına ve menfaatlerine alet edenlere karşı olan Atatürk, gerçek din bilginlerini ise her zaman takdir etmiş, hizmetlerini övmüş ve onlarla övünmüştür.
Atatürk, 24
Eylül 1924 tarihinde Amasya’da, şerefine verilen bir ziyafetin sonunda, sözü
Milli Mücadele’ye getirerek şöyle diyor:
“Efendiler!
Bundan beş sene evvel buraya geldiğim zaman bu şehir halkı da, bütün millet
gibi, hakiki vaziyeti anlamışlardı. Fikirlerde karışıklık vardı. Dimağlar adeta
durgun bir haldeydi. Ben burada bir çok zevatla beraber, Kamil Efendi Hazretleriyle
de görüştüm. Bir cami-i şerifte hakikati halka izah ettiler. Efendi Hazretleri
halka dediler ki:
-Milletin
şerefi, haysiyeti, hürriyeti, istiklali hakikaten tehlikeye düşmüştür. Bu
felaketten kurtulmak, icap ederse vatanın son ferdine kadar ölmeyi göze almak
lazımdır. Padişah olsun, halife olsun, isim ve unvanı ne olursa olsun, hiç bir
şahıs ve makamın mevcudiyetinin hikmeti kalmamıştır. Tek kurtuluş çaresi,
halkın doğrudan doğruya hakimiyeti ele alması ve iradesini kullanmasıdır.
İşte Efendi
Hazretlerinin bu yol gösteren va’z ve nasihatından sonra herkes çalışmaya
başladı. Bu münasebetle Müftü Kamil Efendi Hazretlerini takdirle yadediyorum.
Ve genç Cumhuriyetimiz, bu gibi ulema ile iftihar eder.”28
Bir başka
konuşmasında da hakiki alimlerden şöyle bahsediyor:
“Efendiler!
Bir fikri daha tashih etmek isterim. Milletimizin içinde hakiki ulema, ulemamız
içinde, milletimizin bihakkın iftihar edebileceği alimlerimiz vardır. Fakat
bunlara mukabil ilmi kisve altında ilmi hakikatlerden uzak, lüzumu kadar teallüm
edememiş, ilim yolunda layıkı kadar ilerleyememiş, hoca kıyafetli cahiller de
vardır. Bunların ikisini birbirine karıştırmamalıyız. Seyahatlerimde bir çok
hakiki münevver ulemamızla temas ettim. Onları en yeni ilmi terbiye almış,
sanki Avrupa’da tahsil etmiş bir seviyede gördüm. İslamiyetin hakikatlerine ve
ruhuna vakıf olan alimlerimizin hepsi bu kemal mertebesindedir.29
Nitekim
Atatürk’ün övgüyle bahsettiği müftüler ve din adamları ülkenin kurtulması için
milli mücadelede de kendilerine düşen görevleri yerine getirmişlerdir.
Mondros
Ateşkesi (mütarekesi,30 Ekim !918) sonrasında batı ülkeleri hemen ülkemiz
aleyhine faaliyete geçmiştir. İç ve dış ihanet odakları el ele vererek
anayurdumuz Anadolu, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlıların işgaline uğramıştır.
Böyle bir
anda milletin ruhunda ve benliğinde mevcut olan direnme gücünü ateşleyen
hocalar, müftüler, din adamları, Milli Mücadele fikrinin doğuşunda önemli bir
faktör olmuşlardır. Ölüm kalım mücadelesinin ilk günlerinde halk Mustafa Kemal
Paşa’nın da belirttiği gibi, “Hakiki vaziyeti alamamışlardı, fikirlerde
karışıklık vardı, dimağlar adeta durgun haldeydi.” Pek çok din adamı gene
Mustafa Kemal Paşa’nın ifadesiyle “hakikati halka izah ettiler… doğru yolu
gösteren vaaz ve nasihatlerden sonra herkes çalışmaya başladı.”
Bu cümleden
olarak İzmir’in işgalinden sadece 4 saat gibi kısa bir süre sonra düzenlediği
mitingde; “işgal edilen bir memleket halkının silaha saldırılması dini bir
görevdir” diyen Müftü Ahmet Hulusi Efendi’nin etrafında Denizli’ler hemen
birleşmişlerdir.
Din adamları
Milli Mücadele kıvılcımını ateşlemekle kalmadılar. Kimileri ellerinde silah
beldelerini de korumuşlardır. Örneğin İsparta’da Hafız İbrahim Efendi
DEMİRALAY, Afyonkarahisar’da da Hoca İsmail Şükrü ÇELİKALAY adlarında gönüllülerden
alaylılar teşkil etmişlerdir.
Öte yandan
hiçbir Müdafa-i Hukuk Cemiyeti yoktur ki, onun içinde veya başında bir din
adamı bulunmasın. Bilindiği üzere TBMM bu ku-ruluşların üzerine bina
edilmiştir. Yine Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Anadolu topraklarına ayak
bastığında onu karşılayanların başında din adamları ön saflarda yer
almışlardır.
Kısaca ilk
direniş fetvasını veren ve örgütünü kuran Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi
Efendi’den, İzmir Valisi İzzet Bey’in Yunan işgaline karşı çıkmaması üzerine, “Vali
Bey… bu sakalım kanımla kızarabilir, ama bu alına Yunan alçağını sükunetle
selamlamış olmanın karasını sürerek huzuru ilahiye çıkamam” diye haykıran İzmir
Müftüsü Rahmetullah Efendi, Mustafa Kemal Paşa’ya “Paşam! Bütün Amasya
emrinizdedir” diyen Müftü Hacı Tevfik Efendi’den Milli Mücadele’nin meşru
olduğuna dair fetva veren M. Rifat Efendi ve daha niceleri, Mustafa Kemal
Paşa’nın “Ya İstiklal Ya ölüm” parolası etrafında birleşmişlerdir.31
Atatürk,
İstiklal Savaşı’ndan sonra da yaptığı yurt seyahatlerinde din adamlarıyla
sohbet etmiş ve gerçek din alimlerini daima takdir etmiş, hizmetlerini övmüş ve
onlarla iftihar etmiştir.
Atatürk’ün
Din Eğitimine Verdiği Önem
Atatürk, genel eğitime önem vermesinin paralelinde din eğitimine de önem vermiştir. Din eğitimini, milli eğitimin ilk hedefleri arasına almakla kişilerin dinini, diyanetini öğrenmek mecburiyetinde olduğunu belirtmiş ve okulları bu eğitimin tek yeri olarak göstermiştir. O, bu konuda şunları söyler:
Atatürk, genel eğitime önem vermesinin paralelinde din eğitimine de önem vermiştir. Din eğitimini, milli eğitimin ilk hedefleri arasına almakla kişilerin dinini, diyanetini öğrenmek mecburiyetinde olduğunu belirtmiş ve okulları bu eğitimin tek yeri olarak göstermiştir. O, bu konuda şunları söyler:
“Müslümanların
toplumsal hayatında hiç kimsenin özel bir sınıf olarak varlığını korumaya hakkı
yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini hükümlere uygun hareket etmiş
olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit
olarak öğrenmeye mecburuz. Her kişi dinini, din işlerini, imanını öğrenmek için
bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur.”32
3 Mart 1924
tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Türkiye’deki bütün eğitim ve öğretim
kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Bu kanunun din eğitimi ile ilgili
4. maddesi aynen şöyledir:
Madde 4-
Maarif Vekaleti yüksek diniyat mütehassısları yetiştirilmek üzere Darülfünun’da
bir ilahiyat Fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidemat-ı diniyyenin
ifası vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler kuşat
edecektir.
Atatürk, bu
kanun çıkmadan önce, 31 Mart 1923 günü İzmir’de yaptığı bir konuşmada yüksek
din eğitimi görmüş din bilginlerinin yetişmesini istemiş ve şöyle demişti:
“Milletimiz
ve memleketimizin irfan ocakları bir olmalıdır. Bütün memleket evlatları aynı
surette oradan çıkmalıdır. Fakat nasıl ki her alanda yüksek meslek ve ihtisas
sahipleri yetiştirmek lazım ise, dinimizin felsefi gerçeğini araştırma,
inceleme ve öğretme bakımından ilmi ve fenni kudrete sahip olacak (güzide ve
hakiki ülema-yı kiram) seçkin ve hakiki alimleri yetiştirecek yüksek
müesseselere malik olmalıyız.”33
Bir
defasında Meclisi açış konuşmasında eğitimi yaygınlaştırarak köylüyü de
eğitmenin gereğini şöyle vurgular:
“Efendiler!
Yüzyıllardan beri milletimizi yöneten hükümetler, maarifi yaygınlaştırmak
arzusunu açıklaya gelmişlerdir. Ancak bu arzularına erişmek için Doğu’yu ve
Batı’yı taklitten kurtulamadıklarından, sonuç milletin cehaletten
kurtulamamasına müncer olmuştur.
Bu hazin
gerçek karşısında bizim takibe mecbur olduğumuz maarif siyasetimizin ana
hatları şöyle olmalıdır: Demiştim ki, bu memleketin sahibi ve hey’et-i
içtimaiyemizin unsur-ı esasisi köylüdür. İşte bu köylüdür ki, bugüne kadar
nur-ı marifetten mahrum bırakılmıştır. Binaenaleyh bizim takip edeceğimiz
maarif siyasetinin temeli, evvela mevcut cehli izale etmektir. Teferruata
girmekten ictinaben, bu fikrimi bir kaç kelime ile tavzih için diyebilirim ki,
alelıtlak umum köylüye, okumak, yazmak ve vatanını, milletini, dinini, dünyasını
tanıtacak kadar coğrafi, tarihi, dini ve ahlaki malumat vermek ve a’mal-i
erbaayı öğretmek, maarif programımızın ilk hedefidir. Bu hedefe varmak, eğitim
tarihimizde kutsal bir merhale teşkil edecektir.”34
Atatürk
Erkekler Kadar Kadınların da Eğitimine Önem Vermiştir.
İslam
Dini’nin “Oku” emri kadın ve erkeği ayırt etmeksizin her ikisine beraberdir.
Ayrıca Hz. Peygamber (sav): “İlim her kadın ve erkek üzerine farzdır.” diyerek
ilmin her iki cinse farz olduğunu belirtmiştir.
Atatürk, bu
konuda:
“Bizim dinimiz
hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın
emrettiği şey müslüman erkek ve müslüman kadının beraberce ilim ve irfan
kazanmasıdır. Kadın ve erkek ilim ve irfanı aramak, nerede bulursa oraya gitmek
ve onunla donanmış olmak mecburiyetindedir.”35
Atatürk, bir
diğer konuşmasında ise:
“…Bizim ulvi
dinimiz, her müslim ve müslimeye ilim tahsilini farz kılıyor ve her müslim ve
müslime, ümmeti tenvir ile mükelleftir.”36
Diyerek
insanları aydınlatmada kadın ve erkeğin müştereken mükellef olduğunu
belirtiyor. Çünkü insanlar ilk eğitimlerini ve kültürlerini, kültür değerlerini
anne kucağında elde ederler. Yeni nesillerin beden ve ruh sağlığı içinde
olabilmelerinde aile bireylerinin eğitimleri ile kültürleri önemli rol oynar. Zira
toplumun sağlıklı, sağlam olması, kişilerin milli ve manevi değerlere
bağlılıkları ailede alacakları kültüre bağlıdır. Kadını cahil olan topluluklar,
hasta nesiller yetiştirirler ve toplum telafisi güç problemlere gebe olur.37
Kadının eğitimi toplumun tümünün eğitimi demektir.
Atatürk’ün
din eğitimi konusundaki görüşü, görüldüğü gibi, dini gerçekleri ilmi bir
zihniyetle ele alıp araştıracak bilginleri yetiştirmek üzere kurulacak yüksek
eğitim öğretim kurumlarına sahip olmanın yanında, her ferde dininin, diyanetinin,
imanının mutlaka mekteplerde öğretilmesi ve hepimizin bunları mütesaviyen
öğrenmek mecburiyetinde olduğumuzdur. 38 Bu konuda da kadın ve erkek ayrımı
yoktur.
Atatük’ün
Camiilerde Verilen Hutbeler Konusundaki Görüşleri
Günümüzde
hutbeler, cuma ve bayram günleri cami minberlerinde halka verilen en önemli
yaygın din eğitimi vasıtasıdır. Her cuma ve bayram yüzbinlerce insan camilerde
Türkçe olarak okunan hutbeleri dinlemekte ve bu hutbelerle din konusunda
bilgilenmektedirler.
Atatürk 7
Şubat 1923 günü Balıkesir Paşa Camii’nde güzel bir hutbe okudu ve irad ettiği
bu hutbe ile günümüz hatiplerine iyi bir hutbe örneği bıraktı. Hutbeden sonra
cemaat tarafından 20 soru soruldu.39 Bunlar arasında hutbeler hakkında sorulan
sorulara şöyle cevap verdi:
“Hutbeler
hakkında sorulan sualden anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin şekli, milletimizin
fikri hisleri, dili ve medeni ihtiyaçlarıyla uygun görülmemektedir. Efendiler!
Hutbe demek, nasa hitap etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası
budur. Hutbe denildiği zaman bundan bir takım mefhum ve manalar istihraç
edilmemelidir. Hutbeyi irad eden hatiptir. Yani söz söyleyen demektir.
Hutbeden
amaç, halkın aydınlatılması ve ona yol gösterilmesidir, başka birşey değildir.
Yüz, ikiyüz, hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehl ve gaflet
içinde bırakmak demektir. Hatiplerin normal olarak halkın günlük kullandığı dil
ile konuşmaları gereklidir. Geçen yıl Millet Meclisi’nde söylediğim bir nutukta
demiştik ki, “Minberler halkın akılları,vicdanları için bir ilim irfan kaynağı
olmuştur.” Böyle olabilmek için minberlerde söylenecek sözlerin bilinmesi ve
anlaşılması ilim ve fen gerçeklerine uygun olması lazımdır. Hutbeyi verenlerin
siyasi olayları, sosyal ve medeni olayları her gün izlemeleri zorunludur.
Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış aşılamalar yapılmış olur. Bu nedenle
hutbeler tamamen Türkçe ve günün gereklerine uygun olmalıdır ve olacaktır.”40
Atatürk’ün
bu işaretleri üzerine bu konu bütün yurt düzeyinde tartışıldı.41 Ancak bu
hutbeden dört yıl sonra 17 Şubat 1927 tarihinden itibaren her camiide okunmak
üzere 51 konuyu içeren Türkçe hutbe kitabını Türkiye’deki bütün imam-hatiplere
Diyanet İşleri Başkanlığı dağıttı. O zamanın Diyanet İşleri Başkanı Rifat
Börekçi yazdığı önsöz’de: “Hutbenin tamamen Arapça okunması, hutbelerdeki
mev’izelerden müstefit olmak isteyen ve lisan-ı arabiye vakıf olmayan
müslümanların (şu) dindarane emeline imkan vermemektedir” der42 ve hatiplere
rehber olmak üzere kitabın yayınlandığını ifade eder. İşte 17 Şubat 1927
tarihinden itibaren camilerimizde bugünkü uygulama başlatılmış oldu. Hala da
devam etmektedir.43
Atatürk
bütün bunları halkın dinini anlayarak, bilerek uygulamalarını sağlamak için
yapıyordu.44 Günümüzde bu görüşler istikametinde hutbelerin hazırlanması ve
hatiplerin kendilerini iyi hutbe hazırlayıp okumaları çok önemli bir husustur.
Halkın minberde kendi dilinden okunan hutbeyi anlaması ve hutbeyle din
konusunda bilgilendirilmesi önemlidir.
Laiklik
Dinsizlik Değildir
Atatürk,
laikliğin din aleyhtarı bir zihniyetle uygulanma ihtimalini gö-zönüne alarak
şöyle demiştir:
“Laik
hükümet tabirinden dinsizlik manasını çıkarmaya yeltenen fesatçılara fırsat
vermemek lazımdır.”45
Aynı zamanda
Atatürk, Laikliğin din ve vicdan hürriyetinin teminatı olduğu konusundaki
görüşlerini şöyle belirtmektedir:
“Laiklik
yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların
vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir… Laiklik, asla dinsizlik olmadığı
gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek
dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir. Laikliği dinsizlikle karıştırmak
isteyenler, ilerleme ve canlılığın düşmanları ile gözlerinden perde kalkmamış
doğu kavimlerinin fanatiklerinden başka kimse olamazlar… Türkiye
Cumhuriyeti’nde her yetişkin dinini seçmekte hür olduğu gibi, belirli bir dinin
merasimi de serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı
değiliz Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştımamaya
çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz…”46. Aslında
iyi incelendiği takdirde Laiklik bu haliyle İslam Dini’nin özünde mevcuttur.
Akıl,
mantık, ilim, gelişme, dinamizm ve vicdan hürriyeti temellerine dayanan,
evrensel olan ve çağdaşlaşmayla çatışmayan İslam dini ile laiklik arasında bir
zıddiyet, aykırılık söz konusu olmadığı gibi tam bir uygunluk da vardır.47
Laiklik dine saygıya ve gerçek dindarlığın gelişmesine imkan sağladığı gibi48
dinin siyaset alanında istismarına karşı da bir güvencedir.49
Sonuç
Atatürk’ün din konusunda anlattığımız fikirleri ve uygulamaları onun Allah’a, Peygamber’e, Kur’an’a inanan samimi bir müslüman olduğunu göstermektedir. O, dinin özüne ve aslına bağlıydı. Bid’atlere, hurafelere, dinin menfaat ve siyaset çıkarlarına alet edilmesine karşıydı. Türk insanının dininin aslını, katıksız öğrenmesini ve yaşamasını istiyordu. Eğitimin okul-larda yapılmasını istiyordu. Halkın din eğitimini doğru-dürüst ve yeterli şekilde almasını istiyordu. Laiklikle din ve vicdan hürriyetini teminat altına almak istemişti. Ord.Prof. Ali Fuat Başgil’in de belirttiği gibi,”Laiklik; devrimizin ihtiyaçlarından doğma bir zarurettir. Laik olmayan bir devlette, din hürriyetinin güvenilir bir teminatı yoktur… Laiklik prensibini, samimiyetle kabul ve tasvip eden ve o yolda uygulamaya geçen bir devlette, bütün aksaklıklar bertaraf edilmiş olur.”50
Atatürk’ün din konusunda anlattığımız fikirleri ve uygulamaları onun Allah’a, Peygamber’e, Kur’an’a inanan samimi bir müslüman olduğunu göstermektedir. O, dinin özüne ve aslına bağlıydı. Bid’atlere, hurafelere, dinin menfaat ve siyaset çıkarlarına alet edilmesine karşıydı. Türk insanının dininin aslını, katıksız öğrenmesini ve yaşamasını istiyordu. Eğitimin okul-larda yapılmasını istiyordu. Halkın din eğitimini doğru-dürüst ve yeterli şekilde almasını istiyordu. Laiklikle din ve vicdan hürriyetini teminat altına almak istemişti. Ord.Prof. Ali Fuat Başgil’in de belirttiği gibi,”Laiklik; devrimizin ihtiyaçlarından doğma bir zarurettir. Laik olmayan bir devlette, din hürriyetinin güvenilir bir teminatı yoktur… Laiklik prensibini, samimiyetle kabul ve tasvip eden ve o yolda uygulamaya geçen bir devlette, bütün aksaklıklar bertaraf edilmiş olur.”50
Atatürk,
ülkemizde ve İslam dünyasında esaretten ve çaresizlikten kurtulma yolunu
açmasıyla İslam dinine ve İslam dünyasına en büyük hizmeti yaptığını iyi
anlayıp ve anlatmak gereklidir. Bağımsızlık mücadelesinde diğer İslam
ülkelerine de öncülük etmiştir.
Atatürk
dinin değil; cehalet, bidatler, hurafeler ve din istismarcılarının
karşısındaydı. Bu da bazı çevrelerce din düşmanlığı şeklinde algılanmış veya
gösterilmiştir. Oysa ki Atatürk Hz. Peygamber zamanındaki gerçek İslamiyetin
yanındaydı. Bu durumu bir konuşmasında şöyle ifade ediyordu:
“…Tereddütsüz
diyebilirim ki, bugünkü İslam dini başka, Peygamberin zamanındaki İslam dini
başkadır. Gerçek İslamiyet, yaratılıştan gelen mantıklı bir dindir. Hayalleri,
yanlış düşünceleri, boş inançları hiç sevmez, özellikle nefret eder…”51
1 Laiklik ve Atatürk’ün Laiklik Politikası, Genel
Kurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı, Ankara-1998,s.45; Utkan
Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara-1971, s.206.
2 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri,
Ankara-1971, s.206.
3 Utkan Kocatürk, a.g.e., s.210
4 Söylev ve Demeçler, 11,90; Ethem Ruhi Fığlalı,
Atatürk ve Din, Milli Eğitim, Ankara-1981, s.134-135.
5 Sadi Borak, Atatürk ve Din, İstanbul-1962, s.79-80.
6 Sadi Borak, a.g.e., s.33; Enver Ziya Karal,
Atatürk’ten Düşünceler, Ankara-1969, s.66-61.
7 Utkan Kocatürk, a.g.e., s.208
8 Nutuk-Söylev, Il.cilt, Ankara, T.T.K. Yayınları,
1989, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, s.106-108.
9 Sadi Borak, a.g.e., s.17.
10 Gotthart Jaschke, “Yeni Türkiye’de Kur’an-ı Kerim
Kursları,” (Tercüme:Nimet Arsan), İslam Tetkikleri Enstitüsü
Dergisi,cilt:5,cüz:l-4, İstanbııl-1973,s.62-63.
11 Nedim Sabai, Atatürk, (Urduca Yayınlarda) , A.Ü.Dil
ve Tarih-Coğrafya F. Yayınları, A.Ü. Basımevi, s.102, (Trc.Prof.Dr. Harif
Faruk)
12 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III, s.85.
13 Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, 5/1928-1931.
14 Ahmet Gürtaş, Atatürk ve Din Eğitimi, Ankara-1997,
s.39.
15 Osman Ergin, a.g.e., s.,5/1957
16 Osman Ergin, a.g.e., 5/1950
17 Gotthard, a.g.m., s.62
18 Mahmut Baler, Hayatını Tercüman İçin Yazdı, (Baldan
Damlalar) Tercüman Gazetesi,s.2.
19 Ahmet Gürtaş, a.g.e., s. 155.
20 Atatürk Önderliğinde Kültür Devrimi, Kalkınma için
Bölgesel işbirliği Tebliğleri, 9-11 Kasım 1967, Ankara-1972,s.53-54.
21 Sadi Borak, a.g.e., s.39.
22 Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler,
Ankara-1969, s.72.
23 Enver Ziya Karal, a.g.e., 73.
24 Ethem Ruhi Fığlalı, Atatürk ve Din, Milli Eğitim,
Ankara-1981, s.135.
25 Sabri Hizmetli, “Mustafa Kemal Atatürk’ün İslam
Tarihi Anlayışı,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c.15, s.44 ,sh.466.
26 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III, Ankara-1981,
s.570.
27 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II,s.214-215.
28 Sadi Borak, a.g.e., s.64.
29 Sadi Borak, a.g.e., s.38-39.
30 Ali Sarıkoyuncu, Milli Mücadelede Din Adamları,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1995, c.l, s. 17-18.
31 Enver Ziya Karal, a.g.e., s.69.
32 Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, 5/1736.
33 Yahya Akyüz, “Atatürk’ün Türk Eğitim Tarihindeki
Yeri,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C.1V.S.10 Ankara-1987,s.84.
34 Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi,
İstanbul-1977,V,1901.
35 Sadi Borak, a.g.e., s.38; Utkan Kocatürk, a.g.e.,
s.212.
36 Ahmet Vehbi Ecer, Atatürk’ün Din ve İslam Dini
Hakkındaki Görüşleri, Kayseri-1998, s.5.
37 Ahmet Gürtaş, a.g.e., s.69.
38 Sadi Borak, a.g.e., s.31.
39 Sadi Borak, a.g.e., s.31-32; Osman Ergin, a.g.e.,
V, 1944;
40 Osman Ergin, a.g.e., V,1944; Dücane Cündioğlu,
Türkçe Kur’an ve Cumhuriyet İdeolojisi, İstanbul-1998,s.43 vd.
41 Bkz. Dücane Cündioğlu, a.g.e., s.53.
42 Gotthart Jaschke, a.g.e., s.45.
43 Ahmet Vehbi Ecer, a.g.e., s. 16.
44 Osman Pazarlı, Sosyoloji, Lise III. Sınıf, Remzi
Kitabevi, Istanbul-1979, s.63.
45 Atatürkçülük, I, 111.
46 Ahmet Mumcu, Atatürk’ün Kültür Anlayışında Vicdan
ve Din Özgülüğünün Yeri, Ankara-1991.
47 Bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, “İslam ve Laiklik” Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, Kasım,1995,Sayı 33,s.635-686.
48 Ahmet Vehbi Ecer, a.g.e., s.19.
49 Ali Fuat Başgil, Din ve Laiklik, 2. bs.İstanbul,
1962, s. 171.
50 T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, VII, 3.3.1340 (1924),
s.58-60; Geniş bilgi için bkz. , Hazırlayan ve Sadeleştiren Prof.Dr. Reşat
Genç, Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar, Ankara-1998, s. 147-151.
51 A.g.e.,s. 147-151.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder