Atatürk’ün kendisine büyük devlet adamı vasfını kazandıran bazı özellikleri vardı. Bu özelliklerinden, çok önemli bazılarını ele alarak ortaya koymaya çalışacağız.
A. Karar Verme Nitelikleri
Atatürk, süratli, kesin ve isabetli karar vermekte mahirdi. Onun kararları plana ve hesaba dayanır, hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayarak ihtiyatlı hareket ederdi.
Mustafa Kemal cesurdu; çünkü yapacağı işlerde muvaffak olmak için, bütün şartların hazırlığını tamamlayarak ve karşısındakinin neler yapabileceğini hesap ederek, onlara karşı tedbirli hareket etmeyi önceden kararlaştırırdı. Örneğin, Büyük Taarruz’a karar verdiği zaman planlarını tespit ettirirken, düşman kuvvetlerinin mukabil ne gibi hareketler yapabileceğini hesap ettiği ve en kötü ihtimallere göre dahi, tedbirler almayı önceden düşündüğünü söylemiştir. 10
“îş ve eser, sahibinin karakterini ve kudretini gösteren bir aynadır” sözü boş yere söylenmiş bir laf sayılmamalıdır. Mustafa Kemal, her yapacağı işi günlerce, bazen aylarca inceden inceye düşünerek fikren hazırlardı. Bir defa karar verdi mi, onu hiçbir güçlük yolundan çeviremezdi. Yaptığı her işte, onun azim ve karakteri açıkça okunurdu. Bugün Türkiye’de elle tutulacak ne varsa, onun kudret ve kabiliyetinin, yılmak bilmeyen çalışmasının, gece gündüz ara vermeden didinmesinin meyvesidir.11
Atatürk’ün isabetli ve çabuk karar verme kabiliyetinin gelişmesinde, almış olduğu askerî eğitim ve tecrübenin büyük katkısı olmuştur. Zira, Atatürk “iyi bir devlet adamı olma” niteliğine kavuşmadan önce, “iyi bir komutan” idi. Atatürk’ün hayatının önemli bir kısmı “komutan” olarak geçmiştir. Gerçekten, 18 Ocak 1915’de 19. Tümen Komutanlığı’na atanan Mustafa Kemal, bundan sonra sırasıyla grup komutanlığı12, kolordu komutanlığı, ordu komutanlığı ve başkomutanlık görevlerinde bulunmuştur.
Komutanlar, durumları muhakeme ettikten sonra birkaç türlü hareket tarzı ile karşılaşırlar, işte bunlardan zamana ve şartlara en uygun olanı seçmek komutanlığın hünerleridir ki, fikir ve ruh kabiliyeti yüksek olanlar isabetli kararlara varmakta güçlük çekmezler. İyi düşünen ve gören bir çok insan vardır ki bunlar, kararlarını tatbik etmek veya doğru yolu bulmak kudretinden mahrumdurlar. 13
Mustafa Kemal, görüşlerini kabul ettirmeyi sevmiştir; ama bu asla rastgele bir esinti, bir kapris sonucu olmamıştır. Her önerisini, her reformu uzun süre kafasında saklamış, uzun uzun düşünmüş, iyice olgunlaştırmış, sonra ortaya atmıştır. Bununla da yetinmemiş, çevresine nasıl kabul ettireceğini, sindirilmesini nasıl sağlayabileceğini düşünmüş, etkilerinin ne olacağını hesaplamış, ancak ondan sonra gündeme koymuştur. Ama yararlı olduğuna kesinlikle inanınca da her engeli acımasızca ortadan kaldırarak uygulamaya koyulmuştur. 14
Hasan Rıza Soyak’ın anlattığına göre15 bir Amerikalı kadın gazeteci Atatürk’e:
“- İşlerinizde nasıl muvaffak oluyorsunuz? diye sormuş ve şu cevabı almıştı :
“- Ben, bir işte nasıl muvaffak olacağımı düşünmem. O işe neler mani olur, diye düşünürüm : Engelleri kaldırdın mı iş kendi kendine yürür.”
B. Çalışkanlık
Atatürk için çalışma saati diye bir şey yoktu. Yapacağı işi bitirinceye kadar uyumadan, dinlenmeden, yemek yemeden çalışırdı. Oturduğu kuru çalışma sandalyesinden kımıldamadan yirmidört saat aralıksız çalıştığı onun için olağanüstü bir şey değildi. Mücadele yıllarında, normal muntazam uyku nedir bilmemişti. Atatürk, tarih, dil ve genellikle ülke sorunlarıyla meşgul olduğu zamanlarda, tıpkı savaş meydanında imiş gibi uyumadan çalışmış ve en büyük zevki, en çok sevdiği milletine en küçük bir fayda sağlamakta ve hizmet edebilmekte bulmuştur. Türk Milleti’nin kaybetmiş olduğu yüzyılları, çok çalışmakla kapatmak lüzumuna kaniydi. Atatürk böyle çalıştı ve bugünkü şanlı Türk Milleti’ni ve Türkiye Cumhuriyeti’ni meydana getirdi.16
Atatürk’ün en güvendiği insanlardan biri olan ve onun özel kalem müdürlüğünü ve genel sekreterliğini yapan Hasan Rıza Soyak anlatıyor :17
Atatürk, çalışmaları sırasında, zaman, mekan ve hatta imkan kavramlarıyla kat’iyen bağlı değildi. Nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun, resmî, millî veya vatanî bir görev ortaya çıktı mı, derhal onu yerine getirmeye çalışırdı. Çoğu zaman, herhangi bir gezi anında, kırda, bayırda ısrarı üzerine otomobil içinde çalıştığımız ve evrak tetkik ettiğimiz zamanlar olmuştur. Eğlenirken, beni veya bir görevliyi görünce, derhal “beni mi istiyorsunuz?” der ve olumlu cevap alınca, eğlenceyi bırakır ve görevliyi takip ederdi. Bütün görevliler, emrinde çalışanlar, kendisini her karar verdiğimiz dakikada, uykuda olsa bile, uyandırmak yetkisini haizdik. Atatürk, eline gelen bir işi bitirmeden rahat edemezdi. Zaruret mevcut değilse bile, işi ileriye bırakmak adeti değildi; bazen hiç durmadan okuduğu, kırksekiz saat çalıştığı da vakidir.
Bir keresinde, bir İstanbul seyahatinden Ankara’ya dönmüştüm. Derhal köşke gittim, hizmetçilere Atatürk’ün ne durumda olduğunu sordum, “iki gün, iki gecedir devamlı okuyor, birkaç defa banyo yaptı ve şezlongda istirahat etti.” dediler. Hemen yatak odasına girdim. Atatürk, koltuğa bağdaş kurmuş oturuyordu. Genellikle bu şekilde otururdu. Elinde bir tarih kitabı vardı, bitirmeye çalışıyordu. Bana, “Hoş geldin!” dedikten sonra : “Elime bir kitap geçti, bilmem ne zamandan beri okuyorum.” diye ilave etti.
- Yorulmadınız mı Paşam? diye sordum.
“- Hayır!” dedi. “Yalnız gözlerim yaşarıyor; fakat onun da çaresini buldum. Biraz tülbend aldırttım ve parça parça kestirttim. Bu parçalarla gözlerimi siliyorum.” 18
işte bu örnek, Atatürk’ün çalışmada zaman kavramı tanımadığını göstermektedir.
Atatürk’ün Çanakkale’den itibaren yaverliğini yapmış olan ve onunla Anadolu’ya birlikte geçip, zaferden sonra milletvekili olan Cevat Abbas Gürer, Atatürk’ün çalışkanlığını şu şekilde dile getirmektedir:19
Atatürk’ün uyanık geçirdiği zamanla, uykuda geçirdiği süre, kıyaslanamayacak kadar farklıdır. Atatürk’ün bir insan ömrüne sığamayacak kadar zengin olan mesaisini tasnif ederek açıklayacak ve detaya girecek değilim. Atatürk’ün durmayan, dinlenmeyen, yıpratıcı çalışma tarzının açıklanması bu yazıya sığmaz. Ben yalnız Atatürk’ün içinde bulunduğu durum ve olayları tasnif etmeden ve detaylı izahına girmeden, genel mesaisi içerisinde pek azma temas ederek, çalışması uğrunda ne için ve ne derece kendini feda ettiğini özetlemeye çalışacağım: Atatürk’ü yakından tanıyanlar pek iyi bilirler ki, yirmi dört saatlik hayatını hiçbir zaman bir programa sığdıramamıştı. Zaten onun karşı karşıya kaldığı olaylar, zamana bırakılamayacak kadar acele karar ve uygulamayı gerektirdiklerinden, programlı bir hayat sürmesine müsaade etmemişlerdi.
Muharebelerde olduğu gibi, günlük devlet işlerinde de, önemine göre bu işin, gece veya gündüzün her saatinde kendisine arz olunmasını isterdi. Uykunun dostu değildi. Zaman zaman geçirdiği kısa hastalıkları hariç, sabah güneşini görmeden yatağına girmez ve uyumazdı. Genellikle uykuda geçirdiği zamana acırdı. Bir defa bana demişti ki:
- Hayat pek kısa. Çocukluk ve okul hayatı bir kısmını alıyor. Geriye kalanını ise, uyku yarıya indiriyor. Uykusuzluğu giderecek ve insan vücuduna verdiği dinlenme gıdasını Verecek tabletler icat edilse… Bir gün o da olacaktır. Nitekim tıp ve kimya ilmi uyutmak için pek güzel ilaçlar yapmışlardır.
Gülerek ilave etmişti:
- Bunu daha da genişletebiliriz. Orduların yiyecekleri de bir gün tablet haline getirilebilir. Aylık yiyeceklerini askerler çantalarında taşıyabilir. Yalnız cephane nakliyatı işi kalır. O da motorlu araçlarla sağlanır. Böyle bir ordu neler yapmaz?..20
C. Gerçekçilik
Çok yönlü bir insan olan Atatürk realistti. Atatürk gerçeği arayan ve onu buldukça da kuvveti ve kudreti artan bir insandı. Hiçbir işi talihe bırakmazdı. Maceracı değil hesapçı idi; açık anlamı ile gerçekçi idi.
Atatürk 1923 tarihli konuşmasında 2I, “Birbirimize daima hakikati söyleyeceğiz. Felaket ve saadet getirsin, iyi ve fena olsun, daima hakikatten ayrılmayacağız.” demiştir. Keza yine 1931 yılında bir konuşmasında 22, “biz daima hakikati arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza kani oldukça açıklamaya cür’et gösteren adamlar olmalıyız.” demek suretiyle hem gerçekçiliğini ortaya koymuş, hem de devlet yöneticilerine bir istikamet göstermiştir.
Böylece, hayatı boyunca gerçekçi bir yol izleyen Atatürk, yönetici durumunda olan herkesin ve hatta devlet memurlarının da gerçekçi olmasını istemiştir.
Atatürk, gerek iç politikada gerekse dış politikada hayalciliği daima büyük bir hata olarak kabul etmiştir. O’na göre, “dünyanın bugünkü genel şartları ve yüzyılların dimağlarda ve karakterlerde biriktirdiği gerçekler karşısında, hayalperest olmak kadar büyük hata olamaz. Tarihin anlattığı budur; ilmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir.” 23 Yine Atatürk’e göre, “millî siyaset dediğimiz zaman kastettiğimiz anlam ve işaret etmek istediğimiz hususlardan birisi de, varılması mümkün olmayan amaçlar peşinde milletin zamanını alarak onları zarara uğratmamaktır.”24
Atatürk, iç politikada olduğu gibi dış politikada da realistti. Hayalci ve maceracı davranışlardan milletin neler çektiğini çok iyi bildiğinden, kazanılan zaferleri tehlikeye sokmamak için azami derecede tedbirli idi.25
Atatürk’ün gerçekçi olmasının en tabii sonucu, bütün işlerinde aklı ve bilimi esas almasında kendisini göstermektedir.
D. İleri Görüşlülüğü
Atatürk, ileri görüşlü bir devlet adamı idi. Zaten büyük devlet adamlarında bulunması gereken vasıflardan birisi de ileri görüşlülüktür.
Atatürk’ün ileri görüşlülüğünü kelimelerle anlatmak yerine, bu konuda onun yakınında bulunan bazı kişilerin anlattığı anıları ele almak çok daha isabetli olacaktır.
Kılıç Ali’nin anlattığına göre 26 Mustafa Kemal, Selanik’te yine bir akşam o zaman sıhhiye müfettişi olan eski Hariciye Vekili Dr. Tevfik Rüştü Araş, Nuri Conker, Salih Bozok Beylerle birlikte Olimpiyos birahanesinde oturmuşlar, içerlerken devletin dış siyaseti bahis mevzuu oluyormuş. Bu arada Mustafa Kemal, bir takım acı tenkitler yaptıktan sonra işi latifeye dökmüş ve Tevfik Rüştü Bey’i göstererek:
“- Bu bozuk siyaseti bir gün doktor vasıtasıyla düzelttireceğim.” deyince yakın ve teklifsiz arkadaşı olan Nuri Conker:
“- Ne? Ne?… Sen mi düzelttireceksin?” diye küçümseyerek sormuş. Bunun üzerine Nuri Bey ile arasında şöyle bir konuşma geçmiş;
“- Evet, ben doktoru Hariciye Nazırı yapacağım, bütün falsoları ona tamir ettireceğim.”
Nuri Bey latife ederek sormuş :
“- Demek sen doktoru Hariciye Vekili yapacaksın, o halde ya beni?”
“- Seni de vali ve kumandan yaparım!”
Bu konuşmaya hazır bulunan Salih Bozok da karışıyor :
“- Herhalde bu arada beni de bir şey yaparsınız?”
Mustafa Kemal, Salih Bey’in bu sualine, biraz düşündükten sonra :
“- Salih seni yaver yapacağım ve yanımdan ayırmayacağım.”
cevabını verince Nuri Bey yine dayanamamış, tekrar atılarak :
“- Allah’ını seversen sen ne olacaksın ki hepimize şimdiden böyle bir takım makamlar veriyorsun?” demiş.
Mustafa Kemal, Nuri Bey’in sorduğu bu suale gülerek :
“- Bu memuriyetleri, bu makamları veren ne olursa işte ben o olacağım.” diye cevap vermiş.
Kılıç Ali’nin açıklamasına göre vaktiyle genç bir subay çağında iken arkadaşları arasında cereyan etmiş olan ve ileri görüşün şayanı hayret bir tezahürü sayılan bu konuşmayı Atatürk, bu arkadaşlarına sık sık tekrar ettirip anlattırırdı.
Atatürk’ün ileri görüşlülüğü konusunda son derece enteresan bir anıyı da Afet İnan anlatmaktadır : “Tuhaf bir olaydır belki… Mustafa Kemal’in Mussolini’nin Türkiye hakkındaki beyanatlarından birisini okuduğu bir andı. Yine hırslandı ve Mussolini için şöyle söyledi: Memleketi için iyi bir insan değil. Göreceksiniz bunu ayaklarından asacaklar. Ben şaşırmıştım. Ayaklarından asacaklar ne demekti? Nitekim öyle oldu. Bu husus onun öngörüsü müdür nedir bilemiyorum.”27
Gerçekten Afet înan’ın da belirttiği gibi, Mussolini, İtalyanlar tarafından ayaklarından asılarak öldürülmüştür.
Atatürk’ün yakın arkadaşlarından olan ve 12 sene onun Hariciye Vekilliğini yapmış bulunan Dr. Tevfik Rüştü Araş, Atatürk’ün hem çalışkanlığını hem de ileri görüşlülüğünü gösteren bir hatırasını şu şekilde anlatmaktadır:28
“ 1920 yılı, ilkbaharın sonlarına doğru bir gün Mustafa Kemal beni Ankara İstasyonu’nun bitişiğinde ikamet etmekte olduğu evciğe çağırdı. “Yeşil Ordu” adı verilen gizli teşkilat ile ilgili bazı hususları görüştük. Mustafa Kemal o gece bazı arkadaşların da davet edilerek nezdinde toplanmaklığımızı istedi. Öylece de yapıldı. Hatırımda kaldığına göre o gece dokuz, on kişi kadar vardık. Bulunanlar arasında sayın Cumhurbaşkanımızı, merhum Muhtar Beyi, merhum Yunus Nadi Beyi ve Kılıç Ali Beyi iyi hatırlıyorum. Ciddi işler konuşulduğu zaman Atatürk’ün yanında kahveden başka bir şey içilmezdi. Hele alkol asla bulundurulmazdı. O geceki görüşme uzunca sürdü. Bittiği zaman gece yarısını geceli iki saat olmuştu. Toplantıya her zamanki gibi kendisi başkanlık ediyor ve görüşmeleri o yönetiyordu. Ülke dışından ve içinden çeşitli yerlerden ve kişilerden gelen raporlar okunmuş, ülkenin kurtuluşu ile ilgili çeşitli konular konuşulmuş ve aramızda çetin tartışmalardan sonra üzerinde anlaştığımız görüşler ve hatta bazı kararlar sırasıyla yazılmıştı. Görüşmemiz tümüyle sona erdikten sonra o gece için son kahve içilirken Mustafa Kemal bana hitap ederek:
“- Bugün öğleden sonra bu konular etrafında bir arkadaşla görüşmüş bazı notlar almıştım. Tevfik Rüştü, lütfen köşedeki saksının içinde duran o notları alıp okur musun?” dedi.
Tabiatıyla istediği kağıdı bulup okumaya koyuldum. Hepimiz hayret içinde kalmıştık. Saatlerce üzerinde konuşarak vardığımız ve kendimizin zannettiğimiz kararların hepsinin tamamiyle aynı olmak üzere o not kağıdında yazılmış olduğunu gördük.”
E. Vatan ve Millet Sevgisi
Vatan ve millet sevgisi, tahsil yıllarından ölümüne kadar Atatürk’ün bütün hayatında kendisine düstur olmuş en önemli prensiplerden birisidir.
Atatürk’e göre, “millete efendilik yoktur, hizmetkarlık vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisi olur.”
Atatürk bir konuşmasında, bağlı olduğu bu prensibi şu şekilde dile getirmiştir : “Bizim yolumuzu çizen; içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk Milleti ve bir de milletler tarihinin binbir facia ve ızdırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir.”29
Atatürk vatanını karış karış tanımıştı. Onu canından aziz bellemişti. Diyordu ki: “Yurt toprağı! Sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz; fakat sen Türk Milletini ebedî hayatta yaşatmak için feyizli kalacaksın. Türk toprağı! Sen, seni seven Türk Milletinin mezarı değilsin. Türk Milleti için yaratıcılığını göster.”
Atatürk, vatan toprakları üzerinde yaşayan milletinin sevgisiyle iş başarma yolunu tutmuştur. O, bu sevgiyi “Millet sevgisi kadar büyük bir sevgi yoktur” sözleriyle ifade etmiştir.
Atatürk’te bulunan vatan ve millet sevgisi, daha sonra Atatürkçülüğün bir ilkesi olan “milliyetçilik ilkesi” şeklinde tezahür etmiş ve devlet hayatına hakim olan anayasal ilkelerden biri olmuştur.
Vatan ve millet sevgisinin bir sonucu olarak Atatürk, iç politikada ülke ve devletin menfaatlerini en üst planda tutar, dış politikada da Türkiye’nin itibarının korunmasına çok dikkat ederdi. Atatürk dış politikada Türkiye için bir takım istekleri bulunan devlet adamlarına karşı hiçbir şekilde müsamahakar değildi ve bunların önlenmesi için daima karşı koymuştur. Afet İnan’ın nakletmiş olduğu bir olay Atatürk’ün bu niteliğini göstermesi açısından son derece ilgi çekicidir :
Bilindiği gibi o yıllarda Mussolini’nin Türkiye üzerinde büyük bir iddiası vardı. Mussolini eski Roma İmparatorluğu’nu ihya edecek şekilde bir takım yerlerimize göz koymuştu. Hatta bu arada Habeşistan’ı da istila etmişti. Bu dönemde Mussolini’nin bazı beyanatları çıkmakta idi. Atatürk’ün, bu beyanatları okuduğu zaman çok hırslandığını görüyordum. Kendi kendine, “Nasıl olur? Bizim memleketimize göz dikemez!” diyordu. Bir 29 Ekim günüydü ve yine Mussolini’nin Türkiye hakkında böyle bir demeci çıkmıştı. O gün Ankara Palas’ta bütün sefirlere verilecek bir ziyafet vardı. Atatürk de oraya gidecekti. Fakat Mussolini’nin demeci ile ilgili haberi okuduktan sonra müthiş hırslandığını gördüm. O sıralarda İtalyan Sefiri de Türkiye’ye yeni gelmiş ve itimatnamesini yeni vermişti. Yemekte İtalyan Sefiri de Atatürk’ün yan karşısında oturuyordu. Atatürk’ün sağında ise Tevfik Rüştü Araş oturmaktaydı. Atatürk Tevfik Rüştü Aras’a hitaben dedi ki: “Ekselans’a bir şeyler söylemek istiyorum. Tercüme ediniz!” Ve Mussolini’nin o beyanatı hakkında konuşmaya başladı. Tevfik Rüştü Araş birden çekindi. Bunun üzerine Atatürk, “Ha… evet! Sen bırak! Ben kendim konuşurum! Tercüme etmene gerek yok!” dedi. Bir de baktım ki Atatürk, Fransızca olarak doğrudan doğruya sefire hitaben, Mussolini’nin o günkü beyanatını tenkit ederek yüksek sesle konuşmaya başladı. Tabiî sofradakilerin hepsi sustular ve dinlemeye başladılar. Halbuki daha evvel aralarında konuşuyorlardı. Atatürk konuşmaya başlayınca durdular. Bu konuşma o zamanın gazetelerinde çıkmadı. Atatürk konuşmasında, Mussolini’nin sözlerini şiddetle eleştirdi : “Bizim memleketimize herhangi bir suretle göz koyamaz, bunu aklından çıkarmalıdır!” dedi. Daha sonra diğer davetlilere dönerek, “Söylediklerimi dinlediniz. Mussolini’nin sözlerine karşı benim fikirlerim bunlardır. İstiyorum ki, sayın sefir bunları kendi memleketine, Mussolini’ye olduğu gibi yazsın!” demiştir. Afet İnan, İtalyan Sefiri’nin bunları yazıp yazmadığını bilmediğini, ancak bu olaya orada bulunanlarla beraber kendisinin şahit olduğunu ifade etmiştir.30
Operatör Dr. Mim Kemal Öke, Atatürk’ün millî gururumuza verdiği önemi belirtmek için şu olayı anlatmıştır :31
- Eski Maliye Vekillerinden Raşit Erer, bir gün bana Larousse’da “Türkler siyasî mahkûmlarını kazıklarlar” diye bir ifadenin mevcut olduğunu göstermişti. Ben de bir akşam yemeğinde bunu Atatürk’e arzettim. Gazi derhal kütüphanesinden Larousse’u getirterek söz konusu ifadeyi okuttu. Atatürk fena halde sinirlenmişti. Hemen Hakkı Tarık Us’a bunun düzeltilmesi için gerekli teşebbüslerde bulunulmasını emir buyurdular. Yeni Larousse’larda artık böyle bir ifadenin mevcut olmaması Atatürk’ün sayesindedir.
Bu çok basit örnek, Atatürk’ün millî şeref ve haysiyet söz konusu olduğu zaman ne derece hassas olduğunu göstermektedir.
F. İdealizm
Atatürk bir dava adamı idi. Bunun sonucu olarak büyük idealler peşinde koşmuştur. Gerçekten yaptıkları ile büyük olan Atatürk, fikir ve idealleri ile de büyüktür.
“Küçük işlerle meşgul olmayınız. Daima büyük davalar peşinde koşunuz; o takdirde eserleriniz sizden sonra da muammer olur.” Bu veciz ifade Atatürk’ündür. Bugün, Atatürk İnkılabı’nın devamı vazifesini üzerlerine alanlar için, O’nun bu veciz işaretinden daha büyük bir ilham kaynağı bulunamaz. Böylece Atatürk, sadece büyük bir komutan ve büyük bir inkılapçı olarak değil, aynı zamanda bir devlet başkanı olarak da, etrafındakilere ve kendinden sonra geleceklere örnek olmuş bir insandır. 32
Celal Bayar, Atatürk’ün bu sözü için, “Hayatta kendisinden feyiz aldığım nasihatleri arasında çoğu defa yer alan bu ifadenin manasını şimdi daha iyi anlıyorum. Büyük adam olmak için büyük iş görmek lazımmış. Küçük işi herkes görebilir.” 33 demiştir.
Millet gerçeğinden hareket eden Atatürk’ün ilk büyük ideali, milletin özgürlüğü ve bağımsızlığı olmuştur. Özgürlük ve bağımsızlık, Türklüğün şanlı ve şerefli kaderi olmuştur. Atatürk ise, Türklüğün bu kaderini çizen millî bir kahraman olmuştur.
Vatan kurtaran, özgür ve bağımsız Türkiye idealini gerçekleştiren Atatürk, yeni Türkiye’yi batılı olmak, modernleştirmek amacı ile çağdaş uygarlık idealine yöneltmiştir.
“Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görünüşü ile medenî bir toplum haline ulaştırmaktır. İnkılaplarımızın ana ilkesi budur.”34
Büyük Atatürk büyük idealini Onuncu Yıl Nutku’nda şu şekilde dile getirmektedir :
“Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk Kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetidir… Fakat yaptıklarımızı asla kafi görmeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.”
Atatürk, yüksek idealinin devamı konusunda da yüce Türk Milleti’ne şu görevi vermektedir:
“Bu dünyadan göçerek Türk Milleti’ne veda edeceklerin çocuklarına, kendinden sonra yaşayacaklara, son sözü bu olmalıdır : Benim Türk Milleti’ne, Türk Cumhuriyeti’ne, Türklüğün istikbaline ait ödevlerim bitmemiştir, siz onları tamamlayacaksınız. Siz de sizden sonrakilere benim sözümü tekrar ediniz. Bu sözler, bir ferdin değil, bir Türk Milleti duygusunun ifadesidir. Bunu her Türk bir parola gibi kendinden sonrakilere mütemadiyen tekrar etmekle son nefesini verecektir. Her Türk ferdinin son nefesi, Türk Milletinin nefesinin sönmeyeceğini, onun ebedî olduğunu göstermelidir. Yüksek Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur.”35
Atatürk, idealizminin gereği olarak hiçbir zaman şahsî hırs ve ihtiraslar peşinde koşmamış, bu şekilde hareket eden yöneticilerin ülkeye büyük zararlar vereceğini belirtmiştir : O’na göre, “bir millette, özellikle bir milletin yönetiminden sorumlu bulunan yöneticilerin kişisel ihtirasları, kişisel münakaşaları millî ve vatanî görevlerin gerektirdiği yüce duygulara galebe çalacak dereceye varmış olan ülkelerin, dağılmak ve batmaktan sakınabilmesi mümkün değildir.”36
G. İstişare Etmesi
Atatürk’ün otuz yıllık arkadaşı olması nedeniyle özel hayatını çok iyi bilen Süreyya Yiğit bu konuda şunları söylemektedir :37
“- Atatürk büyük işler hazırlarken asla alkole iltifat etmezdi. Nitekim Erzurum’da iken biz içerdik. Teklif ettiğimizde kabul etmez, yalnız kahve içerdi. Herhangi bir meseleye karar vermeden önce herkesin ayrı ayrı fikrini dinlerdi. Korkunç derecede bir irade kuvveti vardı. İçkiyi irade zaafından değil, düpedüz sarhoş olmak için içerdi.”
Atatürk’ün fikir alışverişine verdiği değeri Hasan Rıza Soyak şu şekilde anlatmaktadır:38
“Atatürk, her görevlinin üzerine aldığı işleri, aklını, zekasını ve kanunî yetkilerini son haddine kadar kullanarak, zamanında çözmeye çalışmasını ve sorumluluk almaktan çekinmemesini isterdi. İlgililerin ve görevlilerin görüşlerini dinlemeden, hatta kendileriyle müzakere etmeden bir konu hakkındaki görüşünü bildirmezdi. Ben maiyetindeki bütün çalışma hayatım esnasında konuşmadan ve fikir alışverişinde bulunmadan bir emir aldığımı hatırlamıyorum. Aynı zamanda, birçok konuşmalarımızda kendisine aklına gelen herhangi bir görüşü arzetmekten çekinmek hissine kapıldığımı da hatırlamıyorum.”
Atatürk 1921 tarihinde, “dünyada hükümet için meşru olan tek bir prensip vardır ki, o da istişareden ibarettir. Hükümet için ilk ve temel şart yalnız ve yalnız istişare etmektir.” 39 demek suretiyle fikir alışverişinin devlet hayatındaki önemini vurgulamıştır.
H. Şefkat ve İnsancıllık
Atatürk son derece şefkatli ve insanları seven bir yapıya sahipti. Yüreği millet sevgisi ve insan sevgisi ile dolu idi.
Atatürk, bu özelliği nedeniyle savaşlara karşı olmuş, ancak “zarurî ve hayatî olması halinde “savaşa cevaz vermiştir. Atatürk’ün bu konudaki ölçüsü şudur : “Milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karsa, “ölmeyeceğiz” diye harbe girebiliriz. Lakin milletin hayatı tehlikeye maruz kalmayınca, harp bir cinayettir.” 40
Atatürk’ün insancıl vasfı, devlet yönetiminde de kendini göstermektedir. Atatürk bu vasfı sadece kendi için değil, tüm devlet memurları için bir prensip olarak öngörmüştür.
Gerçekten, 1937 yılında yapmış olduğu bir konuşmada, “İleri hükûmetçiliğin temel prensibi, halkı kudretine olduğu kadar şefkatine de samimiyetle inandırabilmesidir. Büyük, küçük bütün Cumhuriyet memurlarında, bu zihniyetin en geniş ölçüde gelişmesine önem vermek, çok yerinde olur.”41
Atatürk’e göre, “Diktatör, diğerlerini iradesine boyun eğdirendir. Ben, kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim.” 42 demiştir. Bunun sonucu olarak büyük Atatürk, gerek Millî Mücadele’de gerekse zaferden sonra milletinin sevgisiyle iş başarma yolunu tutmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder