12 Mayıs 2013 Pazar

Atatürk'ün Hayatı - Uzun



19 MAYISTAN CUMHURİYETE
1. BÖLÜM: BİR ULUSAL ÖNDER’İN DOĞUŞU
I. Samsun’da Anadolu Topraklarına Çıkış:
“1919 senesi Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım…”.ı Bu tarihi sözler, Mustafa Kemal Paşa’nın hayat hikayesinde sadece bir dönüm noktasının dile getirilmesi değil, aynı zamanda, bir askeri liderin bir ulusal öndere dönüşümünün de başlangıcını simgeler. Gerçekten; Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a ulaşmadan önce, İstanbul’da geçen üzüntü ve hayal kırıklığı dolu 6 aylık (13 Kasım 1918-16 Mayıs 1919) bir “çözüm arayış dönemi”ni arkada bırakarak o gün, Anadolu toprakları ile kucaklaşır. Bütün varlığını kaplamış olan derin bir sevgi ile bağlı bulunduğu bu topraklar, nicedir aklını ve ruhunu dolduran bir özlemin gerçekleşmesi, daha açık bir deyişle, “vatan nasıl kurtarılabilir?” sorusunda düğümlenen bir ölüm kalım görevinin başarılması için, O’nun gözünde tek umut kaynağıdır.

Bir inanç ve hareket adamı olan Mustafa Kemal Paşa’ya göre, “…Esas, Türk Milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır…”. 2 O’nun bu inancı, hiç kuşkusuz, kişisel karakterinden kaynaklanır. Şu sözlerindeki derin anlama bakınız: “…Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir. Ben, yaşayabilmek için, mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım…”. 3
Fakat; ne yazık ki, 1919 yılında Türk milletinin içinde bulunduğu koşullar çok kritiktir. O sıradaki genel durumu, Mustafa Kemal Paşa, kendine özgü kesin cümlelerle şöyle açıklar: “…Osmanlı Devletinin dahil bulunduğu grup, Büyük Harpte (I. Dünya Savaşı) mağlûp olmuş… hükümet aciz, haysiyetsiz, korkak… uzun savaş yılları sırasında, millet yorgun ve fakir bir halde… halk, karanlık ve belirsizlik içinde… Osmanlı Ordusu, her tarafta zedelenmiş… elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta… her tarafta yabancı subay, memur ve özel ajanları faaliyette… Hıristiyan unsurlar, özel emel ve maksatlarının elde edilmesine, devletin bir an evvel çökmesine çalışıyorlar…”.4
Bu acı tabloya rağmen; Mustafa Kemal Paşa, yılgınlığa kapılmak şöyle dursun, yurdunu kurtarma azim ve iradesi daha da bilenmiş bir ruh yapısındadır. Savaş yorgunu ulusunun yeni bir ölüm kalım mücadelesinde, karşılaşmak ve yenmek zorunda olduğu güçlükleri, bir savaş adamı olarak, hiç kuşkusuz, çok iyi bilir. Ama, ulusun özgürlük ve bağımsızlığı söz konusu olunca; ne pahasına olursa olsun, amaca ulaşmanın her düşünceden önde geldiğine de bütün varlığı ile inanır. Kaldı ki bu konuda, ulusuna ve kendisine güveni de tamdır. Çünkü bu güven, insan karakterinin en gerçek deneme yeri olan savaş alanlarında, O’nun ruhunda yeşererek kökleşmiş sarsılmaz bir duygudur. Şu sözleri, bu yoldaki derin inancının en belirgin örneğidir: “Ben, 1919 senesi Mayısı içinde Samsun’a çıktığım gün, elimde maddi hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız, büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevi bir kuvvet vardı”. 5
Mustafa Kemal Paşa, Samsun’da karaya çıkışına kadar; askeri alanda, özellikle Çanakkale Muharebelerindeki (1915) parlak başarıları ile, orduda ve halk arasında dikkate değer bir ün kazanmış bir komutan, bir askeri liderdir. O kadar ki bir Amerikalı öğretim görevlisinin sözleri ile, “…hiç kuşkusuz, askeri deha sahibidir…”. 6 Fakat şimdi siyasal, sosyal, ekonomik, psikolojik, vb. alanlarda hiçbir hazırlığın bulunmadığı; ama, bunların hepsinin zaman akışı içinde gerçekleştirilmesinin zorunlu olduğu bir milli mücadele hareketinin başında bir Ulusal Önder’in varlığına büyük bir ihtiyaç vardır. İşte, böyle tarihi bir anda; Mustafa Kemal Paşa’nın ortaya çıkması, hiç kuşkusuz, Türk milleti için hayati bir şans olmuştur.
Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’da başlayan ulusal önderlik hareketine, daha İstanbul’da iken düşündüğü bir karar ışık tutar. O zamanlar kimseye açıklamadığı bu karar, “…Milli hakimiyete dayanan kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak…”tır. 7 O’na göre “…Osmanlı hükümetine, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine isyan etmeyi ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmeyi…” 8 gerektiren “…bu mühim kararı, (daha) ilk gününde, açığa vurmak, elbette uygun olmazdı. Uygulamayı bir takım safhalara ayırmak ve olaylardan yararlanarak milletin duygu ve düşüncelerini hazırlamak ve adım adım yürüyerek hedefe ulaşmaya çalışmak gerekiyordu…”9 ve nihayet, şu gerçekçi davranış: “…Ben, milletin vicdanında ve istikbalinde hissettiğim büyük gelişme istidadını bir milli sır gibi vicdanımda taşıyarak, azar azar bütün toplumumuza uygulatmak zorunda idim…”.10 Mustafa Kemal Paşa’nın Türk Milli Mücadele Hareketini yönlendirici uygulama yöntemi, kuşkusuz, bu “milli sır” da odaklaşır.
Mustafa Kemal Paşa, Samsun’da bulunduğu bir hafta boyunca (19-25 Mayıs 1919), bu yöntem doğrultusunda yoğun bir çalışmaya koyulur, ilk iş olarak, geniş yetki alanındaki vilayetler ile Erzurum’da 15. Kolordu Komutanlığına ve Ankara’da 20. Kolordu Komutanlığına 19 Mayıs’ta birer telgraf göndererek resmi ilişki kurar; “…bölgelerindeki asayiş durumunu; varsa eşkıyalığın sebeplerini, derecesini ve alınan tedbirleri…” sorar.** Özellikle; daha İstanbul’da iken, ülkenin içinde bulunduğu ağır sorunlar üzerinde görüşmeler yaptığı iki yakın arkadaşı (15. Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir Paşa ve 20. Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşa) ile ilişkisini daha da sıkı şekilde sürdürür. Nitekim 21 Mayıs’ta 15. Kolordu Kumandanına ayrı bir şifre telgraf göndererek şöyle der: “Genel durumumuzun almakta olduğu çok tehlikeli şekilden pek acı duyuyor ve üzülüyorum. Millet ve memlekete borçlu olduğumuz en son vicdan vazifesini yakın bir ortak çalışma ile en iyi biçimde yapmak mümkün olacağı inancı ile, bu son görevi kabul ettim. Zatı alinizle bir an önce buluşmak arzusundayım…”.12 20. Kolordu Kumandanına 23 Mayıs’ta gönderdiği telgrafta da, “kendisi ile daha sıkı temasta bulunmayı ve İzmir yöresi hakkında daha kolaylıkla alabileceği bilgilerin ulaştırılmasını istediği”ni belirtir. 13
Mustafa Kemal Paşa, 15 Mayıs 1919’da Yunan birliklerinin İzmir’e çıkması olayını dikkatle izlemektedir, ilerki günlerde üzerinde daha da önemle durarak, yurt çapında tepki gösterilmesini isteyeceği bu konuda, Samsun’a çıkışının hemen ertesi günü (20 Mayıs), Sadaret (Başbakanlık) makamına gönderdiği bir telgrafta şöyle der: “…İzmir’in Yunan askeri tarafından işgali olayı, yakından temasta bulunduğum milleti ve orduyu düşünülemeyecek ve tarif edilemeyecek derecede içten yaralamıştır… Ne millet ve ne de ordu, varlığına karşı yapılan bu haksız tecavüzü sindiremeyecek ve kabul etmeyecektir…” 14. Aynı konuda 23 Mayıs’ta 15. Kolordu Kumandanına gönderdiği bir telgrafta da, “…mitingler yapılarak İzmir işgalinin” protesto edilmesini ister.15
Böylece, sivil ve askeri otoritelerle sürdürülen bu sıkı ilişkiler sonucu, geniş bir bölgede halkın milli mücadeleye inandırılması ve milli teşkilat kurulması çabaları gelişir. Bu sırada, İstanbul’da İngilizlerin telaşa düştükleri görülür. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçişinin yaratacağı muhtemel tehlikeyi önceden sezemediğinden önleyememiş olan Karadeniz Ordusu Başkumandanı General George F. Milne, 19 Mayıs’ta İstanbul’da Harbiye Nezaretine (Milli Savunma Bakanlığı) bir yazı göndererek, “9. Ordunun bir teşkilat gereği lağvedildiği anlaşılmışken, 9. Ordu kıtalarına bir Genel Müfettiş ve 9. Orduya bir Kurmay Başkanı ile büyük bir kurmay heyetinin niçin Sivas (!)’a gönderilmiş olduğunun anlaşılamadığını…” sorar.16
Öte yandan; Mustafa Kemal Paşa da, Samsun ve çevresindeki İngilizlerin faaliyetlerini yakından izlemektedir. Örneğin, 20 Mayıs’ta, Samsun’daki İngiliz Askeri Temsilcisi Yüzbaşı Hurst ile “bölgenin genel durumu” hakkında görüşür. Yüzbaşı Hurst, yukarda sözü edilen General Milne’e gönderdiği 21 Mayıs tarihli raporda, “Kemal Paşa, 19 Mayıs’ta buraya (Samsun) geldi; sükûneti korumak amacı ile, bir denetleme gezisi için iç kesimlere hareket etmek üzeredir. Kendisi ile, bölgedeki genel durumu görüştüm…”17 diyor ve buna göre, Mustafa Kemal Paşa’nın davranışlarından henüz kuşkulanmadığı anlaşılıyor.
Buna karşılık Mustafa Kemal Paşa, güvenilir kaynaklardan aldığı haberleri değerlendirerek, 21 Mayıs’ta Harbiye Nezaretine gönderdiği şifreli telgrafta, “mahalli hükümetin haberi olmaksızın, İngilizlerin Samsun’daki kuvvetlerini arttırdıklarını ve bunların bir kısmını memleket içerilerine soktuklarını; böylece, Mütarekename hükümlerine aykırı hareket ederek devletin nüfuz ve varlığını zedelediklerini; kendisinin memlekette asayişi sağlamaya yönelik görevini başarmada zorluğa uğrayacağını ve halkın güveninin sarsılacağını; milli haklarımıza aykırı olan bu gibi tecavüzlerin önlenmesini…” 18 önemle belirtir. Bu durumu ayrıca, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyasetine (Genelkurmay Başkanlığı) de bildirir. Aynı gün (21 Mayıs) Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyesetine ve Sadaret Makamına gönderdiği bir şifreli telgrafta, “Samsun ve çevresindeki asayişsizliğin sebepleri”ni açıklar.19
O sıralarda, Karadeniz boylarının bir şirin kasabası olan Samsun’da, nüfus çoğunluğu Rumlarda ve Ermenilerdedir. İngilizlerin varlığı hissedilir derecededir. Çevrede Ermeni ve özellikle Pontusçu Rum çetelerinin faaliyetleri de yoğundur. Bu nedenle ve milli mücadele çabalarını daha büyük bir etkinlikle sürdürmek isteyen Mustafa Kemal Paşa, Samsun’da uzun bir süre kalmak niyetinde değildir. 24 Mayıs’ta, Samsun’dan gönderdiği son telgrafında, Harbiye Nezaretine, “bazı şikayetlerin ortaya atıldığı bölgelerde incelemelerde bulunmak ve gerekli tedbirleri almak üzere, karargahını 25 Mayıs’ta geçici olarak Havza’ya nakledeceğini” 20 bildirir. Fakat bundan sonra, yurdun sadece iç kesimlerine yönelecek ve Samsun’a dönmeyecektir.
II. Havza’da:
Mustafa Kemal Paşa, karargahı ile birlikte, 25 Mayıs günü, eski bir otomobil ve birkaç yaylı araba ile Samsun’dan hareket eder; yolu üzerinde Kavak Nahiyesinde, birkaç saat dinlenir; halkla ilk temaslarda bulunur. Yolda, dumanlı dağların ve serin akar suların süslediği zengin bir tabiat parçası üzerinde, kafilece hep bir ağızdan söylenen “Dağ Başını Duman Almış…” marşının gönül okşayan melodisini doya doya içine sindirerek, Havza’ya varır. Havza, kerpiç ve ağaç evleri, dik bayırları ile sevimli bir kasabadır; çelikli suların kaynadığı kaplıcaları ile ünlüdür. Mustafa Kemal Paşa, burada, biraz da olsa, dinlenmek olanağı bulacaktır. Ama, çalışmak, her zaman olduğu gibi, ön planda gelir; hemen halkın içine karışır, memleketin durumunu ve milletçe yapılması gereken mücadeleyi anlatır, kendisini ziyarete gelen eşrafa “hiçbir zaman ümitsiz olmayacağız, çalışacağız, memleketi kurtaracağız” der. 21; güven yaratıcı ve inandırıcı konuşma tarzı ve ruhu okşayan sözleri halkı etkiler; bütün yurdu kaplayacak şekilde, milli mücadeleye aykırı hareketlerin karşısına dikilir, ilgili sivil ve askeri otoriteleri uyarır, başvuracakları önlemler üzerinde direktifler verir; kısacası, bütün yurda yönelik çalışmalarını ihtirasla sürdürür. Sanki, vaktiyle söylediği şu sözleri kanıtlamak ister gibidir: “… Benim de ihti¬raslarım var. (Ama) benim ihtiraslarım, yüksek mevkiler veya büyük paralar sağlamak gibi adi emeller değildir. Ben, bu ihtirasların gerçekleş¬mesini vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana da liyakatla ifa edilmiş bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün hayatımın prensibi bu olmuştur. Bu büyük fikre, çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar onu muhafaza etmekten geri kalmayacağım.” 22 Mustafa Kemal Paşa’nın burada sözünü ettiği “büyük fikir”, yıllar sonra dile getirdiği şu inancında tam bir açıklık kazanır: “Bu Anadolu Zaferi, tarih arasında, bir millet tarafından tamamen benimsenen bir fikrin ne kadar güçlü ve ne kadar sağlam bir kuvvet olduğunun en güzel bir misali olarak kalacaktır.” 23
Mustafa Kemal Paşa, derin bir şekilde etkilendiği İzmir ve çevresinin işgali olayı konusunda, 28 Mayıs’ta, Havza’dan, ilgili sivil ve askeri otoritelere şu önemli genelgeyi gönderir: “İzmir’in ve ne yazık ki, bunu izleyen Manisa ve Aydın’ın işgali, müstakbel tehlikeyi daha da açık şekilde belli etmiştir. Ülke bütünlüğümüzün korunması için, milli gösterilerimizin daha canlı olarak yapılması ve sürdürülmesi gerekir. Milletin hayat ve istiklalini yaralayan işgal ve ilhak gibi olaylar karşısında milletin yüreği kan ağlamaktadır. Üzüntüler zaptolunamıyor. Hazmı ve dayanılması kabil olmayan bu hallerin derhal giderilmesi bütün medeni milletlerle büyük devletlerin adalet ve tesirinden sabırsızlıkla beklendiği yolunda… bütün büyük devletlerle Bab-ı Ali’ye müessir telgraflar çekilmesi;yabancıların bulunduğu yerlerde onların da etkilenmesi sağlanmakla beraber, milli gösterilerde terbiye ve sükûnetin son derece muhafazası ve Hıristiyan halka karşı bir saldırı, gösteri ve düşmanlık gibi davranışlarda bulunulmaması elzemdir….”24
29 Mayıs’ta, yalnız 3., 15. ve 20. Kolordu Kumandanlıklarına gönderdiği “topyekûn bir direnişin gerçekleştirilmesi esaslarını kapsar nitelikli” gizli yazıda ise, özellikle şunları belirtir (özet): “İtilaf Devletlerinin milletimize haksız bir siyaset tatbik etmekte ve milli istiklalimizi ve devletimizi idama mahkûm eylemekte oldukları meydana çıkmıştır… Milletin esaretten kurtarılması, hakim ve müstakil olarak topraklarımızda yaşayabilmesi, ancak azimli ve namuslu ellerin milleti kısa ve doğru yoldan haklarını savunmaya ve istiklale yöneltmesi ile kabil olacaktır. Mülki memurlardan güvenilir olanlarla el ele vererek, istiklalimizi savunma yolunda gerekli teşkilatın (pek tabii, gizli olarak) ve dışarıya hissettiril-meyecek bir şekilde gerçekleştirilmesini zaruri sayıyorum. Bu husus, ihtisası dolayısıyla, biz askerlerin vatansever varlığına uygun düşmektedir…”25
Mustafa Kemal Paşa, milli gösteriler ve protestolarla ilgili genelgesi üzerine girişilen milli faaliyetin mahiyeti ve kapsamı hakkında bilgi isteyen Harbiye Nezaretine de 30 Mayıs’ta şu cevabı verir: “…Bütün bu gösteriler, İtilaf devletlerinin Türk’ün milli izzeti nefsine, ecdadından miras kalan meşru hakkına karşı zalimce tecavüzlerinden dolayı, kaynayan Türk ve Müslümandan başka bir şey değildir. Bu heyecan, memleketin en uzak köşesine kadar yaygındır, geneldir…”26 Bu arada, Sivas ve çevresindeki Ermenilerin güvenliği ile ilgili olarak, İngiliz Yüksek komiserliğinin verdiği notayı Harbiye Nezaretinin 31 Mayısta Mustafa Kemal Paşa’ya göndermesi üzerine27, 3 Haziran’da verdiği kesin cevabı, aynı zamanda bütün ilgili komutanlıklara, valilik ve mutasarrıflıklara da bildirir. Bu cevapta özellikle şu hususlar dikkati çekiyor: “Ne Sivas’ta ve ne de civarında endişe edilecek hiçbir hal yoktur… İzmir’in ve Manisa’nın işgali ile ilgili acı haber üzerine, Müslüman halk tarafından yapılan ve Hıristiyan unsurlar hakkında hiçbir düşmanca fikir taşımayan toplantılardan, belki de bazılarının ürkmüş olmaları akla gelebilir. İtilaf Devletleri milletimizin hukuk ve istiklaline saygılı kaldıkça ve millet, vatanın bir bütün olarak korunmasından emin bulundukça, gayri Müslim unsurların korkmalarına hiçbir sebep yoktur. Bu hususta devlete karşı her türlü sorumluluğu üstlenir ve buna tamamiyle emniyet buyrulmasını istirham ederim. Fakat, milli istiklal ve varlığı yok eden ve hayatın bekasını tehlikeye düşüren işgal, suikast ve saldırı gibi, İzmir yöresinde görülmekte olan eylemlere benzer olayların meydana gelmesine karşı, ne milletin vicdanında duyduğu heyecan ve acıları ve ne de buna dayanan milli gösterileri engelleme ve durdurma için kendimde ve hiç kimsede kudret ve takat göremeyeceğim gibi bu yüzden meydana gelecek olay ve eylemler karşısında da sorumluluk kabul edebilecek ne kumandan, ne mülkiye memuru ve ne de hükümet tasavvur ederim.” 28
Mustafa Kemal Paşa’nın Havza’da halkı milli mücadele doğrultusunda bilinçlendirme çabalarının bölgedeki Rum ve Ermeni dini liderleri tarafından Samsun’daki İngiliz temsilcisi Yüzbaşı Hurst’e şikayet edilmesi üzerine, Yüzbaşı, çevrede bir inceleme gezisine çıkar ve bu arada 2 Haziran günü Havza’da Mustafa Kemal Paşa’yı da ziyaret eder. Temsilci, Yüksek Komiser Amiral Calthorpe’a gönderdiği 12 Haziran tarihli raporunun bir bölümünde şöyle diyor: “… Ertesi sabah Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret ettim. Beni dürüst şekilde kabul etti. Kendisine görevinden kuşku duyduğum hususunda herhangi bir ipucu vermedim. Genel durumu ve güvenlik konusunda alınacak tedbirleri görüştük. Bana, muhtemel olarak Havza’da kalacağını, bir süre buradaki maden sularından yararlanacağını, fakat birkaç gün için Amasya’ya gitmek istediğini söyledi. Merzifon’a gidip gitmeyeceği şüpheli idi. Sonra, daha içerilere gitmek istiyordu ve nihayet Trabzon ve Erzurum bölgelerini ziyaret edebilirdi…”.29
Mustafa Kemal Paşa’nın faaliyetleri karşısında, Karadeniz Ordusu Kumandanı General Milne, artık daha kesin davranmak gereğini duyar ve 6 Haziran’da Harbiye Nezaretine gönderdiği telgrafta, “… seçkin bir Generalin ve Karargahının bugünkü ortamda ülkede dolaşmaları, kamuoyunu rahatsız edici bir durumdur ve askerlik bakımından onların çalışmaları için bir zaruret de görmüyorum. Kemal Paşa’nın ve Karargahının derhal İstanbul’a dönmeleri için emir vermenizi talebederim” 30 denilmektedir. Bu haysiyet kırıcı istek üzerine, Harbiye Nazırı (Şevket Turgut Paşa), 8 Haziran’da Mustafa Kemal Paşa’ya şu telgrafı gönderir: “Emrinizdeki istimbotlardan biri ile buraya teşrifiniz rica olunur.” 31 Mustafa Kemal Paşa, bu geri çağrılış isteğinin İngilizlerden geldiğini gizli bir haberleşme sonucu Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Cevat Paşa’dan öğrenir ve 11 Haziran’da gönderdiği telgrafla, Harbiye Nezaretine şu oyalayıcı cevabı verir: “Hareketimin kömür ve benzin azlığından dolayı geciktiğini bu günkü telgrafımla bildirmiş ve bu sebeplerin giderilmesini istirham etmiştim. Ancak, hareket tarzımı düzenlemek üzere, çağırılış nedeninin lütfen açıklanmasını rica ederim.” 32 Ayrıca, durumdaki bu gelişmeyi, 11 Haziran tarihli bir telgrafla Kazım Karabekir Paşa’ya bildirir (özet): “…Vermiş olduğum kararın milletin haklarını ve istiklalini temin uğrunda milletle beraber çalışmaktan ibaret olduğunu siz değerli kardeşime her zaman arz etmiştim. Bu amaç, milletin bağrına sığınarak namus ve vicdan görevini yapmaya fedakarlıkla devam etmeyi emreder. Emsalimiz gibi İngilizlere esir olmak üzere İstanbul’a gitmeyi istemiyorum. Vatan görevime devam edebilmekliğim, kuşkusuz, sizin gibi aynı düşünce ve kanaatte bulunan kardeşlerimin de her zaman ve her durumda dost ellerine ve yardımlarına bağlıdır. Bugün benim vermeye mecbur olduğum bu fiili kararın yarın namus ve hamiyet sahibi bütün arkadaşlarımız tarafından verilmesinin gerekeceğine hiç şüphe yoktur… Merkezi Hükümet (İstanbul Hükümeti) kandırma yolu ile İstanbul’a çağırma planını takip eylediğinden; ben de, mümkün olduğu kadar zaman kazanmak ve karargahımı memleket içersine sokmak için, aynı usulde karşılık vermekte ve haberleşmekteyim.”33
III. Amasya Tamimi:
Mustafa Kemal Paşa, 12 Haziran günü, karargahı ile birlikte Havza’dan ayrılarak, çevre güvenliği bakımından daha uygun bir yer olan Amasya’ya gider. Burada bulunduğu iki haftalık (12-25 Haziran 1919) süre içinde, milli teşkilatı geliştirme yolunda yine yoğun bir çaba içindedir, ama, İstanbul’a geri çağrılmış olmasından da tedirgindir. 14 Haziran’da Padişaha gönderdiği telgrafta, yabancıların tutumlarını eleştirerek şu kararını belirtir: “… Eğer zorlanırsam, görevimden istifa ederek, daha önce de olduğu gibi, Anadolu’da ve milletin bağrında kalacağım ve vatani görevime bu kez daha belirgin adımlarla devam edeceğim…”34 Havza’da iken İstanbul’a geri çağrılış nedenini sorduğu telgrafa cevap olarak, 15 Haziran’da, Harbiye Nezaretinden birbirini izleyen iki telgraf alır. ilk telgrafta, “faaliyeti kendilerince müsellem zat-ı alilerinin o bölgedeki memuriyetlerini iyiye almayan İngilizler, İstanbul’a getirilmeniz için istekte bulundular. Memleketin geçirmekte olduğu durumun, Nezareti bu İngiliz isteğini icraya mecbur eylediğini arz ederim” 35 denilmekte; ikinci telgrafta ise, “İstanbul’a davetiniz, Hükûmet-i seniye kararı neticesidir” 36 şeklinde bir açıklama yapılmaktadır.
Bu sırada; İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’a geri çağrılmasını Hariciye (Dışişleri)37 ve Harbiye Nezaretlerine 38 gönderdiği mesajlarla, tekrar ısrarla ister ve bu konuda İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a 23 Haziran’da gönderdiği telgrafta şu bilgiyi verir (özet): “Çanakkale Savaşı sırasında dikkate değer bir ün kazanmış olan Mustafa Kemal Paşa, bir ay kadar önce Sadrazam (Başbakan) tarafından, hiç kuşkusuz, tam bir iyi niyetle, Samsun’a Askeri Genel Müfettiş (Ordu Müfettişi) olarak atanmıştır; fakat, Samsun’a varışından beri, ulusal duyguların ve yabancılara karşı olan hislerin merkezi haline gelmiş gibi görünüyor. Kendisinin geri çağrılması istenmiş; ancak bu güne kadar bir sonuç alınmamıştır… bununla beraber (Hariciye Nazırı Vekili), Paşa’nın İstanbul’a dönmesi için” emir verildiği ve bu emirlerin tekrarlanacağı hususunda beni temin etmiştir…”39
Mustafa Kemal Paşa, Milli Mücadele çabalarının gelişmesine paralel olarak, izlediği ve gözlediği durum hakkında devamlı değerlendirmeler yapmaktadır. Bunlardan birinde şöyle diyor: “… Anadolu’ya dahil olalı bir ay olmuştu. Bu müddet zarfında, bütün ordu birlikleri ile temas ve irtibat temin edilmiş ve millet, mümkün olduğu kadar aydınlatılarak uyanıklık ve olgunluk kazandırılmış; milli teşkilat fikri yaygınlaşmaya başlamıştı. Genel durumu, artık, bir kumandan olarak sevk ve idareye devam imkanı kalmamıştı. Vuku bulan geri çağrılma emrine itaatsizlik ederek bunu uygulamamakla beraber, milli teşkilat ve harekatın sevk ve teminine devam etmekte olduğuma göre, şahsen asi duruma geçmiş olduğuma şüphe edi-lemezdi. Bundan başka ve özellikle, tatbikine karar verdiğim teşebbüs ve hareketlerin esaslı ve şiddetli olacağını tahmin de güç değildi. Bu nedenle, teşebbüs ve hareketlerin bir an evvel şahsi olmak mahiyetinden çıkarılması ve bütün milletin birlik ve beraberliğini temin ve temsil edecek bir heyet namına olması elzemdi…”.40
Mustafa Kemal Paşa, vardığı bu sonuca göre; ilk olarak, Trakya’da 1. Kolordu Kumandanı Cafer Tayyar Bey’e 18 Haziran’da gönderdiği direktifte, “…Anadolu ve Rumeli milli teşkilatını birleştirerek bir merkezden temsil ve idare eylemek…”41 gereğine işaret eder; kısa bir süre sonra da, 21/22 Haziran gecesi, bu amacı gerçekleştirmeye temel teşkil eden belge esaslarını, yaveri Cevat Abbas Bey’e not ettirir. Yeni Türk devletinin kuruluşu yolunda ilk önemli adımı oluşturan ve Milli Mücadele Tarihimizde Amasya Tamimi olarak yer alan bu tarihi belge42, “Vatanın bütünlüğü, milletin istiklali tehlikededir…” sözleri ile başlar, “… Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır…” inancı ile devam eder ve “… Milletin haklarının sesini cihana işittirmek için her türlü etki ve denetimden uzak bir Milli Heyetin varlığı zorunludur. Bunun için, haberleşerek her yandan gelen öneri ve ulusal istek üzerine, Anadolu’nun görünüşte en güvenli yeri olan Sivas’ta ulusal bir kongrenin acele toplanması kararlaştırılmıştır…” sonucuna varır. Aynı gece, Mustafa Kemal Paşa ile birlikte, Hüseyin Rauf (Orbay) Bey, Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ve 3. Kolordu Kumandanı Refet (Bele) Bey tarafından imzalanan; ayrıca, telgrafla, Kazım Karabekir Paşa ile Konya’da Ordu Müfettişi Cemal Paşa’nın onayları sağlanan Amasya Tamimi, 22 Haziran’da ilgililere yayınlanır.
IV. Sivas’ta:
Mustafa Kemal Paşa’nın Amasya’dan Sivas’a hareketi ve oraya varışı ilginç bir nitelik taşır. Bunu, Paşa şöyle açıklıyor: “… 25 Haziran’a kadar Amasya’da kaldım… O tarihlerde Dahiliye (İçişleri) Nezaretinde bulunan Ali Kemal Bey, benim azledildiğim ve artık benimle hiçbir resmi işleme girişmemek ve hiçbir isteğimi yerine getirmemek hususunda şifre ile bir tamim yapmıştı… Bu şifre tamimden, benim, ancak Sivas’a geldiğim 27 Haziran 1919 tarihinde haberim oldu… (Ali Kemal Bey’in) bu tamimi memurların ve halkın düşüncelerini gerçekten bölünmeye yöneltmiş. Her yerde eksik olmayan menfi ruhlu kimseler, derhal aleyhimde propagandaya ve faaliyete geçmişler. Bu yoldaki menfi görünümlerin ve girişimlerin en önemlisi Sivas’ta hazırlanmaya başlanmış… Dahiliye Nazırı Ali Kemal Bey’in tamimle verdiği emrin tarihi olan 23 Haziran günü, Sivas’ta Ali Galip Bey isminde bir zat, on kadar arkadaşı ile birlikte hazır bulunuyormuş. Bu zat, İstanbul’dan, Mamuret-ilaziz (Elazığ) Valisi olarak gönderilmiş olan Erkan-ı Harp Miralayı (Kurmay Albay) Ali Galip’tir. Güya vilayetin ikinci derece memurları olmak üzere, bir takım insanları da İstanbul’dan seçmiş, bera¬berinde götürüyor. Ali Galip, yolu üzerinde bulunan Sivas’ta durmuş. Özel görevi bulunduğuna şüphe edilmemesi gereken Ali Galip, orada derhal kuvvetli taraftarlar bulmuş. Görevini iyi başarmak için tertipler ve tedbirler almaya başlamış. Dahiliye Nezaretinin aleyhimdeki emri gelir gelmez, eylemler başlamış. Sivas sokaklarında, benim; hain, asi, muzır bir adam olduğuma dair duvarlara yaftalar yapıştırılmış. Kendisi de, bir gün, Sivas’ta vali bulunan Reşit Paşa merhumun yanına giderek Dahiliye Nezaretinin emrinden bahsettikten sonra, Sivas’a gittiğim takdirde hakkımda tatbik edeceği muameleyi sormuş. Reşit Paşa ne yapılabileceğini açıklamasını istemiş. Ali Galip, ben senin yerinde olsam, derhal kollarını bağlar, tevkif ederim ve senin de böyle yapman lazımdır, demiş. Reşit Paşa, bu işin bu kadar basit olacağına inanmamış; müzakere hayli uzamış. Müzakereye iştirak edenler çoğalmış… hatta bir kısım ahali, verilecek kararı anlamak üzere toplanmış… (Amasya’da) ayın 25. günü, Sivas’ta aleyhimde bazı münasebetsiz hallerin cereyana başladığını öğrendim. 25/26 Haziran gecesi yaverim Cevat Abbas Bey’i çağırdım ve yarın sabah karanlıkta Amasya’dan güneye hareket edeceğiz, dedim… Hareketimiz hiçbir tarafa telgrafla bildirilmeyecek ve mümkün olduğu kadar Amasya’da da ifşa olunmayacak-tı. 26 (Haziran)’da Amasya’dan hareket ettim. Tokat’a gelir gelmez telgrafhaneyi kontrol altına aldırarak benim varışımın Sivas’a ve hiçbir tarafa bildirilmemesini temin ettim. 26/27 (Haziran) gecesini orada geçirdim, 27 (Haziran)’da Sivas’a hareket ettim. Otomobil ile Tokat-Sivas arası yaklaşık altı saattir. Sivas Valisine, Tokat’tan Sivas’a hareket ettiğime dair açık bir telgraf yazdım. İmzada Ordu Müfettişliği unvanını kullanmadım. Telgrafta, bile bile hareket saatimi yazmıştım. Fakat, bu telgrafın hareketimden altı saat sonra çekilmesini ve o zamana kadar hiçbir suretle Sivas’a haber verilmemesini temin edecek tedbirleri aldım… (Sivas’ta, Ali Galip Bey ile Reşit Paşa arasındaki) münakaşanın hararetli bir safhasında, Reşit Paşa’nın eline, benim Tokat’tan çekilen telgrafımı verirler. Reşit Paşa, hemen Ali Galip Bey’e uzatır, işte, kendisi geliyor, buyurun, tevkif edin! der. Reşit Paşa, telgrafta yazılı olan hareket saatini görünce hemen kendi saatini çıkarır, bakar… Efendim, geliyor değil, gelmiş olacaktır, diye ilave eder. Bunun üzerine, Ali Galip: Ben tevkif ederim dedimse benim vilayetim dahilinde olursa tevkif ederim, demek istedim, deyince; öyle ise, istikbale gidelim, diyerek toplantıya son verirler… Sivas şehrinin girişine geldiğimizde; caddenin iki tarafı büyük bir kalabalıkla dolmuş, askeri birlik esas duruşunu almış bulunuyordu. Otomobillerden indik. Yürüyerek, askeri ve ahaliyi selamladım. Bu manzara, Sivas’ın muhterem ahalisinin ve Sivas’ta bulunan subay ve askerlerimizin bana ne kadar bağlı ve sevgi ile dolu olduğunu ispat eden canlı bir şahit idi…”43
Mustafa Kemal Paşa, Sivas’a gelir gelmez, Ali Galip ve arkadaşlarını görmek ister. Bu ibret verici olayı Sivas Valisi Reşit Paşa, hatıralarında şöyle anlatıyor: “… Ali Galip Bey, birlikte getirdiği memurlarla beraber, adeta göz altında, Mustafa Kemal Paşa’nın huzuruna çıkarılmıştı. Paşa, kaşları çatık ve yüzü asık bir halde, onları kabul etti. Bir müddet ayakta tuttu, sonra oturmalarını emretti ve Ali Galip Bey’e hitabederek ağır bir azarlama nutkuna başladı. Kelimelerin tokattan farkı yoktu. Fakat; bu utandırıcı, harabedici nutuk, sade bir hakaret yağmuru değildi… (Ali Galip’in davranışlarını) bayağı bularak hem tekdir, hem tahkir etmekle beraber; hayrete değer münasebetler düşürerek, milli hareketin mahiyeti, hedefi ve kutsallığı hakkında da uyarıları kapsıyordu… (Ali Galip Bey) son derece perişandı, boyuna ter döküyor, boyuna yutkunuyordu. Mustafa Kemal Paşa, belki 20 dakika, sert hitabesini sürdürdü: -Askerler, dedi, mert olur. Türk askeri ise, mertlerden mert ve pek civanmert olur. Siz cihanın kabul ettiği bu kaideye istisna mı teşkil ediyorsunuz? Yoksa, ordudan ayrılmakla, Türk askerine mahsus üstün kıymetlerden de uzak mı düştünüz? Nedir bu yaptığınız? Kime ve kimlere hizmet, yahut kime ve kimlere ihanet ediyorsunuz? Hiç düşündünüz mü? Size daha ağır muamelede bulunabilirdim. Emekli bir asker olduğunuza saygı gösterip, bu kadarla yetiniyorum. Şu kadar ki aklınızı başınıza almaz, haddinizi bilmez, dilinizi de kısmazsanız, akıbetiniz korkunç olur. Haydi, buyurun, yerinize gidin, derin derin düşünün. Harput’a mı gitmek, geri İstanbul’a mı dönmek lazım olduğunu kararlaştırın. Yalnız şunu unutmayın ki, Anadolu’da sizin gibilerin ve efendilerinizin düdüğü ötmez, ötemez.” 44
Mustafa Kemal Paşa, “… Sivas’ta teşkilat ve hareket tarzı hakkında ilgililere gerekli talimatı verdikten sonra, hiç uyumadan geçen 27/28 Haziran sabahında, bir bayram günü…” 45, yanında Hüseyin Rauf Bey ve Ordu Müfettişliği Karargah Heyeti olduğu halde, Erzurum istikametinde hareket eder, yolu üzerindeki köy ve kasabalara uğrayarak halkla görüşmeler yapar, 1 Temmuz günü Erzincan’a gelir, geceyi Erzincan’da geçirir, yine halkla bazı görüşmeler yaptıktan sonra, 2 Temmuz’da Erzurum’a hareket eder ve nihayet, “… bir haftalık yorucu bir otomobil yolculuğundan sonra…”46 3 Temmuz’da Erzurum’a ulaşır.
2. BÖLÜM: KONGRELER
I. Erzurum Kongresi:
Mustafa Kemal Paşa’nın kendi deyimi ile, “erler yatağı” Erzurum’da karşılaştığı coşkun ilgi gerçekten etkileyicidir. Bunu, karşılama töreninde bulunan yetkili bir kişiden dinleyelim: “… Erzurum’un eski ve güzel bir adeti vardır. Batıdan gelen misafirlerini şehrin ilk göründüğü nokta olan Ilıca’dan karşılar, geniş ovanın bu başlangıç noktasından Kale’ye kadar kendisine yoldaşlık ederler. O gün (3 Temmuz 1919) Mustafa Kemal Paşa’yı da küçük bir kafile burada karşıladı. Karşılayıcıların başında Erzurum’daki Kolordunun (15. Kolordu) Kumandanı (Kazım Karabekir Paşa) kurmay subayları ile beraber bulunuyordu. Yine o tarihlerde Erzurum’da milli hareketi temsil eden Müdafaa-i Hukuk’un Merkez Heyeti de bu karşılayıcı kafilesinin ikinci kısmını teşkil ediyordu. Mustafa Kemal Paşa ile arkadaşları, ikindi üstü Ilıca’ya varmışlardı. Kaplıcaların önünde düşman baltasından kurtulmuş birkaç söğüdün gölgesinde… sekiz on kişilik bu küçük grup, kahvelerini içerken günün durumu konuşulmaya başlandı. Mustafa Kemal Paşa, bu birkaç dakikalık görüşmede, sözü hep milli hareket etrafında dolaştırıyordu. Bu sırada gözleri Ilıca’nın batısındaki sırtlara ilişti. Sıcak yaz güneşi bu sırtların arkasına doğru çekiliyor ve sırtın üzerini ışıkları ile süslüyordu. Burada, tam yolun geçtiği yerde, bir adam, ufka mürtesem düştüğü için çok irileşiyor ve arkasına güneşi aldığı için de, koyu renkli ve parıltılı bir cevherden dökülmüş bir heykel gibi görünüyordu. Bu güzel ışık ve gölge oyununu ilk gören Mustafa Kemal Paşa olmuş ve yanındakilere göstermişti. Orada bulunanların hepsi birden, o tarafa baktılar. Heykel, sırtlardan aşağı doğru yürüyor; onu, ufkun arkasından çıkan yeni heykeller ve Anadolu ovalarının cefalı kağnıları takip ediyordu… bu, beş on kağnı ile kadın, erkek, çoluk, çocuk, yirmi otuz kişilik bir muhacir kafilesi idi. Kafilenin önünde yürüyen heykel, yavaş yavaş söğütlüğe doğru ilerledi. Bu, iri ve dinç bir ihtiyardı. Gür ve ak sakalı göğsünü doldurmuş; Anadolu ovalarının güneşi, Anadolu dağlarının rüzgarı çehresini tunçlaştırmıştı. Omuzlarına kartal kanat attığı paltosu ve elindeki asası ile, bir yolcudan ziyade, şark mitolojisindeki yarı Tanrı kabile reislerine benziyordu. Misafirlerin ehemmiyetli kimseler olduğunu anlayan ihtiyarın zeki gözleri parladı. İri ve ak tüylerle örtülü elini geniş göğsünün üstüne koyarak, oturanları selamladı. Mustafa Kemal Paşa, ta yanı başına kadar geldiği halde, heykellik azametini kaybetmeyen bu ihtiyarın hatırını soruyor; o da, gövdesine yaraşan derin ve gür sesi ile teşekkür ediyordu. Bu kısa hoşbeşden sonra, Paşa, ihtiyara, -Ağa, böyle nereden geliyorsun? dedi. İhtiyar,- Paşam, Rus gelirken muhacir olmuştum. Çukurova’da idim. Şimdi köyüme dönüyorum, diye cevap verdi. Paşa, zamanın nezaketini, halin emniyetsizliğini ileri sürerek; böyle bir zamanda buralara dönmesinin pek yerinde olmadığını, kışın sıkıntı çekeceğini anlatmak istedi. Sonunda da, -Ağa, yoksa oralarda geçinemedin mi? dedi. Ağa derhal mukabele etti, Hayır Paşam, Çukurova cennet gibi bir yer. Bir eken yüz biçiyor. Allah millete zeval vermesin. Bize tarla da verdiler, çayır da. Hamdolsun, uşaklar da çalışkandırlar. Değil Çukurova gibi bir yerden, taşdan bile ekmeklerini çıkarırlar. Geçimimiz Padişah da bile yoktu. Çok rahattık. Yalnız, Son günlerde işittim ki, İstanbul’daki ırzı kırıklar, bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu namertler kimin malını kime veriyorlar? Tunç çehreli, ak sakallı, gün görmüş ihtiyarın iman dolu göğsünden gelen bu ses, yine onun gibi tunç çehreli kahraman askerin gözlerini yaşarttı. Bu eski Türk kalesine millet için, milletle beraber çalışmaya gelen devlet adamı, yaşlı gözlerle arkadaşlarına döndü ve “bu milletle neler yapılmaz” dedikten sonra ihtiyarla vedalaştı… Mustafa Kemal, İstanbul Kapısında, başta bir tören kıtası olmak üzere, okullar ve halk tarafından karşılandı. Halk, büyük sevgi ve saygı gösterdi. Paşa, Erzurum’a ve Erzurum’daki fikir arkadaşlarına kavuştuğu için çok memnundu. Bu memnunluğu yüzünden belli idi. Yanındaki arkadaşları ile birlikte Kolorduya misafir oldular…”47.
Mustafa Kemal Paşa, Erzurum’da 29 Ağustos 1919 gününe kadar kalır. Bu günler, gerek kendisinin resmi meslek hayatına veda etmesi, gerek milli mücadelenin gelişiminde önemli bir aşama oluşturan Erzurum Kongresi kararları bakımından, tarihi olaylara sahne olur. 5 Temmuz’da Harbiye Nazın, Mustafa Kemal Paşa’yı, Padişah adına İstanbul’a çağırır;48 aynı gün, Mustafa Kemal Paşa, “Merkezi Hükümetin muhtemel olumsuz tebliğlerini kontrol etmek ve durdurmak için, muhabere kanalı olan mühim merkezlerde tedbirler ve tertipler alınması” 49 yolunda bütün komutanlık¬lara emir verir. 7 Temmuzda gönderdiği bir genelgede. “İstiklalimizi koruma uğrunda oluşan ve gerçekleşen milli kuvvetler her türlü müdahale ve tecavüzden korunmuştur. Devlet ve milletin mukadderatında milli irade geçerlidir ve hakimdir. Ordu, bu milli iradeye bağlıdır ve onun emrindedir…” der ve komutanların, Merkezi Hükümetçe verilecek “kumandanlıktan uzaklaştırılmaya, birliklerin lağvına, milli kuruluşların zayıflamasına yönelik” emirlere uymamalarını ister.50 8 Temmuz’da Vekiller Meclisi, Mustafa Kemal Paşa’nın Ordu Müfettişliğinden alınmasına karar verir. Bu karar tutanağında, özellikle şu sözler, ibret ve hayretle okunmaya değer: “Üçüncü Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa’nın, memuriyet bölgesi içinde bulunan İslam halkını diğer unsurlar ve yabancılar aleyhine kışkırtma yolundaki hareketlerinden dolayı İstanbul’a getirilmesinin İngiltere Yüksek Komiserliğince ısrarla istenmesi… 5 Temmuz’da Samsun’a çıkarılan ve bir işgal mahiyetinde olmadığı yabancı temsilciler tarafından garanti edilen İngiliz askeri birliğine karşı adeta savunmaya geçilmesi hususunda ast durumundaki kumandanlara emirler verdiği; bu Mustafa Kemal Paşa meselesinin İngiltere Devleti ile mühim anlaşmazlıklar çıkmasına sebep olacak derecede tehlikeli neticelere doğru yol aldığı…”.51
Nihayet, tarihi gece (8/9 Temmuz 1919) gelir. Mustafa Kemal Paşa, o geceye kadarki ve o geceki durumu şöyle özetliyor: “…Harbiye Nezareti, İstanbul’a gel, diyor. Padişah, evvela, hava değişimi al, Anadolu’da bir yerde otur, fakat bir işe karışma, diye başladı. (Sonra) ikisi birlikte, mutlaka gelmelisin, dedi. Gelemem! dedim. Nihayet, 8/9 Temmuz 1919 gecesi, sarayla açılan bir telgraf başı muhaberesi esnasında, birdenbire perde kapandı ve 8 Haziran’dan 8 Temmuz’a kadar, bir aydır devam eden oyun sona erdi. İstanbul, benim, o dakikada resmi memuriyetime son vermiş oldu. Ben de, aynı dakikada, 8/9 Temmuz 1919 gecesi saat 10.50’de, Harbiye Nezaretine; saat 11.00’de, Padişaha, memurluk görevimle beraber askerlik mesleğinden istifamı gösterir telgrafları vermiş oldum”. 52 Mustafa Kemal Paşa, bundan sonraki durumunu şöyle değerlendiriyor: “Keyfiyet, tarafımdan, ordulara ve millete bildirildi. Bu tarihten sonra, resmi sıfat ve yetkiden ayrılmış olarak, yalnız milletin şefkat ve civanmertliğine güvenerek ve onun bitmez feyiz ve kudret kaynağından ilham ve kuvvet alarak, vicdani vazifemize devam ettik”. 53
9 Temmuz günü, 15. Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret eder ve bu ziyareti özetle şöyle anlatır: “…Kendisine hürmet ve samimiyette kusur etmeyeceğimi pek samimi ve ciddi bildirdim. Hazırol vaziyetinde selamla, bundan sonra da ne emirleriniz varsa yapmayı bir şeref sayarım, dedim”. 54
Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’a başlıca geliş nedeni, Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti (Doğu Vilayetleri Milli Hukuku Savunma Derneği) Erzurum Şubesi tarafından toplanması önceden kararlaştırılmış olan Kongre idi. 10 Temmuz’da toplanması düşünülen kongrenin açılışı, ilgililerin bütün çabalarına rağmen, bazı zaruri nedenlerle, 23 Temmuz’a bırakıldı. Bu sırada, küçük bir müfreze ile, İngiliz temsilcisi olarak Erzurum’da bulunmakta olan ve özellikle silahların toplanarak sevk edilmesinden sorumlu olan Albay Rawlinson, sıkıcı davranışlarda bulunmaktadır. Nitekim 9 Temmuz günü öğleden sonra, evde, Mustafa Kemal Paşa’yı ziyarete gelir. Yetkili bir kaynaktan izleyelim: “…Kolonel (Albay) aramızda idi. Paşa ile havadan sudan, şundan bundan söz eden konuşmalar yaptıktan sonra, -işittiğime göre, burada, yarın bir kongre açacakmışsınız, dedi. Paşa, kesin bir sesle,- Evet, milletçe açılması kararlaştırılmıştır (cevabını verdi). Konuşma, karşılıklı şöyle sürdü: Kolonel -Açılmaması daha uygun olacaktır. Mustafa Kemal Paşa- Kongre muhakkak toplanacak ve gününde açılacaktır. Millet buna karar vermiştir. Açılmamasını tavsiye eden mütalaanıza hakim olan sebepleri bile sormayı lüzumlu görmüyorum. Kolonel- Fakat hükümetim, bu kongrenin toplanmasına müsaade etmez. Mustafa Kemal Paşa -Ne hükümetinizden, ne de sizden müsaade istemedik ki, böyle bir müsaadenin verilip verilemeyeceği söz konusu olsun. Konuşmanın tam bu asabi ve çetin noktasında emir eri, elinde kahve tepsisi olduğu halde, odaya girdi. Paşa ile İngiliz Albayı arasındaki konuşmadan, tabii, hiçbir şey anlamadığı halde; Paşa’nın yüzünden, hareket tarzından, sesinden ve sesinin tonundan her halde bir şeyler sezmiş olacak ki o andaki jestini asla unutamayacağım. Bu saf, dürüst ve sadık Anadolu çocuğu gözlerimin içine bakarak, göz ve kaşları ile işaret ederek, Kolonel’i kapı dışarı edeyim mi? diye sordu. Ben de, onun dili ile, yani kaş göz hareketleri ile, kahveyi ver, dışarı çık! işaretini verdim. Ali kahveyi verip dışarı çıktıktan sonra, Paşa ile Kolonel arasındaki konuşma yeniden şiddetlendi. Kolonel -Kongre’den vazgeçmezseniz, zor kuvveti ile toplantının dağıtılmasına mecburiyet hasıl olacak, dedi. Paşa da, derhal, aynı şiddetle karşılık verdi- O halde, biz de, mecburi ve zaruri olarak, kuvvete kuvvetle karsı koyar ve her halde milletin kararım yerine getiririz. Paşa, çok sinirlenmişti. Hiddetli zamanlarında kaşları çatılır ve gözleri sağa ve sola çevrilerek ateş saçardı. Paşa yine bu halde idi. -Ne pahasına olursa olsun, kongreyi açacağız, diyerek yerinden kalktı ve Lord Curzon’un yeğenine (Albay Rawlinson) kesin bir şekilde, -Görüşmemiz bitmiştir, dedi. Kolonelin ters bir cevap verip Paşa’yı daha çok sinirlendirmesine engel olmak için, ben de hemen oda kapısını açtım -Lütfen Kolonel, diyerek kapıyı gösterdim ve muhakkak ki Paşa’nın muhataplarını esir halinde tutan yüksek iradesinin sevk ve tesiri altında Kolonel, açtığım oda kapısından ağzından tek kelime çıkmadan ve sapsarı bir yüzle basıp gitti…”.
Mustafa Kemal Paşa, 10 Temmuz’da, Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesinin gönderdiği bir yazıda, “…cemiyetin başına geçmemi ve Faal Heyet Başkanlığını kabul etmemi teklif ediyorlar…” diyerek, 56 öneriyi kabul eder ve aynı gün Faal Heyetin ilk toplantısını yapar. 57
Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’daki çalışmaları yoğun şekilde sürer. Geniş ölçüde görüşmeleri de kapsayan bu çalışmaların ağırlık noktasını, hiç kuşkusuz, Kongre hazırlıkları oluşturur. Bu arada, Mustafa Kemal Paşa’nın ve Rauf Bey’in Kongreye resmen katılmaları için yukarıda sözü edilen Cemiyet’in Erzurum şubesi üyelikleri sağlanır.
Nihayet 23 Temmuz 1919 günü saat 11.00’de, Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri ile, “pek mütevazi bir mektep salonu”nda58 Erzurum Kongresi ilk toplantısını yapar. Mustafa Kemal Paşa, oybirliği ile başkan seçilir. Paşa, yaptığı açış konuşmasını şöyle özetliyor: “Tarih ve olayların şevki ile, fiilen içine düştüğümüz kanlı ve kara tehlikeleri görmeyecek ve bundan heyecan duymayacak hiçbir vatanseverin tasavvur edilemeyeceği¬ne işaret ettim. Mütareke hükümlerine aykırı olarak yapılan tecavüz ve işgallerden söz ettim. Tarihin bir milletin varlığını ve hakkını hiçbir zaman inkar edemeyeceğini; bu nedenle, vatanımız, milletimiz aleyhinde verilen hükümlerin muhakkak iflasa mahkûm olduğunu söyledim. Vatan ve milletin mukadderatını kurtarmak ve korumak hususunda, son sözü söyleyecek ve bunun hükmünü uygulatacak kuvvetin bütün vatanda bir elektrik şebekesi haline girmiş olan milli cereyanın yiğitlik ruhu olduğunu söyledim. Manevi kuvvetin güçlenmesine yardımcı olmak üzere de, bütün bilinen milletlerin ulusal amaçlarına ulaşmak için, o günlerdeki faaliyetleri ile ilgili bazı bilgileri özetledim. Ve mukadderata hakim bir milli iradenin, ancak Anadolu’dan çıkabileceğini açıkladım. Milli iradeye dayalı bir ulusal şura kurulmasını ve gücünü milli iradeden alacak bir hükümetin teşkilini, çalışmamızın ilk hedefi olarak gösterdim”.59 14 gün süren Erzurum Kongresinin sonunda, 7 Ağustos’ta ilan edilen beyannamede, özetle, “Ulusal sınırlar içinde bulunan vatanın her parçası bir bütün oluşturur. Birbirinden ayrılmaz. Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı ve Osmanlı Hükümetinin dağılması halinde millet, hep beraber savunacak ve direnecektir. Vatanın ve istiklalin korunması ve sağlanmasına Merkezi Hükümetin gücü yetmediği takdirde, bu maksadın sağlanması için geçici bir hükümet kurulacaktır. Bu hükümet, Milli Kongrece seçilecektir. Kongre toplantı halinde değilse, bu seçimi Heyet-i Temsiliye yapacaktır. Milli kuvvetleri geçerli ve milli iradeyi hakim kılmak esastır.Hıristiyan unsurlara siyasi hakimiyetimizi ve sosyal dengemizi bozacak imtiyazlar verilemez. Manda ve himaye kabul olunamaz. Milli Meclisin derhal toplanması ve hükümet icraatının meclisin kontrolüne bırakılması sağlanmaya çalışılacaktır”.60
Olaylar bu şekilde gelişirken, İstanbul’da Vekiller Meclisi, 29 Temmuz’da, hala, “Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey’in derhal yakalanarak İstanbul’a gönderilmeleri hususunun Harbiye Nezareti tarafından mülki memurluklara telgrafla acele bildirilmesi” kararı üzerinde duruyordu. Fakat; bu karar ve emirler, hiçbir sonuç vermeyecektir.
7 Ağustos 1919 günü, Erzurum Kongresi sona erer. Mustafa Kemal Paşa, yaptığı kapanış konuşmasını şöyle özetler: “Esaslı kararlar alınmış olduğunu, cihana milletimizin varoluş ve birliğinin gösterildiğini, söyledim. Tarih, bu kongremizi çok nadir ve büyük bir eser olarak kaydedecektir, dedim”. 61 Erzurum Kongresi, nizamname gereğince, bir Heyet-i Temsiliye oluşturmuş ve Heyet’in Başkanlığına Mustafa Kemal Paşa’yı seçmiştir. Fakat, Mustafa Kemal Paşa’nın belirttiğine göre, bu heyet üyeleri, hiçbir zaman bir araya gelip birlikte çalışmış değillerdir. 62
26 Ağustos’ta, Mustafa Kemal Paşa, Erzurum Müdafaa-i Hukuk Heyetinin Erzurum hemşeriliğini öneren bir yazısını alır: “Bu memleketin tarihinde şehrimizin nasıl nurlu bir yeri varsa; Erzurum tarihinde de yüksek vatansever kişiliğiniz, öyle özel bir yer kazanmıştır. Savaşçılara yaraşır hayatınızda, bu suretle mühim hatıralara sahip bulunan Erzurum’un evladı arasında yüksek adınızın görülmesi, bütün hemşerilerce şeref ve övünç vesilesi sayılacağından ve doğum yeriniz istila altında bulunduğundan, burada yerleşerek hemşeriliğimizi kabul buyurmanızı temenni eyleriz”.63 Bu dileğe, Mustafa Kemal Paşa, 27 Ağustos’ta şu cevabı verir: “Erzurum hemşeriliğinin teklifi sureti ile hakkımda bu kere de gösterilen sevgi ve samimiyet gösterisine teşekkür ederim. Tarihi olan Erzurum’un, bu erler yatağının hemşerileri arasında bulunmak, benim için en büyük mutluluktur…”.64
Erzurum Kongresi’nin yapıldığı günlerde; bazı aydın kişilerin kafasında “Amerikan mandası”nın hakim bir yer tuttuğu, fikirlerini mektuplar ve telgraflarla Mustafa Kemal Paşa’ya bildirdikleri görülür. Buna karşılık Erzurum Kongresinde sağduyu ağır basarak, “…Manda ve himaye kabul edilemez…” kararına varılır. Bununla beraber, Mustafa Kemal Paşa, manda konusunda tedirgindir; 27 Ağustos akşamı başlayan ve sabaha kadar süren özel bir toplantıda konu üzerinde, yine önemle durur. Yetkili bir kaynakta şu satırları görüyoruz: “…Paşa, bu gecenin tamamen manda meselesinin konuşulmasına ayrılmasından yararlanarak, Hayati Bey’e, dosyadaki mektuplardan bir çoğunu tekrar tekrar ve özellikle Vasıf Bey’in,65 Halide Edip Hanım’ın66 mektuplarını; Ali Fuat Paşa67 ve Selahattin Bey’den68 gelen telgrafları okuttu ve zaman zaman şu açıklamaları yaptı: Ali Fuat Paşa ve Selahattin Bey’in görüşleri yerindedir. İstanbul, bir Amerikan mandasıdır tutturmuş gidiyor. Bu, olmayacaktır. Türkiye, istiklal bütünlüğüne sahip olacaktır. Bunu istemekte devam edeceğiz. Anladığıma göre; İstanbul’daki kişiler, bizi Amerika’da Wilson’a, Senato’ya, Kongre’ye müracaat ettirmek ve bütün Türk Milleti namına istenen bir manda oyununa düşürmek istiyorlar. Bu oyuna gelmeyeceğiz. Şu size okuttuğum telgraflara, mektuplara, tavsiyelere bakınız. Öyle bir manda istenecek veya verilecekmiş ki hükümranlık haklarına, hariçte temsil hakkımıza, kültür istiklalimize, vatan bütünlüğümüze dokunulmayacakmış. Buna ve böylesine, Amerikalılar değil, çocuklar bile güler. Her şeyin başında, Amerikalılar, kendilerine hiçbir menfaat sağlamayan böyle bir mandayı niçin kabul etsinler? Amerikalılar bizim kara gözlerimize mi aşık olacaklar? Bu ne hayal ve ne gaflettir?… (Paşa) devam ediyordu: Amerikan mandası diye çırpınanlar, düşman işgali altında bulunan sinirleri ve zaafları ile bu millete ve bize inanmayanlardır. Bizim hayal ve macera peşinde koştuğumuzu sananlardır. Eğer bunlar, Anadolu’nun ve Türk Milletinin gerçek duygularını bilseler; bizim çalışmalarımızın hedefini kavrayabilseler, Erzurum Kongresi’nin kararlarının nasıl bir milli vicdan mahsulü olduğunu takdir edebilseler, bu yanlış fikirlerinden dolayı utanç duyarlar. Bunlar, ümitsizlik ve bozgunluk içinde realitelerden uzak olarak yaşayan ve ne yapacaklarını, ne yapılmakta olduğunu bilmeyen insanlardır. Kongre, duygularını açıklıkla belirtmiştir. Heyet-i Temsiliye, kararını vermiştir. Milli irade, şuur ve istikametini bulmuştur. Davamız, yürümektedir ve yürüyecektir. Başarmamak için hiçbir sebep yoktur. Hiçbir menfi kararı tanımayacağız. Milli hakimiyet esasını ve Milli Meclis kararını dile getirmeyen hiçbir anlaşmayı, hiçbir taahhüdü kabul etmeyecek ve tanımayacağız”. 69
Mustafa Kemal Paşa’nın ve yanındakilerin, Sivas Kongresi’ne katılmak üzere, Erzurum’dan ayrılışları, artık gün meselesidir. Ancak, ortada yolculuk masraflarını karşılamaya yeterli parayı bulma sorunu vardır. Milli Mücadelenin irili ufaklı birçok güçlüklerin yenilmesi ile kazanıldığını gösteren, ilk bakışta belki basit, fakat insanı duygulandıran şu örnek, gerçekten anlamlıdır: “Tarih, Ağustos ayının sonlarına doğru, Sivas Kongresi Eylül ayının dördüncü günü toplanacak. Paşa, hareket hazırlığında… (Erzurum Kongresinde kabul edilen) Nizamname, Heyet-i Temsiliye’nin masraflarını karşılamak ödevini Müdafaa-i Hukuk teşkilatına vermişti. O zamanlar bunu Erzurum Müdafaa-i Hukuk’undan başka bir yer yapamazdı. Halbuki o gün, Müdafaa-i Hukuk’un elinde yalnız seksen lira kadar bir para vardı. O zamana kadar halktan toplayabildiğimiz 1.500 lirayı öbür vilayetlerden gelmiş olan azaların yerleştirilmesi, telgraf muhabereleri gibi acele işlere harcamıştık. Hiçbirimizde de para yoktu… Paşa’ya hiç olmazsa, 1.000 lira kadar bir para temin etmeli idik. Ama nereden? Böyle mühim bir zamanda, Cemiyetin parasızlığını kimseye söyleyemezdik. Bu, bizim için bir zaaf olurdu, ilk tedbir olarak hepimiz, çoluk çocuğumuzun ziynet eşyasına başvurmayı hatırladık. Kadınların göz yaşlarına bakmayacaktık. Fakat, bunların da boynunda, kolunda ne varsa, hepsi, muhacirlikte ekmek parası olarak sarf olunmuştu. Hepimizi bir düşünce aldı. Daha başlangıçta bu kadar küçük bir şey karşısında bunalırsak, büyük işi nasıl başaracaktık? Faal Heyet üyelerinden emekli Binbaşı Süleyman Bey hızır gibi imdadımıza yetişti. Her anlamı ile olgun bir insan olarak tanıdığımız Süleyman Bey, nasıl bir çıkmazda olduğumuzu görerek, -Çocuklar, ben bu işin çaresini buldum. Benim tasarruf edilmiş 900 liram var. Ben 60 yaşını geçmiş bir adamım. Allah’ın rızasından, milletin selametinden başka bir dileğim yok. Ben bu parayı size veririm. Fakat, bu parayı verdiğimi, ne Paşa ve ne de başka hiçbir kimse bilmeyecek. İleride Müdafaa-i Hukuk’un parası olursa, verirsiniz. Olmazsa, helal olsun. Ben devletin verdiği emekli aylığı ile geçinir giderim, dedi. Hepimizin gözleri yaşarmıştı… 100 lira kadar da aramızda toplayarak, 1.000 lira yaptık ve… Paşa’ya ulaştırdık… Paşa’nın çok memnun olduğunu sevinerek öğrendik”. 70
II. Sivas Kongresi’ne Doğru:
Mustafa Kemal Paşa, beraberindeki arkadaşları ile birlikte, üç eski otomobil ve üç atlı arabadan oluşan bir konvoy halinde, 29 Ağustos 1919 sabahı Erzurum’dan Sivas’a hareket eder. Amacı 4 Eylül’de Sivas’ta açılması programlanan kongreye vaktinde ulaşmaktır. Bu kongre, Doğu ve Batı vilayetleri ile Trakya’nın, daha kesin bir deyişle, bütün ülkenin birleşmesi ve ulusal bir heyetin kurulması amacına yöneliktir. Yollar bozuk olduğundan ilerleme yavaştır. Bu yüzden, Erzincan’a ancak 30 Ağustos akşamı ulaşılır. Erzincan Mutasarrıfının verdiği akşam yemeğinde, Erzincan eşrafı ve ileri gelenleri de hazır bulunur. “Mustafa Kemal Paşa, her zaman olduğu gibi, sofrada bulunanlara milli mücadelenin amacı ve vatanı kurtarmanın çareleri hakkında uzun boylu açıklamalar yapar. Yemekte bulunanlar derin bir şekilde etkilenir ve duygularını bir ağızdan dile getirir: Paşam, son damla kanımızı senin yolunda ve milletin kurtuluşu uğrunda akıtacağız… Paşa, bu davranıştan çok memnun olur. Bunun içindir ki sabahleyin erkenden yola çıkmak yerine, halk ile temas etmeyi ve şehri dolaşmayı tercih eder. Ziyafet sofrasındaki Erzincanlıların verdiği sözler, sanki bir parola halinde ve bir anda bütün şehre yayılmış gibidir. Paşa, kiminle görüşürse, ondan: Vatan için canımızı fedaya hazırız, cevabını alır…71
Mustafa Kemal Paşa, 31 Ağustos’ta Erzincan’dan Sivas yönünde hareketini şöyle anlatıyor: “…Erzincan’dan batıya hareket ettiğimiz günün sabahı, Erzincan Boğazı girişine gelir gelmez, bazı jandarma erlerinin ve subaylarının, heyecanlı ve telaşlı bir şekilde, otomobillerimizi durdurduk-larını gördük. Durumu açıkladılar: Eşkıya Boğazı tutmuştur, tehlike var, geçilemez. Bir subay, merkeze kuvvet gönderilmesini yazmış. O kuvvet gelince, tertibat alacak, hücum edecek, bu eşkıyayı püskürtecek ve yolu açacak imiş. Pek iyi ama, bu eşkıyanın kuvveti nedir, neresini nasıl tutmuş, ne kadar kuvvet ve ne vakit gelecek? Bu bilinmez şeyler çözülünceye kadar geri, Erzincan’a dönmek ve kim bilir kaç gün beklemek lazım! Bizim ise, işimiz pek acele idi… muayyen günde Sivas’ta bulunamazsam, şurada veya burada şu veya bu sebeple ürküp durduğum Sivas’ta ve her tarafta, duyulursa, panik başlayabilir, işler alt üst olabilirdi. O halde karar: Tehlikeyi göze alıp yola devam etmek. Başka çaremiz de yoktu. Yalnız, ufak bir tertip almayı uygun buldum. Hafif makineli tüfeklerle donatılmış bulunan fedakar arkadaşlarımızdan birkaçını (daha sonraları generalliğe yükselen Osman Tufan Bey’in başkanlığında) bir otomobille, kendi otomobilimizin önüne sürdük. Sağdan soldan gelecek, uzak mesafedeki ateşlere önem verilmeyerek; otomobiller hızla hareketle şose üzerinde ilerlemeye devam edecekler. Vurulan, ölen olursa, onlarla uğraşılmayacak. Tam şose üzerinde ve yakınında, şoseyi kapayan eşkıya ile çatışılırsa, hepimiz otomobillerden atlayacağız ve bunlara hücum ederek yolu açacağız; (hayatta) kalanlar tekrar kullanılabilir (durumdaki) otomobillere binerek, hızla ileri uzaklaşarak yola devam edecekler, işte, verilen emir de bu idi. Bu tertibi ve hareket tarzını akla uygun ve emniyetli görmeyenler bulunabilir… (fakat) ben, evvela, gerçekten Boğazın tutulduğuna inanmadım. Bunu, Merkezi Hükümet yanlısı olabileceğini tahmin ettiğim bazı kimseler tarafından sadece beni durmaya mecbur etmek için uydurulmuş bir plan saydım. Sonra, eşkıya Boğazı tutmuşsa; bunların alabilecekleri tertibatın uzak tepelerden yola ateş etmekten ibaret kalması, bence çok muhtemel idi. Kısacası yürüdük, Boğazı geçtik ve 2 Eylül 1919 günü Sivas’a ulaştık. Halkın, şehrin çok uzaklarından başlayan, büyük ve parlak gösterileri ile karşılandık…”. 72
III. Sivas Kongresi:
Sivas Kongresi, 4 Eylül 1919 günü saat 14.00’de Sivas İdadisi (Lise) binasında açılır. Bunu sağlamak, hiç de kolay olmamış; İstanbul Hükümeti ve itilaf Devletlerinin yaratmak istedikleri engellerin aşılması gerekmiştir. Örneğin; Mustafa Kemal Paşa, henüz Erzurum’da iken, 20 Ağustos 1919 günü, Sivas Valisi Reşit Paşa tarafından yazdırılan şu telgrafı alır (özet): “…Görünüşte, Fransızlara ait müesseseleri teslim almak, gerçekte, buraların durumu hakkında tetkiklerde bulunmak üzere; Cizvit papazları ile beraber İstanbul’dan evvelki gün Sivas’a gelerek vilayeti ziyaret eden Fransız subaylarının ziyaretlerini iade etmek için, dün sabah yanlarına gitmiştim… Orada hazır bulunan Fransız binbaşılarından Jandarma Müfettişi Mösyö Brunot, biraz hususi görüşmek arzusunu göstererek, beni diğer bir odaya aldı. Söylediği sözleri aynen naklediyorum: Mustafa Kemal Paşa ile Kongre Heyetinin Sivas’a gelip burada da bir kongre yapacaklarım işittim. Bunu İstanbul’dan gelen Fransız subayları söylediler… Eğer Mustafa Kemal Paşa Sivas’a gelir ve burada kongre toplamaya girişirse, beş on gün içinde buraların işgal altına alınmasının kararlaştırılmış olduğunu kesin şekilde biliyorum… Dahiliye Nezaretinden dün aldığım şifreli telgraf da, başka şekilde yazılmakla beraber, aynı kanaati verecek biçimde idi… Bu sabah da, Mösyö Brunot bana gelerek, netice itibariyle şunu söyledi: Ben, dünden beri bu mesele üzerinde pek çok durdum. Nihayet, şuna karar verdim ki; Mustafa Kemal Paşa ile Kongre Heyeti, Sivas Kongresinde İtilaf Devletleri aleyhinde tahriklerde bulunmazlar ve onlar hakkında saldırganca lisan kullanmazlarsa, kongrenin toplanmasında hiçbir sakınca yoktur… Binbaşı’nın işgal meselesinde dünkü kesin konuşmasına rağmen, bugünkü yumuşaklığı sebebini sizin yüksek dikkatinize arz etmeyi görev bilir ve bu hususta tafsilat vermeği gereksiz sayarım. Aynen anlaşılıyor ki; bunların fikri, kongrenin Sivas’ta toplanmasını uygun bulmuş görünerek sayın Kongre Heyeti ile sizi burada toplu bulundurarak, bütün dostlarımızı ele geçirmekten ve aynı zamanda işgal meselesini de olupbitti haline, koymaktan ibarettir… Bundan sonraki hareket tarzının tayini size aittir. Entrikalı bir tehlikenin bu kadar yakın ve adeta elle tutulacak derecede geçerli olduğunu bilip dururken, durumdan size haber vermemeyi ve bu nedenle Sivas’ta kongre toplanmasından vazgeçilmesini arz eylememeyi vicdanıma sığdıramadım. işte bunun için, sizden ve diğer sayın dostlardan pek ziyade rica ederim ki; ikinci bir kongrenin mutlaka toplanmasına kesin bir lüzum yoksa, vazgeçilsin; varsa, dört taraftan işgali pek kolay olan Sivas’ın toplantı yeri olmasından vazgeçilerek; işgal ihtimali pek uzak olan Erzurum’da veyahut uygun görülürse Erzincan’da toplanması çarelerine teşebbüs buyurulmasını, memleketin selameti adına istirham ederim…”. 73 Mustafa Kemal Paşa, telgraf merkezinden, Vali Reşit Paşa’ya hemen şu cevabı verir (özet): “…Mösyö Brunot ve arkadaşlarının tehdit şeklindeki sözlerini tamamıyla blöf sayarım. Sivas Kongresi’nin toplanması yeni bir mesele olmayıp, aylarca önce dünyaca bilinen bir teşebbüstür. Gariptir ki; İstanbul’da bulunan yetkili Fransız siyaset adamlarının bana gönderdikleri haberler, Anadolu’da millet tarafından yapılmakta olan teşebbüslerin pek haklı ve meşru olduğu ve milletimizin istekleri kendilerine açıkça ulaştırıldığı takdirde, iyi gözle bakacaklarına ve tatbikini üstleneceklerine dair şimdiden güvence vermeye hazır oldukları yolundadır. Mösyö Brunot’nun ikinci görüşmede ağız değiştirmesi ve yumuşaması, beni kazanmak cihetine yönelik olmaktan uzak değildir. Fransızlar tarafından, Binbaşı Brunot’nun dediği gibi, beş on günde Sivas’ın işgali o kadar kolay bir şey değildir. Hatırlamanız gerekir ki; İngilizler bu husustaki tehditlerinde daha ileri giderek, Batum’daki askerlerinin Samsun’a çıkarılmasına karar verdiler ve hatta sırf beni tehdit için, bir tabur dahi çıkardılar. Fakat; bu teşebbüse karşı, milletin kuvvetli bir azim ve imanla ve ateşle karşılık vereceği gerçeği kendilerince belli olduktan sonra, hem kararlarından vazgeçmeğe ve hem de Samsun’a çıkarmış oldukları askerleri ile beraber, orada bulunan taburu nakletmeye mecbur olmuşlardır. Sivas Kongresi’nde söz konusu olacak hususlar, Erzurum Kongresi Beyannamesi içindekilerden kolaylıkla anlaşılacağına göre, Kongre’de itilaf Devletleri aleyhine tahriklerde bulunmak gibi maksatlar kesinlikle yoktur. Burada şunu da arz edeyim ki; ben, ne Fransızların ve ne de herhangi bir yabancı devletin yardımına tenezzül eden kimselerden değilim. Benim için en büyük korunma noktası ve bağışlanma kaynağı, milletimin bağrıdır… Tahmin buyurulduğu gibi, Fransızların, Kongre heyetinin Sivas’ta toplanmasını uygun gibi görerek ve sonra Heyeti ele geçirmeye imkan bulması, bence pek uzak vehimlerdendir. Bütün bu söylediklerimi aynen Mösyö Brunot’ya bildirmenizde hiçbir sakınca yoktur ve bu münasebetle, Mösyö Brunot ve arkadaşlarına, milletimizin haklarını koruma ve istiklalini savunma için, Erzurum Kongresi Beyannamesi ile, bütün cihana olduğu gibi, kendilerinin İstanbul’daki siyasi temsilcilerine de bildirmiş olduğu temel kararları tatbikte hiçbir suret ve sebeple tereddüte düşmesine imkan bulunmadığı bildirilmiş olur. Mösyö Brunot bilmelidir ki; Fransızların Sivas’ı işgale karar vermeleri, kendilerine pek pahalıya mal olabilecek yeni kuvvetlerle ve çok paralarla yeni bir harbe karar vermelerine bağlıdır. Böyle bir kararın, Jandarma Binbaşısı Mösyö Brunot ve arkadaşları arasında görüşülse bile, Fransız milletince itaat edilecek bir husus olabileceğine ihtimal verilemez…”. 74
Sivas Kongresi’nin açılış günü, Mustafa Kemal Paşa, üç oy dışında, büyük bir çoğunlukla başkan seçilir; kendisi, Kongre’nin meşgul olduğu işleri şöyle özetliyor: “…ilk açılış günü olan 4 Eylül günü ile, (Eylülün) beşinci, altıncı günleri, yani üç gün, ittihatçı olmadığımızı vurgulamak için yemin etmek lüzumu ile ve yemin formülü hazırlamakla; Padişaha sunulacak yazıyı yazmakla… ve bilhassa Kongre’nin siyasetle uğraşacak mı, uğraşmıyacak mı ortamının münakaşası ile geçti… Nihayet, Kongre’nin dördüncü günü asıl maksada temas ettik ve aynı günde, Erzurum Kongresi Nizamnamesi içindekileri görüştük ve hemen neticelendirdik. Bunun sebebi, Erzurum Kongresi Nizamnamesinde yapılması lazım gelen değişiklikleri zaten hazırlamış ve icap edenleri aydınlatmış bulunuyorduk… (böylece) Cemiyetin adı, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti oldu… Heyet-i Temsiliye, bütün vatanı temsil eder, dendi… Her türlü işgal ve müdahalenin ve bilhassa Rumluk ve Ermenilik teşkili gayesine yönelik hareketlerin reddi hususlarında birlikte savunma ve direnme esası kabul edilmiştir, denildi… Bundan sonra, 8 Eylül toplantısında… Amerikan Mandası meselesi söz konusu ediliyordu. O günlerde, İstanbul’dan gelen bazı kimseler, Amerikalı Mr. Browne namında bir de gazeteciyi Sivas’a getirmişlerdi… (Toplantıda) birçok kişi söz aldı. Kimseye söz vermeden evvel, Başkanlık makamından, şu kısa görüşü belirttim…”. 75 Mustafa Kemal Paşa’nın bu kısa görüşü, Chicago Daily News gazetesi muhabiri olarak, o sırada Sivas’ta bulunmakta olan ve yukarıda adı geçen Louis E. Browne ile ilgilidir. Çünkü; Mustafa Kemal Paşa, manda sorununun dillerde dolaştığı o günlerde, bazı kimselerin Mr. Browne’i bu konuda bir otorite saydıklarını görür ve bunun üzerine bu gazeteciyle doğrudan doğruya görüşmeyi uygun bulur; “…Konuştuğu kimseyi kolaylıkla anlayan çok zeki bir genç…” 76 olarak tanımladığı bu gazeteci hakkında, Paşa, Kongre’de şu görüşü dile getirir: “…Efendiler, Mister Browne, —Ben, hiçbir resmi sıfatla görüşmüyorum. Tamamıyla hususi bir surette görüşüyorum, diyor ve hatta, Amerika’nın mandayı kabul edeceğini değil, belki etmeyeceğini, söylüyor. Onun için, sözleri Amerika namına değil, kendi namınadır. Mandanın ne olduğunu kendisi de bilmiyor. Manda, siz ne derseniz, odur! diyor…”. 77
Manda sorunu üzerinde Kongre’de uzun tartışmalar yapılır. Başından beri bu sorunun karşısında bulunan Mustafa Kemal Paşa, Erzurum ve Sivas Kongreleri Beyannamelerinin önemli bir maddesini (7. madde) ele alır ve şu görüşlerini belirtir: “…Madde: 7-Milletimiz, asri (modern) gayeleri yüce tutar ve fenni, sınai ve iktisadi hal ve ihtiyacımızı takdir eder. Bu nedenle; devlet ve milletimizin dahili ve harici istiklali ve vatanımızın bütünlüğü saklı kalmak şartıyla, altıncı maddede açıklanmış hudut dahilinde milliyet esaslarına riayetli ve memleketimize karşı istila emelini beslemeyen herhangi bir devletin fenni, sınai, iktisadi yardımını memnuniyetle karşılarız ve bu adil ve insani şartları kapsayan bir sulhun da hemen kararlaştırılması, insanlığın selameti ve dünyanın huzuru namına başlıca milli işlerimizdir… Efendiler, bu maddenin hangi noktasında manda ve mandaterin Amerika olacağı fikri vardır? Olsa olsa, herhangi devletin fenni, sınai, iktisadi yardımını memnuniyetle karşılarız, sözlerinden manda fikrine kapılanlar bulunabilir. Fakat; mandanın manasının ve delalet ettiği şeyin bu olmadığı muhakkaktır. Her zaman ve bugün dahi bu açıklama dairesinde vuku bulacak yardımları memnuniyetle karşılamaktayız ve karşılarız. Nitekim; …bir İsveç grubunun, …bir Belçika grubunun fenni, sınai, iktisadi yardımını memnuniyetle kabul ettik ve mesela Ankara şehrinin ve diğer Anadolu şehirlerimizin bir an evvel inşalarında… yabancı sermaye sahiplerinin yardımlarını memnuniyetle kabul ederiz. Yeter ki; memleketimize sermaye getireceklerin, devlet ve milletimizin dahili ve harici istiklalini ve vatanımızın bütünlüğünü bozmaya yönelik gizli şeyleri olmasın… Pek uzun ve münakaşalı devam eden bu manda görüşmesi, taraf tutanları susturacak orta bir çare ile son buldu: Amerika’da senelerden beri aleyhimize yapılmakla olan menfi propagandaların yarattığı fikir cereyanım düzeltmek için, her şeyden evvel, Amerikan Kongresinden memleketimizi tetkik edecek ve gerçeği görecek bir heyeti davet etmek; bu teklif, oybirliği ile kabul olundu…”. 78. Gerçekten; bir Amerikan tetkik heyetinin Sivas’a gelmesi uzun sürmez.
Sivas Kongresi 11 Eylül 1919’da son bulur. Bütün milli kuvvetleri birleştirmek, ülke bütünlüğünü gerçekleştirmek ve milli varlığı özgür, bağımsız ve yenilmez bir Türkiye halinde yüceltmek amaçlarına yönelik bu kongre, hiç kuşkusuz, ulusal tarihimizde önemli bir aşamadır. 11 Eylülde yayımlanan Sivas Kongresi Beyannamesi, özellikle şu tarihi kararları kapsar (özet): “Bütün milletçe bilinen dış ve iç tehlikelerin doğurduğu milli uyanıklıktan doğan kongremiz, şu kararları almıştır: …30 Ekim 1918 tarihindeki hududumuz içinde kalan… Osmanlı ülkesi kısımları, birbirinden ve Osmanlı toplumundan bölünemez ve hiçbir sebeple ayrılmaz bir bütün teşkil eder… Bu topraklarda yaşayan İslam unsurlar, birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakarlık duyguları ile dolu ve ırki ve sosyal haklarına ve çevre koşullarına riayetli öz kardeşlerdir. Osmanlı toplumunun bütünlüğü ve milli istiklalimizin temini… için Kuva-yı Milliyeyi geçerli ve milli iradeyi hakim kılmak, kesin esastır. Osmanlı ülkesinin herhangi bir parçasına karşı vaki olacak müdahale ve işgale ve bilhassa vatanımız dahilinde müstakil birer Rumluk ve Ermenilik teşkili gayesine yönelik hareketlere karşı; Aydın, Manisa ve Balıkesir cephelerinde milli savaşmalarda olduğu gibi, birlikte savunma ve direnme meşru esas kabul edilmiştir. Öteden beri aynı vatan içinde birlikte yaşadığımız bütün gayrimüslim unsurların her türlü tabii hakları saklı olduğundan; bu unsurlara, siyasi hakimiyet ve sosyal dengemizi bozacak imtiyazlar verilmesi kabul edilmeyecektir. Osmanlı Hükümeti, bir dış baskı karşısında, memleketimizin herhangi bir parçasını bırakmak ve ihmal etmek zorunda bulunduğu takdirde… Her türlü tedbirler ve kararlar alınmıştır… Milletimiz, insani, asri gayeleri yüce tutar ve fenni, sınai ve iktisadi hal ve ihtiyacımızı takdir eder. Bu nedenle; devlet ve milletimizin dahili ve harici istiklali ve vatanımızın bütünlüğü saklı kalmak şartıyla… Milliyet esaslarına riayetli ve memleketimize karşı istila emeli beslemeyen herhangi devletin fenni, sınai, iktisadi yardımını memnuniyetle karşılarız. Bu adil ve insani şartları kapsayan bir sulhun da hemen kararlaştırılması, insanlığın selameti ve dünyanın huzuru namına başlıca milli işlerimizdir. Milletlerin kendi mukadderatını bizzat tayin ettiği bu tarihi devirde, Merkezi Hükümetimizin de milli iradeye tabi olması zaruridir. Çünkü; milli iradeye dayanmayan bir hükümet heyetinin keyfi ve şahsi kararları, milletçe itaat edilecek bir şey olmadıktan başka; dışarda da geçerli olmadığı ve olamayacağı şimdiye kadar görülen örnekler ve sonuçlar ile sabit olmuştur. Bu nedenle; milletin içinde bulunduğu sıkıntılı ve endişeli halden kurtulmak çarelerine bizzat tevessüle hacet kalmadan, Merkezi Hükümetimizin, milli meclisi hemen ve hiç vakit kaybetmeksizin toplaması ve bu suretle millet ve memleketin mukadderatı hakkında alacağı bütün kararları milli meclisin kontrolüne arz etmesi mecburidir. Vatan ve milletimizin maruz kaldığı zulümler ve elemler ile ve tamamen aynı gaye ve maksatla milli vicdandan doğan vatani ve milli cemiyetlerin birleşmesinden doğan bütün kitle, bu kere Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı ile isimlendirilmiştir. Bu cemiyet, her türlü fırkacılık cereyanlarından ve şahsi ihtiraslardan tamamıyla arınmış ve temizlenmiştir. Bütün Müslüman vatandaşlarımız, bu cemiyetin tabii üyelerindendir… Mukaddes maksadı takip ile genel teşkilatı idare için, bir Heyet-i Temsiliye seçilmiş ve köylerden vilayet merkezlerine kadar bütün milli teşkilat kuvvetlendirilmiş ve birleştirilmiştir…”79
IV. General Harbord ile Görüşme:
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson’un, Doğu Anadolu’daki durumu ve Ermenistan sorununu incelemek üzere, 1919 yılında görevlendirdiği Tümgeneral James G. Harbord başkanlığındaki heyet, 20 Eylülde Sivas’tadır. Mustafa Kemal Paşa-General Harbord arasındaki görüşmeyi bir batılı eser şöyle anlatır “…General Harbord ve heyeti, kongrenin bitiminden bir hafta kadar sonra Sivas’a geldiler… Kemal, sıtmadan rahatsız bulunuyor ve yorgun görünüyordu. Fakat; ikibuçuk saatlik bir görüşme süresince kolaylık ve rahatlıkla konuşarak, düşüncelerini bir mantık düzeni içinde öne sürdü… Harbord, şimdi ne yapmak niyetindesiniz? diye sordu. Konuşmaları sırasında; Mustafa Kemal, ince parmakları arasında çevirdiği bir tespihle oynamakta idi. Bu anda, sinirli bir hareketle, tespihin sicimini koparmıştı. Taneler yere düşüp dağıldı. Kemal, taneleri teker teker topladı ve bunun, Generalin sorusuna cevap olduğunu söyledi. Böylece; memleketin dağılmış parçalarını bir araya getirmek, çeşitli düşmanlardan temizlemek, bağımsız ve uygar bir devlet yaratmak isteğini belirtmiş oluyordu. Harbord, bu türlü bir umudun ne mantığa, ne de askeri gerçeklere uymadığını, söyledi. Birtakım insanların kendi canlarına kıydıklarını biliyoruz- Şimdi de bir milletin intiharına mı şahit olacağız? Mustafa Kemal, söylediğiniz doğrudur, General, dedi. İçinde bulunduğumuz durumda; yapmak istediğimiz şey, ne askerlik açısından, ne de başka bir açıdan izah edilemez. Fakat, her şeye rağmen;yurdumuzu kurtarmak, özgür ve uygar bir Türk devleti kurmak, insan gibi yaşayabilmek için, yapacağız bunu. Avucu yukarıya doğru dönük olarak, elini masanın üzerine koydu. Başaramazsak, diye devam etti, bir kuş gibi, düşmanın avucu içine düşecek ve ağır ve şerefsiz bir ölüme katlanacak yerde- konuştuğu sırada parmaklarını yavaş yavaş kapatıyordu- Atalarımızın çocukları olarak, döğüşerek ölmeyi tercih ederiz- Önünde, yumruğu tamamen kapanmıştı. Mustafa Kemal’in kararlılığı, yılmazlığı, Harbord’u etki altında bırakmıştı. Her şeyi hesaba katmıştım, ama bunu değil, dedi. Sizin yerinizde olsaydık, biz de aynı şeyi yapardık”. 80
Bu tarihi görüşme ile ilgili olarak diğer bir kaynak eserde de şu satırlar göze çarpar: “…(General Harbord başkanlığındaki heyet) 20 Eylülde Sivas’a gelir; Mustafa Kemal Paşa hariç, tüm sivil ve askeri yetkililer tarafından karşılanır… 21 Eylül günü, Vali’nin Heyete verdiği resmi öğle yemeğinden sonra, Mustafa Kemal ile görüşmede… Harbord, gayet itinalı sivil giysilerle kendisini karşılayan Mustafa Kemal’in… O zamana kadar karşılaştığı bütün Türklerin ev içinde bile başlarından feslerini çıkarmamalarına karşılık, açık başla oturmasını şaşırtıcı bulur… Çanakkale Savaşında kendisini sakınmayarak devamlı ön safta çarpıştığı, bu nedenle Almanlardan şikayet aldığını duymuş olduğu Mustafa Kemal’i çok merak etmekte olduğunu Harbord saklamaz. Görünce de, kişiliği ile çevresindekileri yönettiğini, bunu gayet kolaylıkla başardığını anlamakta gecikmez. Yaklaşık ikibuçuk saat süren görüşmede, çoğunlukla Mustafa Kemal Paşa konuşur; Paşa’nın konuşma yöntemi gayet akıcı ve hızlıdır. Tercümana hitabının gayet hakim olduğunu tanımlayan Harbord… Dünyaya milliyetçilerin tasarı ve amaçlarına yönelik pek çok karmaşık haberler yansıdığını, bu konuda gerçekleri öğrenmek istediğini, söyler. Mustafa Kemal de, yanıtında, İzmir’in işgali ve Türk halkına yapılan zulümden sonra ülkede kurulmaya başlayan müdafaay-ı hukuk cemiyetleri, bunların toplanan kongrelerle, özellikle son Sivas Kongresi ile bütünleştirildiklerini anlatır… Harbord, görüşme sırasında, bağımsızlık kavramı çevresindeki konuşmalardan, manda kavramı üzerinde ayrı görüşlere sahip olduklarını anlar… İddia edilen Ermeni katliamları üzerinde de konuşurlar. Mustafa Kemal, bu konuda çok fazla abartma payı olduğunu söyleyerek, İzmir’deki katliamları, özellikle müttefiklerin temsilcilerinin gözleri önünde işlenen vahşi cinayetleri anlatır… General Harbord’un, başarı sağlayamazlarsa ne yapmayı düşündüklerini, sorması üzerine, bu soruyu garip diye niteler…”. 81 Bu konuyu Mustafa Kemal Paşa’nın kendisinden dinleyelim: “…22 Eylül günü General Harbord ile uzun uzadıya görüştük. General’e, milli harekatın maksat ve gayesi, milli teşkilat ve birliğin ortaya çıkış sebebi, Müslüman olmayan unsurlara karşı olan duygular ve yabancıların memleketimizdeki menfi propagandası ve icraatı hakkında tafsilatlı ve delilli beyanlarda bulundum. General’in bazı garip soruları ile de karşılaştım. Mesela; millet, düşünülmesi mümkün her türlü teşebbüs ve fedakarlıkta bulunduktan sonra dahi başaramazsa, ne yapacaksın? Verdiğim cevapta; hatıramda aldanmıyorsam, demiştim ki: Bir millet, mevcudiyet ve istiklalini temin için düşünülmesi mümkün teşebbüs ve fedakarlığı yaptıktan sonra muvaffak olur. Ya muvaffak olamazsa demek, o milletin ölmüş olduğuna hükmetmek demektir. Bu sebeple; millet hayatta oldukça, fedakar teşebbüslerine devam ettikçe, başarısızlık söz konusu olamaz. General’in sorduğu sorudan asıl maksadının ne olabileceğini araştırmak istemedim. Fakat; verdiğim cevabın, tarafından takdirle karşılandığını bu vesile ile belirtmek isterim…”. 82
V. Ali Galip Olayı:
Sivas Kongresi’ni engellemeyi amaçlayan girişimlerden biri de, Mustafa Kemal Paşa’nın “mücadele tarihimizde mühim bir hadise” olarak nitelediği Ali Galip sorunudur. 11 Eylül 1919 günü Sivas Kongresi sona ermekle beraber; Ali Galip olayı, henüz gündemdedir. Bu olayla ilgili olarak; Mustafa Kemal Paşa, “…Verdiğimiz direktifler dairesinde firarileri takip ettirirken; bir taraftan da, elimize geçen… belgeler hadiseyi ve Ali Galip teşebbüsünü ve Hükûmet-i Merkeziye’nin bayağılığını her türlü izahlardan daha mükemmel bir surette belirteceğini…” 83 söylemekte ve “Dahiliye Nazın Adil ve Harbiye Nazırı Süleyman Şefik” imzaları ile “Elaziz Valisi Galip Beyefendiye” gönderilen 3 Eylül 1919 tarihli şu yazıyı örnek olarak göstermektedir: “…Malûmumuz olduğu veçhile, Erzurum’da kongre namı altında birkaç kişi toplanarak birtakım kararlar aldı. Ne toplantıların, ne de aldıkları kararların esası, ehemmiyeti vardır. Fakat; bu haller, memleketçe birtakım söylentileri mucip oluyor. Avrupa’ya ise pek mübalağa ile aksettirilmekte oluyor. Bu nedenle; pek fena tesirler hasıl etmekte oluyor, ortada şayanı ehemmiyet hiçbir kuvvet, hiçbir vaka olmadığı halde; mücerret bu mübalağalar ve kötü tesirlerden endişeye düşen İngilizlerin son zamanlarda Samsun’a epeyce bir kuvvet çıkaracakları anlaşılıyor. Hükümetin, umum sırasında tarafınıza da yaptığı belli tamimlere aykırı hareketine devam etmekte olursa, çıkarılacak yabancı kuvvetlerin Sivas’a ve oradan daha ilerliyerek birçok mahalleri işgal etmeleri ihtimali uzak değildir. Bu ise, memleketin menfaatlerine pek tabii aykırıdır. Erzurum’da da toplanan malûm kişilerin yakında Sivas’ta içtima ederek yine bir kongre yapmak istedikleri yapılan haberleşmelerden anlaşılıyor. Böyle beş on kişinin orada toplanmasından hiçbir şey çıkmayacağı hükümetçe malûmdur. Fakat, bunları Avrupa’ya anlatmak mümkün değildir. İşte bunun için, bunların orada toplanmasına meydan vermemek icap ediyor. Bunun için de, her şeyden önce Sivas’ta hükümetin tam itimadını kazanmış ve memleket selametine uygun olan tebliğleri aynen yapmaya azimli bir vali bulundurmak lazım gelmektedir. Sizi bunun için oraya gönderiyoruz. Gerçi Sivas’ta kongre yapmayı istemekte olan birkaç kişiye engel olmak o kadar güç bir şey değil ise de, yüksek rütbeli subayların ve askerin bazılarının da bunlarla aynı fikirde oldukları anlaşıldığına göre, hükümetin alacağı tedbirleri ellerinden geldiği kadar zorlaştıracakları ve malûm kişileri mümkün olduğu kadar tutacakları dikkate alınarak, şayanı itimat bir iki yüz kişinin yanınızda bulunması başarının temini için uygun görülmektedir. Bu nedenle; evvelce yazdığım gibi itimat edilen yüz yüz elli kadar süvariyi birlikte alarak, ne için oradan gidildiği hiç kimseye sezdirilmeden, Sivas’a hiç kimsenin beklemediği bir zamanda vararak vali ve kumandanlığı ele alacak ve oradaki jandarma ve askeri, miktarları az olmakla beraber, iyi idare edecek olursanız; karşınızda başka bir kuvvet bulunmayacağı cihetle, derhal nüfuz kurarak toplantıya meydan vermemiş olacak ve orada bulunanlar varsa hemen tutuklayıp, koruma altında İstanbul’a gönderebileceğiniz bellidir…”. 84 Sonuç olarak; İngiliz parmağının bulunduğu, Sivas Kongresi’nin toplanmamasının ve Mustafa Kemal Paşa ile arkadaşlarının tutuklanmasının amaçlandığı, bazı sivil yöneticiler ile bölge ileri gelenleri ve aşiretlerinin de katıldığı bu olayı, Mustafa Kemal Paşa, şu şekilde toparlıyor: “…Alınan tedbirler, tertipler ve özellikle gösterilen asabiyet ve şiddet sayesinde, Ali Galip (Elaziz Valisi) ve Halil (Malatya Mutasarrıfı) Beylerin aldatmaya çalıştıkları aşiretler dağılmış; ümitsiz kalan Ali Galip, evvela Urfa’ya ve oradan Halep’e kaçmıştır. Mister Noel de, gözetim altında, rahatça Elbistan üzerinden gitmiştir. Diğerleri de birer suretle kaçmışlardır… Ali Galip teşebbüsünün, Padişah’ın ve Ferit Paşa Hükümetinin ve yabancıların ortak bir girişimi olduğuna, sunduğum vesikaları gördükten sonra, şüphe ve tereddüt edenler kalmaz, sanırım. Bu hainliğin ortak müteşebbislerine karşı alınması lazım gelen vaziyet açıktır. Ancak; karşı teşebbüste mümkün olduğu kadar cephe hücumundan vazgeçmek o günün icaplarından olmakla beraber, teşebbüs kuvvetini muhtelif hedeflere yöneltmekten kaçınarak bir noktada toplamak, ihtiyatlı davranışa uygundur. Biz de, taarruz hedefi olarak yalnız Ferit Paşa Kabinesini tespit ettik ve Padişah’ın bu işe karışmış olduğunu bilmemezlikten geldik. Ferit Paşa Kabinesinin, gerçekleri bildirmeyerek Padişah’ı aldatmakta olduğu tezini tuttuk. Padişah, durumu öğrendiği takdirde; derhal, kendisini aldatanlara layık oldukları muameleyi tatbik edeceğine güvenimiz olduğunu ileri sürdük… gerçeği, ancak doğrudan doğruya Padişah’a arz etmekle durumun düzeltilmesinin mümkün olacağını girişimlerimiz için hareket noktası saydık…”85
3. BÖLÜM: KONGRELER SONRASI
I. Merkezi Hükümetle Anlaşmazlık ve Kopukluk:
Sivas Kongresi’nin bitim tarihi olan 11 Eylül 1919 ile bunu izleyen birkaç gün ve gece, adeta bir “telgrafla haberleşme savaşı” halinde geçer. Bu telgraf haberleşmeleri hakkında, daha önce adı geçen Mr. Browne, tek yabancı olarak bulunduğu telgraf merkezindeki bir gözlemini şöyle anlatıyor: “…Bu kadar etkili bir haberleşme olabileceğini hiç duymadım…
Yarım saat içinde Erzurum, Erzincan, Diyarbekir (Diyarbakır), Samsun, Trabzon, Ankara, Malatya, Harput (Elazığ), Konya ve Bursa’nın hepsi haberleşme halinde idi… Önemli durumlarda; Kemal, doğrudan doğruya telgraf memurunun yanında bulunuyor ve tek bir muhatabı ile telgrafla diyalog için, birkaç saat harcıyordu. (O kadar ki) 1922 yılında bir gazetecinin, bu sava§ı nasıl kazandınız sorusuna, Kemal, gülerek şöyle cevap verdi:Telgraf telleri ile…”. 86
Mustafa Kemal Paşa, 11 Eylül günü, Sivas telgrafhanesindedir; Padişah’a çekilmek üzere hazırlattığı telgrafta “…Hükümetin, savaş yolu ile Kongre’yi basmak suretiyle, Müslümanlar arasında kan dökülmesine kalkıştığını; para karşılığı bölge halkını ayaklandırarak vatanı parçala¬mak istediğinin belgelerle belli olduğunu; bu yolda hükümetin icra vasıtası olanların hüsran içinde kaçmak zorunda bırakıldıklarını; bunların yakalanmaları halinde kanunun pençesine verileceklerini; bu cinayetleri tertip ederek, Dahiliye ve Harbiye Nazırları tarafından tebliğ ve tatbik ettiren Merkezi Hükümete milletin itimat ve emniyetinin kalmadığını…” belirtir ve devamla, “namuslu kimselerden oluşan yeni bir hükümetin teşkili ile, bu casus şebekesi hakkında soruşturma açılmasını ve adaletin süratle uygulanmasını isteyen adil bir hükümet heyeti kuruluncaya kadar, Merkezi Hükümetle haberleşme ve ilişkide bulunmamaya karar vermiş olan milletten ordunun ayrılamıyacağını, olayı bilen ve bölgeye komşu olan kolorduların kumandanları olarak arza mecbur olduk”87 der. Mustafa Kemal Paşa, bu telgrafı, aynı anda ortak bir imza ile Padişah’a çekmeleri için 3. (Sivas), 15. (Erzurum), 20. (Ankara), 13. (Diyarbakır) ve 12. (Konya) Kolordu Komutanlarına bildirir. Bu kolordu komutanları, 11 Eylül günü ve özellikle 12/13 gecesi telgraf merkezlerini işgal ederek, İstanbul ile haberleşmeye çalışırlar. Fakat; Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri ile, “…Sadrazam ortadan kaybolmuş gibi idi…”88 Nihayet; bir telgraf memurunun çektiği servis haberinde, Sadrazamın, “…Vuku bulacak maruzat, usulü dairesinde telgrafla arz olunmalıdır…” dediği anlaşılır. Bunun üzerine; Mustafa Kemal Paşa, Umumi Kongre Heyeti imzası ile, gece yarısından sonra saat 04.00’de, daha önceleri kullandığı “Sadaret Yüksek Makamına” başlığı yerine, sadece “Sadrazam Ferit Paşa’ya” diyerek, şu telgrafı çektirir: “Vatan ve milletin haklarını ve kutsal varlıklarını ayaklar altına aldığınız ve Padişah’ın yüksek kişiliğinin şeref ve haysiyetini bozduğunuz, körü körüne girişimleriniz ve hareketlerinizle belli olmuştur. Milletin Padişahımızdan başka hiçbirinize emniyeti kalmamıştır. Bu sebeple; hal ve istirhamlarını ancak Padişah’a arz etmek zorundadır. Heyetiniz, meşru olmayan hareketlerinin korkunç sonuçlarından korkarak, millet ile Padişah arasında perde oluyor. Bu yoldaki karşı koymanız daha bir saat devam ederse; millet, artık, kendisini her türlü davranış ve uygulamalarda serbest saymakta mazur görecektir ve bütün vatanın, meşru olmayan heyetinizle ilgi ve bağlantısını kesecektir. Bu, son ihtarımızdır. Bundan sonra milletin alacağı vaziyet, burada bulunan yabancı subaylar vasıtası ile İtilaf temsilcilerine dahi ayrıntılı olarak bildirilecektir”.89 Bu telgrafa bir cevap alınmaması üzerine; Mustafa Kemal Paşa, 12 Eylül günü saat beşte bütün kumandanlara ve vilayetlere, ayrıca bilgi için Sadrazam’a Umumi Kongre Heyeti imzası ile şu telgrafı çektirir: “Hükümet, milletin sevgili Padişahına olan maruzat ve irtibatını kesmekte ve ortaya çıkan haincesine hareketlerine devamda ısrar eylediğinden; millet de, meşru bir hükümet heyeti işbaşına geçinceye kadar, Merkezi Hükümet ile idari ilişkilerini ve İstanbul ile her türlü telgraf ve posta haberleşme ve ulaştırma işlerini tamamen kesmeye karar vermiştir. Mahalli mülki memurlar, askeri kumandalarla birlikte, bu hususu temin edecek ve neticeyi Sivas’ta Umumi Kongre Heyetine bildirecektir”.90
Böylece; 12 Eylül 1919 günü, Merkezi Hükümet ile olan haberleşme ve bağlantılar kesilir. Fakat; böyle kritik bir durumda, Mustafa Kemal Paşa’nın deyişi ile, “…Memleketi binlerce mercisiz (başvurulacak yersiz) bırakmanın elbette pek büyük mahzurları olurdu”.91 Bu sebeple; 13/14 Eylül gecesi, Mustafa Kemal Paşa, gerekli tedbir ve kararları tespit ederek, bütün ilgililere bildirir. 92 Bununla beraber; Anadolu’da milli otoriteler arasındaki haberleşmeler, kuşkusuz, devam eder… Bu sırada, milli hareketlerdeki gelişmelerden ilgili İngiliz makamlarının daha da etkilendiği göze çarpıyor. Örneğin; İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Robeck’in, Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a telgrafla gönderdiği raporda şu ilginç satırlar dikkati çekiyor: “Sadrazam ve General Milne ile yaptığım ayrı ayrı konuşmalarda, her ikisi de, Türkiye’de ciddi bir krizin bulunduğu düşüncesindedir… İzmir’in işgalinden sonraki olaylar, Mustafa Kemal’in yönetimindeki milliyetçileri harekete geçirdi… Hareket, (çevreyi) tehdit ediyor ve giderek yayılıyor… Mevcut bilgilere göre; bu hareket, Anadolu’da bağımsız bir cumhuriyetin kurulmasına doğru durmadan gelişiyor…”. 93
Merkezi Hükümetle haberleşme ve bağlantının kesilmesini izleyen günlerdeki durumu, Mustafa Kemal Paşa şöyle özetler: “…Merkezi Hükümet ile yaptığımız rüptürün (rupture) onbeşinci günündeyiz. Milli karara karşı muhalefet eden bazı yerler, ister istemez milli cereyana boyun eğmeye mecbur edildi. Merkezi Hükümete hizmet eden bazı memurlar ya kaçtılar veya mahkûm duruma düşürüldüler. İstanbul’a, bütün memleket¬ten, hergün, Merkezi Hükümetin düşürülmesini isteyen binlerce telgraf yağdırılmaya başlandı. İtilaf Devletlerinin Anadolu’da dolaşan subay ve memurları, milli harekata karşı tarafsız, olduklarını, memleketin iç durumuna karışmayız sözünü her tarafta açıktan söylemeye başladılar. Bu durum karşısında; nihayet, Padişah ve Ferit Paşa, milli hareket yöneticileri ile uyuşmaktan başka çare kalmadığına ve fakat; herhalde, yerlerini korumak şartıyla, bu uyuşma yolunu bulabilecek vasıtalar araştırmaya başladıklarına hükmolunursa yanlış olmaz, sanırım…”.94 Böyle arabuluculuk teşebbüslerinden biri, Mustafa Kemal Paşa’nın çok eski arkadaşlarından Abdülkerim Paşa’dan gelir. Abdülkerim Paşa’dan 25 Eylül’de bir telgraf alan Mustafa Kemal Paşa, bu Paşa’nın gösterdiği istek üzerine 27/28 Eylül gecesi kendisi ile telgraf başında görüşür. Sekiz saati aşan bu uzun görüşme bir uyum sağlamaz; fakat, Ferit Paşa’nın çekilmesinde herhalde etkili olur. Bu konuda, Mustafa Kemal Paşa şöyle diyor: “…Bundan sonra; Ferit Paşa Kabinesi, ancak üç gün sebat edebilmiştir. Görüşmeye muvaffak olamadığım dostum merhum Kerim Paşa’nın bazı kimselere söylediğine göre, bu haberleşmemizi aynen Padişah’a göstermeyi başarmış ve onun üzerine mukavemet hissi kırılmış…”.95
II. Teni Kabine ile İlişkiler:
Ferit Paşa Kabinesi 2 Ekim 1919’da düşer ve yeni kabinenin teşkiline Ali Rıza Paşa memur edilir. Mustafa Kemal Paşa, bu durumu, 2/3 Ekim gecesi yazdığı bir genelge ile bütün millete duyurur ve şu üç önemli noktayı belirtir: “…1. Yeni kabine, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde tayin ve tespit edilen milli teşkilat ve maksatlara saygılı olduğu takdirde, Kuva-yı Milliye ona yardımcı olacaktır. 2. Yeni kabine, Milli Meclisin toplanması ile fiili denetime başlayıncaya kadar, milletin kaderi hakkında hiçbir taahhüde girmeyecektir. 3. Barış konferansına tayin olunacak murahhaslar, gerçekten milletin emellerini kavramış ve güvenini kazanmış bilgili ve güçlü kişilerden seçilecektir…”.96 3 Ekim’de Ali Rıza Paşa’ya yazdığı telgrafta, “Millet, şimdiye kadar başa geçenlerin anayasa ve milli emellere aykırı hareketlerinden müteessir oldu. Bundan dolayı meşru haklarını tanıtmak ve kaderini ehliyetli ve güvenilir ellerde görmek kesin kararını verdi. Lazım gelen azimli teşebbüslere girişti. Düzenli teşkilata bağlı Kuva-yı Milliye, milletin kesin iradesini tamamıyla göstermek ve ispatlamak gücünü kazandı. Millet, Padişah’ın güvendiği anlayışlı kişiliğinizi ve şerefli arkadaşlarınızı zor durumda bırakmak istemez. Aksine, yardımcı olmaya bütün samimiyeti ile hazırdır. Ancak; Vekiller Heyeti arasında Ferit Paşa ile çalışma ortaklığı yapmış Nazırlar bulunması, yüksek heyetinizin görüşleri ile milli emellerin uygunluk derecesini tam bir doğrulukla anlamak mecburiyetini hasıl etmiştir. Milletçe, tam bir emniyet meydana gelmedikçe, atılmış olan iyi adımın durdurulması ve yarım tedbirlerle yetinilmesi, uygun görülmemektedir. Bu nedenle, bu hususların sizce kabul edilip edilmeyeceğini kesin ve açık olarak anlamak isteriz” 97 diyen Paşa, 2 / 3 Ekim gecesi yayımlanan genelgedeki üç önemli noktayı bildirir. 4 Ekim tarihinde Sadrazam’dan alınan cevapta, “Erzurum ve Sivas Kongrelerinde tayin ve tespit edildiği telgrafnamelerinde beyan buyrulan teşkilat ve maksatların neden ibaret olduğu Vekiller Heyetince bilinmediğinden, keyfiyet tetkik edilmek üzere, her şeyden evvel Kongreler kararlarının acele bildirilmesi” 98 belirtilir. Mustafa Kemal Paşa bu cevabı şöyle değerlendiri-yor: “…İçlerinde …Kuva-yı Milliyenin Murahhası olarak Vekiller Heyetine girdiğini söyleyen Cemal Paşa’nın bulunmuş olmasına rağmen, hükümeti işgal ettikleri güne kadar milli maksatların neden ibaret olduğunu bilmediklerini söylemeleri şüphe çekici değil midir? Bundan daha çok dikkati çeken nokta, milli maksatlara saygı gösterip göstermemek hususunda karar verebilmek için, her şeyden önce, Kongreler kararlarını istemeleridir. Halbuki, bu kadar gürültüye ve uygulaması kendisinden önceki Sadrazam’ın düşüşüne sebep olan Kongrelerin kararlarını bilmemelerine imkan tasavvur olunabilir mi idi? Maksatlarının zaman kazanmak ve bize karşı hiçbir taahhüde girmeksizin yeni ve şeytanca tedbirlerle milleti kandırarak, meydana gelmiş olan dayanışma ve bağlılığı gevşetmek olduğuna asla şüphe etmedim. Fakat; kopma olacaksa, ben de, her şeyden önce, onların bütün gizli niyetlerini millet nazarında belirtecek bir hareket tarzını tercih ettim. Bu nedenle, Sadrazam ve arkadaşlarının isteğini karşıladım; 4 Ekim 1919 tarihli telgrafla bildirdim. Resmi haberleşmelere hiçbir tarafta girişilmemesi hakkında tekrar genel bildiriler yapıldı”. “ Aynı gün, adressiz ve imzasız olarak İstanbul’dan gönderilen bir telgrafın, 10° birçok sorudan sonra, Sadrazam tarafından Heyet-i Temsiliye’ye cevap olarak gönderildiği 5 Ekim’de anlaşılır. Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri ile “…Ali Rıza Paşa Kabinesinin iktidara geçişinin beşinci gününe geldik. Hala anlaşamıyoruz. Memleketin İstanbul ile olan resmi ilişkileri hala kopmuş şekilde sürüyor. Sadrazam Paşa Hazretleri, tekliflerimize cevap vermiyor… Vekiller Heyetinden hiç kimse, bize muhatap olmak istemiyor…”.101
6 Ekim 1919 tarihinde Yunus Nadi Bey, İstanbul’dan telgrafla Mustafa Kemal Paşa’yı arayarak; Harbiye Nazırı Cemal Paşa’nın teklifi üzerine arabulucu olarak görüşür. Görüşme uzun sürer. Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri ile, “…Yunus Nadi Bey, verdiğim bilgi ve açıklamalardan gerçek durumu anladı. Bizimle haberleşmeye devama lüzum görmedi. Aksine, yeni hükümeti ve özellikle Cemal Paşa’yı uyarmaya çalışmış. Gerçekten, açıklayacağım gibi; görünüşte, bir uyuşma durum ve manzarası kuruldu”.102 Nitekim; 7 Ekim’de, Mustafa Kemal Paşa’ya, Harbiye Nazırı Cemal Paşa’dan gelen telgrafta, ana maksatta uyum bulunduğu görülür: “Kabine, sizinle aynı görüştedir ve milli iradenin egemenliğini kabul eder… Devletin harice karşı şeref ve haysiyetini iade için milli iradeye ve Heyet-i Temsiliye’ye dayanılacaktır… Milli iradeye aykırı harekattan kaçınılacağını taahhüt eder isem, teferruatının şekil ve zamanı kalır ki; pek kolay olacağına itimadım vardır…”.103 Mustafa Kemal Paşa, aynı gün verdiği cevap telgrafında özellikle şu hususları belirtir: “…Kabinenin bizimle ortaklaşa ve birlikte olarak; milli iradenin egemenliği esasını kabul buyurmasına, millet adına, teşekkürlerimizi sunarız… Heyet-i Temsiliye, ne dahile ve ne harice karşı, hiçbir vakit hakim durum almayacak; aksine, birlikte kabul buyurulan görüşler çerçevesinde, hükümetin nüfuz ve kuvvetini sağlamlaştırmayı ve güçlendirmeyi, vatan ve milletin selameti için vazife sayacaktır… Artık, Kabine ile Milli Teşkilatımız arasında her noktada görüş uygunluğu sağlandığına göre, haberleşmeler hususunda konmuş olan kısıtlamaların kaldırılacağı tabiidir… Yeni Milletvekilleri Seçimi Kanunu hakkındaki düşüncelerimizi daha sonra arz etmek üzere, bu kanunun ne gibi bir görüşle yapılmış olduğunu lütfen bildirmenizi rica ederiz…”.104
7 Ekim’de, Mustafa Kemal Paşa tarafından millete bir beyanname yayınlanır. Bu beyanname, ana hatları ile, “…Milleti, izlenen yolda isabet ve muvaffakiyet olduğu ve birliğin korunmasına, bugüne kadar olduğu gibi, devam edilmesi hususunda aydınlatmaya, uyarmaya ve manevi gücü yükseltmeye yarayacak maksatları kapsıyordu…”.105
9 Ekim’de, Cemal Paşa, gönderdiği bir şifre telgrafta “Heyet-i Temsiliye ile yakından temas etmek üzere, Bahriye Nazırı Salih Paşa’nın hareketinin uygun görülmekte olduğu; biraz rahatsız bulunduğu için, Nazır’ın görüşme yerine denizyolu ile gitmesinin düşünüldüğü; Heyet-i Temsiliye’den kimlerle ve nerede görüşmesinin öngürüldüğü” sorulur, 10 Ekim’de verilen cevapta, “görüşme yeri olarak Amasya’nın tespit edildiği; görüşmeye, Heyet-i Temsiliye’den Mustafa Kemal Paşa, Hüseyin Rauf ve Bekir Sami Beylerin katılacağı” bildirilir ve “Salih Paşa’nın İstanbul’dan hangi gün hareket edeceğinin ve Amasya’da ne zaman bulunabileceğinin bildirilmesi” rica edilir.
Bu arada, belirtilmeye değer bir nokta, Ferit Paşa Hükümetinin düşüşünden sonra Milli Teşkilatın daha da genişlemesi ve güçlenmesidir. Buna paralel olarak, İngilizlerin etkilendiği de dikkatten kaçmıyor. Nitekim; İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Robeck’in Lord Curzon’a gönderdiği 10 Ekim 1919 tarihli raporda, “…Anadolu’daki Milli Hareketin baskısı ile Ferit Paşa Hükümetinin istifa ettiği… Milli Hareketin günden güne kuvvetlendiği.. Barış şartlarını Türkiye’ye empoze edebilmek için artık bir işgal ordusuna ihtiyaç bulunduğu… İstanbul basınının Milli Hareketi ve Mustafa Kemal Paşa’yı övdüğü… Mustafa Kemal’in karşısında İngiliz Aslanının prestijinin sarsıldığı… Mütareke’yi imzalayan Türkiye’nin yerine bugün bambaşka bir Türkiye’nin doğduğu…” 106 belirtilir.
Mustafa Kemal Paşa, Heyet-i Temsiliye adına 13 Ekim’de yayımladığı bir genelgede, “Milletimizin ruh ve vicdanından fışkıran birlik, azim ve irade sayesinde siyasi durumun lehimize döndüğünü…” belirtir ve “Milli varlığımızı dost ve düşman nazarında gösteren ve ispat eden teşkilatın organlaşmasının, özellikle bütün merkezlerin birbirleriyle ve Merkezi Heyet ile sıkı bir bağlantı kurmalarının bugünün en önemli milli ve vatani vazifesi…” olduğunu vurgular107.
IV. Amasya Protokolü:
Mustafa Kemal Paşa, yanında Hüseyin Rauf ve Bekir Sami Beyler olduğu halde, 16 Ekim 1919’da Sivas’tan hareket ederek, 18 Ekim’de Amasya’da olur. Burada Salih Paşa ile yapılan görüşmeler 20 Ekim’de başlar ve 22 Ekim’de son bulur. Bu görüşmelerde beş protokol düzenlenir108 ve kararlar kolordulara da bildirilir. Paşa, Amasya görüşmesinde özellikle göz önünde tuttuğu bir noktayı şöyle belirtiyor: “…Bizce, Milli Teşkilatın ve Heyet-i Temsiliyenin, Merkezi Hükümet tarafından resmen tanınmış bir siyasi varlık olduğunun; görüşmelerimizin resmi ve sonuçlarının uyulması gerekli hususlar bulunduğunun her iki tarafça taahhüt edildiğini vurgulatmak esastı. Bu nedenle, görüşmelerde tespit edilen sonuçların protokol olduğunu kabul ettirmek ve Merkezi Hükümetin murahhası olan Bahriye Nazırına imza ettirmek önemli idi…”.109.
Mustafa Kemal Paşa, Amasya’da bulunduğu sırada, İstanbul’dan gelmiş olan gazete muhabirlerinin ziyaretlerini kabul eder. Özellikle; Tasvir-i Efkar Gazetesi muhabiri Ruşen Eşref (Ünaydın) ile 24/25 Ekim’de “Milli Harekatın Karakteri” üzerinde yaptığı görüşme dikkate değer (özet): “…Bu harekatın başından beri bizimle bulunmuş olsaydınız, çok mühim yerler ve hadiseler görecektiniz. Sizin için faydalı bir inceleme sahası olacaktı. Şimdilik ilk safha kapanmıştır… Bu hareketle alakalı olduğumuz için, bundan bir iki ay evvel bizi maceraseverlikle itham eden bir iki İstanbul gazetesi, isterdim, yakından temas etseydi de işin hakikatim keşfedip ona göre tarif etseydi… Milletin hakkını aramasına, bir iki kişi maceraseverlik dediler. O hakkı geri almak için çalışanlar da macerasever birer muhteris oldu. Fakat; durup dururken, macera yaratmaya, macerasever olmaya; bilmem ki, lüzum ve ihtiyaç var mı idi? Bu macerasever denen insanların rütbeleri mi eksikti? Şahsi haysiyetleri mi bozulmuştu? Aç mı kaldılardı, yoksa şahsi istikballeri gölgelenmiş mi idi? Hayır, değil mi ya? Her şeyleri yerli yerinde idi. O halde, bilhassa bir harp yorgunluğundan sonra istirahata muhtaç bir kimsenin böyle kalkıp da maceralar, sıkıntılar yaratmaya ihtiyacı yoktu. Halbuki, milletin ve memleketin istikbal ve şerefi söz konusu oluyordu. Bu mesele her düşüncenin üstündedir. Millet ve memleketin sayesinde kazanılan rütbe ve refahın bir ehemmiyeti, bir kutsallığı vardır. Biz, bunlardan, ancak yine bu aziz millet ve memlekete borçlu olduğumuz son bir namus vazifesini yapmak için ayrıldık. Milletin kendi hayatını kurtarmak, kendi meşru hakkını savunmak için çıkardığı sese iştirak etmek, her kendini bilen vatandaşın vazifesidir. Eğer bu millet, bu memleket parçalanacak olursa, umumi şerefsizliğin yıkıntıları altında şunun bunun şahsi şerefi de parça parça olur. Biz, o umumi şerefi kurtarabilmek için harekete gelen millete ruhumuzla iştirak ettik, iştirakimize engel olabilecek rütbeleri, mevkileri de, umumi şerefi kurtarmaya yönelik bir gaye uğruna feda ettik. Milletin hayat ve istiklal hakkını istemesi, birkaç kişi tarafından, aleme, güya hükümete karşı bir isyan mahiyetinde yutturulmaya çalışıldı. Bir iki kişiyi de teşvikçi olarak gösterdiler… Bu hareket, milletin bir arzusudur. Hatta, bir ihtiyacıdır. Bu arzu ve ihtiyacı doğuran şey de, şahıslar değil; bizzat hadiselerdir. Devletin birlik ve istiklalini tehdit eden meşru olmayan birtakım ihtiraslar, topraklarımıza hiçbir hakka dayanmaksızın yapılan taarruzlar, tehlike karşısında millete birleşmek lüzumunu duyurmuştur. Böyle bir harekete macera demek, bu hareketi takdir edenleri maceraseverlikle adlandırmak, gafillik, garezcilik değil midir? Fakat, böyle şahsi şeylerle uğraşılacak vakitlerde değiliz. Böyle birtakım adi, bayağı şeylere zamanın nezaketi müsait değildir. Bence; muhalefet, saygıya layıktır. Çünkü; o da, bir inceleme, bir inanç özüdür. Fakat; edilecek itirazlar akla uygun, ılımlı ve meşru sebeplere dayanmazsa; muhalefet, bayağı olur… (milli hareketi fırka manevrası görenlere) böyle bir zamanda fırka (parti) manevrası yapmak olur mu? Memleket olmazsa, fırka kaç para eder. Evvela, memleket selamete çıkmalı ki; fırkalar da, ondan sonra bir siyasi, bir sosyal esasa, inanca dayanarak meydana gelebilsin… Bu bir fırka manevrası olsaydı, Sivas Kongresi’ne memleketin her köşesinden, Ferit Paşa Kabinesinin gayet sıkı tutucu tedbirlerine rağmen, seçilmiş temsilciler iştirak eder mi idi? Anadolu’nun arzu ve ihtiyacına uymayan bir harekette, Anadolu’nun ta göbeğinde barınmak, yardım görmek mümkün mü idi?… Canlandırılmasından en çok kaçınılan şey, ittihat ve Terakki Fırkasıdır. Bir kere, Kongre’ye iştirak eden üyelerin her biri, kesinlikle böyle bir teşebbüste bulunmayacağına dair yemin etmiştir. Yemin, mukaddes bir taahhüt demektir. Namuslu bir kimse, verdiği sözden dönmez, öte yandan; ittihat ve Terakki, siyaseti itibariyle de iflas etmiştir… O fırkaya mensup olan kimseler, iktidarda iken, milletimizin ihtiyacı ile, huyu ile ilişkili olmayan istilacı bir politika takip ettiler. Kendi toprağı himmet ve dikkate muhtaç iken; bu milletin gözlerini başka noktalara yönlendirmeye çalışan bir siyaset, tabii bir siyaset değildir. Bu nedenle, iflasa mahkûmdu. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin emeli ise, o siyasetten dolayı bu hale gelen zavallı memleketi ve toprakları, meşru olmayan emperyalizm ve kolonizasyon (sömürgeleştirme) siyasetleri ile istilaya, parçalamaya çalışan yabancı ve saldırgan kuvvetlere çiğnetmemek!… Ben, kendi hesabıma, takip ettikleri siyasetin vatan ve millete zararlı olduğunu yüzlerine karşı söyleyip açıktan açığa muhalefette bulunduğum insanların ve sistemlerin tekrar iktidara gelmesine ve sonuç olarak feci akibetleri şu anda hepimizin yüreğini kanatan dünkü hallerin tekrar devam etmesine mi çalışacağım? Bunu hangi aklı başında ve insafı yerinde bir adam düşünebilir? Böyle bir düşünce, mantıkla uyuşmaz… Millete dost görünüp de; ilk fırsatta, iktidara geçtikten sonra, onun hakiki ihtiyaçlarını düşünecek yerde; memleketi kendi istediği yolda götüren, laf anlamayan, yetkililerin aydınlatmasına kulak asmayan, millette mevcut kuvvetleri şahsına bağlamaya çalışan kahraman yüzlü insanlardan hayli zarar çekildi. Onun için, bazı kimselerin bu türlü tereddütlerde bulunması mazur görülebilir. (Ama) Kabusların artması ve devam etmesi, arzu edilir şey değildir… Millete hizmet için en sağlam vasıtanın her türlü yapmacık gösterişten vazgeçip, ancak milletin bağrında bulunmakla, manevi mükafatı maddi mükafata tercih etmekle kabil olacağını takdir edenlerdenim… Üstlendiğimiz vazife çok mukaddestir… Bizim istediğimiz şey, bugüne kadar hakkından mahrum yaşatılan, varlığına önem verilmeyen milletin, hayata, refaha hak kazanmış bir kuvvet olduğunu hükümetimize ve hükümetlere anlatmaktır. Bugün, dünya, sosyal inkılaplar geçirmektedir. Bu sahada gösterilen başarılar, zorbalara veya umursamazlara teslim ettirilen haklar, muharebe meydanlarındaki zaferler kadar, hatta daha mühimdir. Ancak bu isteği anlayan ve anladığını fiili alanda da ispat eden hükümetler, herhangi bir fırkaya mensup olurlarsa olsunlar, milletin ululamasına layık olurlar. Bunu anlamayıp da, milleti hala kendi kafalarının keyfine göre idare etmeye kalkışan kuvvetler, artık birer beladır. Bela çekmeye de bu milletin artık tahammülü kalmamıştır. Millet, yapılan işlere bizzat denetimini koymalıdır: Hayata layık olduğunu, dünyaya bu suretle ispat etmeli; sonra, dünyadan da, hayat hakkını yalvarmamalı, istemelidir. Dünya, milletimizin hayatına ya hürmet edip onun birlik ve istiklalini tasdik edecektir; ya da son topraklarımızı, son insanlarımızın kanı ile suladıktan sonra, bütün bir milletin ölü vücudu üstünde, çirkin istila hırsını tatmin etmek mecburiyetinde kalacaktır. Bu türlü bir vahşiliğe ise, bugünkü insanların sinirleri artık tahammül edemez. Milletin bu arzusunu anlayan hükümet ileri gelenlerinin vazifesi gayet açıktır: Milletin emniyetini kazanmak; samimiyetle, tereddütsüz çalışmak; bizi masa başında hesaplaşmaya çağıracak yabancı yetkili kişilerle milletin arzusunu açıktan açığa münakaşa etmektir… (öğleden sonra, davetli bulunduğu Amasya Panayırındaki güreşlere gelmiş olan büyük bir kitle kendisini alkışlayınca, çok duygulanarak) Bak kardeşim, böyle milletten nasıl ayrılırsın! Bu, paçavralar içinde perişan gördüğün insanlar yok mu? Onlarda öyle yürek, öyle cevher vardır ki, olmaz şey! Çanakkale’yi kurtaran bunlardır. Kafkas’ta, Galiçya’da, şurada burada, aslan gibi çarpışan, yokluklara aldırmayan bunlardır. Şimdi, bu adamcağızların seviyesini sosyal yönden yükseltmek, herhangi bir hükümet yüksek mevkii hırsından daha iyi değil midir? Bu insani mücadelenin yanında; siyasi mücadeleler bayağı kalırlar, değil mi ya? Siyasi çekişmelerin çoğu faydasızdır. Fakat; sosyal çalışmalar, her vakit için verimlidir. Bizim aydınlar buna çalışmalı. Neden Anadolu’ya gelip uğraşmazlar? Neden milletle doğrudan doğruya temasta bulunmazlar? Memleketi gezmeli, milleti tanımalı. Eksiği nedir, görüp göstermeli. Milleti sevmek böyle olur. Yoksa, lafla muhabbet, fayda vermez… (istiklalden ne kasdedildiğini Sivas Kongresi Beyannamesinin yedinci maddesini okuyarak açıklar) Görüyorsunuz ki; bu cihet de, Kongre’ce dikkate alınmıştır. Yalnız, milletin düşündüğü yardım, Saltanat Şurasında birkaç kişinin, şimdilik idaremizi herhangi bir yabancıya teslim edip onun himayesine girmemiz lazımdır, demesi şeklinde değildir… Mali, sınai, sosyal birçok eksiğimiz olduğunu kim inkar eder? Fakat; bu eksikliği gidermek için de dipdiri bir milleti ortadan kaldırmak mı icabeder? Biz yenilgimizin pahasını (bedelini) çok ağır ödedik. Elimizden karyeler, vilayetler değil ülkeler alındı. Fakat; son lokmasını da ağzından kapmak için, bir milletin hayatına kıymak, canice bir harekettir, öldürülen bir adamın ise, kendini son nefesine kadar cesaretle, mertlikle müdafaa etmesi, tabii ve zaruridir… Milletimiz bugüne kadar çok zorluklara ve çok haksızlığa uğramıştır. Bu nedenle, devamlı bir barışı can ve gönülden temenni eder. Ancak; tehlikenin boğaza sarıldığı yerde, mücadele ken¬diliğinden doğuyor, İzmir’de mücadeleyi kim açtı? Oraya haksızca hücum eden Yunanlıların zulmü değil mi? Yoksa, durup dururken; zavallı halkın, bilhassa uzun bir savaş devrinden sonra, silah patlatmaya istekleri yoktur. Canına kıyılan bir millet, her şeyi göze alır. Kongre’nin maksadı, Milli Teşkilatı yapıp, makul ve meşru haklarını dünyaya dinletebilmek, hududunu ve hayatını kurtarabilmektir. Toplu bir milleti istila etmek, darmadağınık bir milleti istila etmek gibi kolay değildir. Tabiidir ki; hariçten gelecek sermayeye, aydınlatmaya, çalışma usulüne ihtiyacımız vardır. Fakat; bu, birliğimize, istiklalimize son verecek bir vasilik tarzı demek olamaz. Bize yardım edecek insani kaynaklara, biz de karşılıklı taahhütlerle, birliğimiz ve istiklalimiz dahilinde, samimiyetle bağlı oluruz. Arzuya ve meşruluğa dayanan bir yakınlaşma da, hem daha verimli olur, hem de daha uzun ömürlü. Zira; bu türlü çözüm yolu, milletimizin haysiyetini ve istiklalini yaralamaz…”.110
Amasya’dan 27 Ekim sabahı ayrılan Mustafa Kemal Paşa, 27/28 Ekim gecesini Tokat’ta geçirir ve 28 Ekim günü Sivas’a döner. Amasya’da ele alınmış olan konular arasında, Mustafa Kemal Paşa tarafından “en önemli nokta” olarak nitelenen “Milli Meclisin toplanma yeri” sorunu vardır. Mustafa Kemal Paşa, eskiden beri toplanma yerinin İstanbul olmaması düşüncesindedir. Bu fikri, Salih Paşa şahsen benimser; fakat, bütün kabine adına söz veremeyerek, kabine üyelerinin bu fikre katılmaları için elinden geleni yapacağını bildirir. Bunu başaramadığı, 27/28 Ekim gecesi, Mustafa Kemal Paşa’nın Harbiye Nazırı’ndan aldığı bir telgraftan anlaşılır. Bu telgrafta, özellikle, “…Mebusların Hilafet ve Saltanat Merkezinden başka bir yerde toplanmasının çok önemli ve tehlikeli göründüğü…” 111 sebepleri ile birlikte uzun boylu açıklanır. Mustafa Kemal Paşa, buna Sivas’tan verdiği 29 Ekim tarihli cevapta iki şey sorar: “Şahıslarına karşı İtilaf Devletlerince herhangi bir muamele yapılması hatıra gelen kimselerin kimler olduğu ve yayınlanması düşünülen beyannamenin ana hat¬ları…”.112 Harbiye Nazırı, 29/30 Ekim tarihli telgrafında üç noktayı açıklar ve Mustafa Kemal Paşa’nın artık devamlı olarak “Meclis-i Milli” dediği “Meclis-i Mebusan”ın “…Hilafet ve saltanat başkentinden başka bir yerde toplanması devlet ve memleket için büyük sakıncalar yaratacağından, bugünkü hükümet, görüşünde sabittir ve meselenin süratle halli çok lüzumludur.” 113 der. Mustafa Kemal Paşa’nın 30 Ekim’de verdiği tarihi cevapta, özellikle şu noktalar dikkate değer: “…. Bugün, saltanat merkezi ve İslamlığımızın hilafet yeri olan İstanbul, düşman donanma topları ve işgal kuvvetleri altında, düşman polis ve jandarmasının fiili müdahale ve iştiraki altında bulunuyor… Kabinenin sayın erkanına varıncaya kadar giren çıkan herkes yabancıların muayene ve teftişlerine bağlı bulunmaktadır. Bütün anlamıyla saltanat ve hilafet yeri muhasara altında olup, hakimiyetimiz, burada manen ve fiilen geçerli değildir. Buna bir de Rum ve Ermenilerin, hükümeti tanımamaları ve itilaf devletlerine dayanarak, adeta isyan halinde ve birtakım fesatçı teşkilatta bulunduklarını ilave edersek; başkentimizin içinde bulunduğu acıklı ve tehlikeli durumu tamamen tanımlamış oluruz. Bu nedenle, bütün bu hakkı çiğneyen muameleleri ayrıntıları ile açıklayarak; Avrupa’dan, dünya kamuoyundan hak ve adalet isteyecek ve bunu sağlamaya çalışacak olan Milli Meclisin İstanbul’da vazife yapabileceği bizce düşünülemez… Milli Meclisin toplanmasının mutlak emniyet içinde olması ilk ve esaslı şarttır…”.114 Harbiye Nazırı, 2 Kasım tarihli cevap yazısının sonunda, “…Meclisin behemehal İstanbul’da içtimai lazım geleceğini dini ve vatani hamiyetinize müracaatla tekrar ederim” 115 demektedir. Mustafa Kemal Paşa, 3 Kasım’da verdiği cevapta, özetle, “Hükümeti güç duruma düşürmemenin birinci arzuları olduğunu… Her halde dini ve vatani hamiyet icaplarının her türlü fedakarlık gösterilerek yerine getirileceğini” 116 belirtir.
Mustafa Kemal Paşa, çok önem verdiği Meclisin toplanma yeri sorunu üzerinde gelişigüzel karar vermemek maksadı ile, ordunun görüşünü almayı gerekli görür. Bu amaçla, gelebilecek durumdaki kolordu komutanlarını 16 Kasım’da Sivas’ta yapılacak toplantıya çağırır. Bu toplantıya Heyet-i Temsiliye üyeleri ve katılmaları yararlı görülen kimseler de iştirak eder. 26 Kasım’a kadar süren toplantıda alınan kararlar arasında, “Milli Meclisin, İstanbul’da toplanmasındaki sakıncalara ve tehlikelere rağmen, İstanbul’¬da toplanması zaruretinin kabul edilmesi… Heyet-i Temsiliye’nin, şimdiye kadar olduğu gibi, hariçte kalarak milli vazifesine devam etmesi… Paris Barış Konferansı, hakkımızda olumsuz bir karar verdiği, bunun hükümet ve Milli Meclisçe kabul ve tasdik edilmesi halinde; uygun süratli vasıtalarla milli irade yoklanarak, nizamnamede açıklanan esasların sağlanmasına çalışılması” 117 vardır. Bu arada; Ayıntap (Gaziantep) Maraş (Kahraman-maraş) ve Urfa (Şanlıurfa) nın Fransızlar tarafından işgali üzerine; Mustafa Kemal Paşa, Müdafaa-i Hukuk Teşkilatına 6 Kasım’da gönderdiği telgraflarda,118 İtilaf Devletleri temsilcilerine protesto telgrafları çekmele¬rini bildirir ve kendisi de, 16 Kasım tarihli şu protestoyu yayımlatır: “İngilizler tarafından Mütareke hükümlerine aykırı olarak işgal edilmiş iken; son zamanda tahliye olunan Ayıntap, Maraş ve Urfa’yı, bu kere de Fransızlar işgal etti. Bundan anlaşıldığına göre; İtilaf Devletleri, milletimizi, vatanımızın en güzel parçalarından mahrum bırakmak hakkındaki karşılıklı karar ve niyetlerinden bir türlü vazgeçemiyorlar. Sulh konferansının kararlarını beklemeksizin; görünüşte, geçici ve ihtiyati bir işgaldir, diyerek projelerini tatbik ediyorlar. Osmanlı Devleti’nin yedi asırlık parlak bir tarihi hayata ve seri ve kuvvetli bir yenileşme gelişiminin bütün sebep ve unsurlarına malik olduğunu dikkate almak istemiyorlar. Vatanımızın varlığından koparılacak parçalarla beyinlerinde menfaatler dengelemesine çalışıyorlar. İtilaf Devletlerinin hareket ve tatbikat vakıası insanlığa aykırı olduktan başka, tabii adaleti ve sulh kongresinde tam bir büyüklük ve görkemle ilan edilmiş olan esasları ve Türkiye’ye bütün dünya karşısında Wilson Prensiplerinin onikinci maddesi ile edilen vaadleri ayaklar altına almaktadır. Türkiye’nin taksimine yol bulmak emeli ile Yunanlılara işgal ettirilen Aydın vilayetindeki öldürme, baskı ve yok etme facialarının şimdi de Ermenileri alet eden Fransızların işgal ettiği Adana vilayetinde, Maraş Urfa ve Ayıntap’ta aynen yapılması, bütün bu siyasi haksızlıklara bir ilave teşkil ediyor. İtilaf Devletlerinin bugüne kadar yapmış ve yapmakta olduğu haksız muameleleri şiddetle protesto eder ve onların memleketimiz ve milletimiz için daha insanca ve daha adaletli duygulara dayanan isteklere dönmelerini temenni ederiz. Milletimiz, uzuvlarının parçalanmasına ve bölünmesine ve esaret zilletine razı olmaktansa; bütün maddi ve manevi kuvvetleri ile, varlığını ve meşru haklarını müdafaada azimli olarak devam ve sebat edecektir. Bu meşru ve yüksek kararda, milletimizin bütün manası ile birleşmiş olduğundan İtilaf Devletlerini haberli kılmak isteriz. Bu hususta, milletimizin yükselen meşru sedasını duymak istemeyerek, tutulan insanlığa aykırı yolda devamın verebileceği netice pek acı olabilir. Ve bu halin, yalnız birkaç memlekete değil; belki iki büyük dünyaya yayılmasından korkulur. Tabii, böyle büyük bir felaketi taşıma mesuliyeti, Tanrı’nın ve insanlık dünyasının huzurunda İtilaf Devletlerine ait kalır. Bu sözlerimizle, varlığının haklarını müdafaadan başka bir gaye takip etmeyen milletimizin birleşik emellerine tercüman oluyoruz. Meşru feryadımızın bütün haksızlıklara rıza göstermeyeceklerine emin bulunduğumuz Avrupa ve Amerika milletlerine duyurulmasını isteriz”.119
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas’taki yoğun çalışmaları, Kasım ayında ve Aralık ayı ortalarına kadar da sürer. Özellikle, Harbiye Nazırı ile ve yurdun her köşesindeki sivil ve askeri otoritelerle sürekli haberleşmeler, Meclis-i Mebusanın toplanması ile ilgili konular, Milli Teşkilatın düzenlenmesini ve toparlanmasını güçlendirme hususları, Yahya Kaptan sorunu120, vb. konular, Paşa’yı sürekli uğraştıran başlıca işlerdir.
Bununla beraber; Mustafa Kemal Paşa, bir süredir, Heyet-i Temsiliye merkezinin Ankara’ya naklini düşünmektedir. Paşa’nın sözleri ile “…Bu fikir oldukça eski idi… Heyet-i Merkeziyenin Doğu vilayetlerinden ziyade Batı vilayetlerine ve İstanbul’a yakın bulunmasını gerektiren mantıki sebepler elbette çoktu. Önce; Batı ve Güneybatı vilayetlerimizden fiilen düşman işgali altına alınmış olanlar vardı. Bu vilayetlerimizi işgal eden düşman karşısında esaslı savunma cepheleri teşkil ve onların güçlendirilmesi çarelerini temin etmek lazımdı… İzmir cephelerinde; muhtelif kumanda şekilleri, değişik nitelikte kuvvetler ve muhtelif yerlerden kaynaklanan zararlı tesirler vardı… Bu nedenle; usul ve kurallara göre, genel durumu idare ve sevk sorumluluğunu üzerlerine alanlar, en önemli hedefe ve en yakın tehlikeye mümkün olduğu kadar yakın bulunur… Ankara, bu şartları taşıyan bir yerdi. Her halde; cephelerle meşgul olacağız diye Balıkesir’e, Nazilli’ye veya Afyon’a gitmiyorduk… Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’da toplanması zaruri görüldükten sonra ise, Ankara’ya gelmenin ne derece gerekli ve yararlı olduğunun düşünülmesi icap ettiğini açıklamaya lüzum görmem…”.121
V. Ankara’ya Doğru:
Böylece; Heyet-i Temsiliye merkezinin Ankara’ya naklini kararlaştıran Mustafa Kemal Paşa, 19 Aralık 1919’da, çalışma arkadaşları ile birlikte Sivas’tan hareketle aynı gün Kayseri’ye gelir ve burada iki gece kalır. 20 Aralık’ta Kayseri’de görüşmeler yapan Paşa, karşılaştığı durumdan memnun olduğunu belirtir. Kırşehir üzerinden Ankara’ya gitmek üzere, 21 Aralık günü Kayseri’den ayrılır. Hareketinden önce, Kayserililere yayımladığı beyannamede, “Anadolu’nun kalpten gelen heyecanına bu seyahatimizin ilk durağında, Kayseri’de, temas ettik. Bu temasın bıraktığı saygı hatırasını ve bağlılığı, şahsen duygulandığımız kardeşliğin ve nezaketin doğurduğu şükran duygusunu, ömrümüz oldukça muhafaza edeceğiz.” 122 der.
Mustafa Kemal Paşa, yanındakilerle birlikte, 21 Aralık akşamı geç vakit Mucur’a gelir ve geceyi orada geçirir. Ertesi gün sabahleyin, özellikle uğramak istediği, Hacıbektaş’a gider; Dergah Şeyhi Çelebi Cemalettin ile tanışır; gece, Çelebi’nin konağında yatar; 23 Aralık sabahı, Hacıbektaş Dergahını ve Türbesini ziyaret ettikden sonra, tekrar Mucur’a gider ve orada bir gece daha kalır. Kafile, 24 Aralık günü, Kırşehir’e hareket eder ve orada coşku ile karşılanır. Paşa, ziyaretlerde bulunur, çevresini aydınlatır, gençlere cevap olarak yaptığı konuşmada şöyle der: “Aziz ve mübarek vatanımızı kurtarmak için bütün aydınların, herkesin hazır olması lazımdır. Vatanın bağrında kurtuluş çarelerini, birlikte, ölünceye kadar aramaya, temin etmeye çalışacağız. Gençlerin, Kırşehirlilerin duyguları hepimizin ortak davasıdır. Sizlerin bu asil düşünceleri, bizleri çok duygulandırdı. Ben ve arkadaşlarım, sizleri sevgi ile selamlarız”.123
Mustafa Kemal Paşa, yanındakilerle birlikte, Kaman üzerinden Ankara’ya gitmek üzere, 25 Aralık sabahı Kırşehir’den ayrılır.
VI. Ankara’da:
Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’ya gelişi, kent için olağanüstü bir hareket yaratır. Bu durumu, Paşa’nın yanında bulunan bir otoritenin yazısından izleyelim: “Ankara’ya varış günümüz olan 27 Aralık 1919 Cumartesi günü, Ankara’da olağanüstü bir kaynaşma ve görülmemiş bir hareket olmuştur. O sabah, ajanslar ile, Mustafa Kemal Paşa’nın geldiği haberi herkese bildirildiği gibi; bir taraftan da, sabahtan itibaren, davullar ve zurnalarla bütün Ankara halkı istikbale hazırlanmıştı… Köylerden birçok atlı ve kağnı arabaları ile binlerce halk Ankara’ya gelmiş… Seçkin atlı alayı Ulucanlar’dan Hacıbayram Camiinin önünde toplanarak dini merasim yapılmış. Yediyüz piyade, üçbin atlıdan teşekkül eden bir Seymen Alayını Ankara’da bulunan dervişler takip ediyor… Bunların arkasında, bütün esnaf ve ondan sonra da, mektepliler yürüyorlar… Halkın bir kısmı Namazgah Tepesi’ne ve diğer kısmı Yenişehir’in bulunduğu yerlere ve istasyon yoluna sıralanmışlar. 20. Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşa ve Vali Vekili Yahya Galip Bey, Eymir Gölü’ne yani Gölbaşı’na kadar gelmişlerdi… Yolda Paşa’ya yetiştiğimizde; Paşa, Rauf Bey ile beni otomobiline almıştı. Oradan başlayan istikbalcilerin yaşa sesleri, alkışları arasında ilerlemekte idik…”.124
Mustafa Kemal Paşa, Heyet-i Temsiliyenin Ankara’ya gelişini, 27 Aralık tarihli şu açık genelge ile teşkilata bildirir: “Sivas’tan Kayseri yolu ile Ankara’ya hareket eden Heyet-i Temsiliye, bütün yol boyunca ve Ankara’da, büyük milletimizin sıcak ve samimi vatanseverce gösterileri içinde, bugün (Ankara’ya) ulaştı. Milletimizin gösterdiği birlik ve azim örneği, memleketimizin istiklalini temin etme hakkındaki kanaatleri, sarsılmaz bir şekilde güçlendirici niteliktedir…”.125
“…Beni cidden samimi, parlak ve güvenilir duygularla karşılamış olan sayın Ankara halkı ile daha yakından tanışmak ve fikir alışverişinde bulunmak bir vazife hükmünde idi…”.126 diyen Mustafa Kemal Paşa, Ankara’ya gelişinin hemen ertesi günü, 28 Aralık 1919’da, Ziraat Okulunda, Ankara ileri gelenlerinden oluşan büyük bir topluluğa geniş kapsamlı bir konferans verir. Bu konferansta, özellikle şu açıklamalar göze çarpıyor (özet): “…Harbin (I. Dünya Savaşı) son devresinde; Amerika Reisicumhuru Wilson, 14 maddeden ibaret bir programla ortaya çıktı. Bu program, milletlerin kendi mukadderatına hakimiyetini temin ediyordu. Programın 12. maddesi de, sadece Türkiye’ye, devletimize ve milletimize aittir. Wilson, bu madde ile, Türkiye’nin, milletimizin, tam hakimiyetine malik olması lüzumunu söyledikten sonra, buna bir kayıt da ilave etmiştir. O kayıtlar şunlardır: Aramızda yaşayan gayrimüslim unsurların emniyetlerini ve gelişme serbestliklerini temin etmek. Bir de, Boğazlar’ın açık bulundurulmasıdır. Umum İtilaf Devletleri, Wilson’un prensiplerini kendi menfaatleri için muvafık gördükleri gibi; bizim devletimiz de, bu 12. maddeyi kabulde hiçbir sakınca görmedi ve kabul etti. Hakikaten, kabul edilebilecek bir prensiptir. Çünkü; Mister Wilson’un istediği gayrimüslim unsurların emniyeti, can ve malları ve her türlü hakları ve gelişme tedbirleri için icap eden her şeye, zaten öteden beri devletimiz ve milletimiz tarafından riayet edilmişti. Gerçekten; gayrimüslim unsurların Osmanlı Devleti ve milleti kucağında kavuştukları imtiyazlar, üç asrı aşkın bir zamandan beri ziyadesiyle mevcuttur. Bu nedenle; bu kayıt, bizim için yeni bir şey değildir. Boğazlar’ın serbestliği meselesine gelince: Bu geçiş yolunda Başkentimiz, devletimizin kalbi vardır. Bunun emniyetini sağladıktan sonra, umum ticarete hazır olarak açılması da gerekli görülür, işte, devletimiz, ancak bu esaslar dairesinde… İtilaf Devletleri ile 30 Ekim 1918’de mütareke yaptı… (Bazı maddeleri hatırlattıktan sonra) bu maddelerin manaları ile tatbikatı arasında uygunluk var mıdır? Mesela; Mütarekenamenin ilk yapıldığı zamanlarda, İngilizler Musul’u işgal etti. Mütarekenamenin yapılışında; bizim ordumuz Musul’da, İngilizler güneyde idi. Mütarekeden sonra; oradaki kumandan ile, yanıltıcı şekilde temas ederek, askerlerini Musul’a soktular. İstanbul’u, kara ve deniz kuvvetleri ile işgal ettiler. Bu hususta Mütarekenamede müsaade var mıdır? Adana havalisini, Urfa’yı, Ayıntap ve Maraş’ı evvela İngilizler ve ondan sonra Fransızlar işgal ettiler. Buna dair de mütarekede bir madde yoktur… İtalyanlar, Antalya’yı işgal ettiler; savaşta bulunmadığımız Yunanlılar da, İzmir ve havalisini işgal ettiler; kısacası, Mütarekenameyi baştan başa paramparça ettiler. Bu tecavüzlere, bu haksız muamelelere karşı; İstanbul’daki merkezi hükümetler, yazık ki; aciz bir vaziyet aldı. Hatta, yapılan haksızlıkları protesto bile etmemişlerdir… Bunu yapmadıktan başka; İstanbul’da, mesela henüz sulh yapmadığımız bir milletten, jandarmamıza kumandan tayin ettiler. Kömür tedariğindeki güçlükleri aşamamak aczi yüzünden; İstanbul’un tramvayla¬rını, su kumpanyasını, bütün demiryolu hatlarımızı, henüz görüşme halinde bulunduğumuz İtilaf Devletlerinin idaresi altına verdiler. Halbuki; biliyorsunuz, Mütarekenamede yalnız demiryolları için kontrol söz konusudur. Yoksa; idaresini, sulh yapamadığımız İtilaf Devletlerine vermek, akıl ve vicdanın kabul edemeyeceği hususlardandır. Hatta, büyük bir üzüntü ile söylemeye mecburum ki; Babıali’nin muhafazasını bile, Ferit Paşa, son zamanlarda yabancılara bırakmıştır. Memleketin dahili asayişini, hudutlarını temin ve muhafaza için, lüzumu kadar asker, silah altında bırakılacaktı. İlk zamanlarda; 80.000’i aşkın bir kuvvet, kafi görüldü. Daha sonra; İtilaf Devletleri, 43.000’e indirdiler. Bir müddet sonra da; birçok vasıtalarla, bu sayının da altına indirildi. Bütün silahlarımızın sürgü kollarını çıkararak, sandıklarla gönderdiler. Milletimizi, memleketi¬mizi, tamamen müdafaasız bırakmak maksadını takip ettiler… İtilaf Devletlerinde büyük bir zihniyet değişikliği görülüyor. Mütarekenamenin yapılışında; hür ve müstakil yaşamaya layık bir Osmanlı milleti kabul ettikleri halde, aradan bir iki ay geçtikten sonra, bu kanaatlerden sıyrılıyorlar. Başka renk ve manada kararlar veriyorlar. Bunun sebebi şu suretle izah olunabilir: Yabancılar, kendi iktisadi ve siyasi menfaatlerini tatmin edebilmek için, aleyhimizde icat ettikleri iki mütalaayı yürütmeye başladılar. Bu mütalaalardan birincisi, güya; milletimizin, gayrimüslim unsurları eşitlik ve adalet ilkesine uygun olarak, idare gücünde olmadığı. İkincisi de, güya; milletimiz, bütünü ile kabiliyetten mahrum bulunduğun¬dan, bahçe halinde bulunan yerlere girmiş ve oralarını harabeye çevirmiş. Birincisi ile, millete zalimlik yüklüyor ve iftira ediyorlar. İkincisi ile, kabiliyetsizlik. Eğer bu iki mütalaa cidden akla gelse idi, milletimizin müstakil yaşamaya hakkı, iddia olunamazdı. Hakikaten; zulüm, medeniyetle uyuşamaz. İstidatsızlık da, affa yaraşır bir şey olamaz. Çünkü; milletler, işgal ettikleri arazinin hakiki sahibi olmakla beraber; insanlığın vekili olarak da, o arazide bulunurlar. O arazinin zenginlik kaynaklarından hem kendileri istifade eder ve dolayısıyla, bütün insanlığı istifade ettirmekle mükelleftirler. Bu prensibe göre, bundan aciz olan milletler, beka (hayatta kalma) ve istiklal hakkına layık olmamak lazım gelir. Halbuki; bu mütalaalar, bizim hakkımızda kesinlikle akla gelemez. Her ikisi de, ancak iftiradır. Milletimizin kabiliyetsiz olmadığı, tarih ve mantık bakı¬mından sabittir. Bunun delilini, yine, yabancıların kendi muamelele¬rinde bulabiliriz. Avrupa devletleri, mütarekeden evvel ve mütareke anında; Mütarekename ile, kendi milli hududu dahilinde yaşamaya layık Türkiye kabul etmişlerdir. Aradan bir sene geçmeden; nasıl oluyor da, bir millet, zalim ve kabiliyetsiz oluyor? Ve bundan dolayı hayat hakkından mahrum edilmek isteniliyor? Avrupa devletleri, milletimizi, evvelce bilmiyorlar mı idi? Wilson prensiplerini kabul ve Mütarekenameyi imza ettikleri zaman; altı asırlık bir milletin mahiyeti, kabiliyeti hakkındaki bilgileri noksandı da, bir iki ay zarfında mı tamamladılar? Hakkımızda tatbik edecekleri kararları bilmiyorlardı da, sonra mı hatırlarına geldi? Halbuki; düşününüz Efendiler! Milletimiz, ufak bir aşiretten; anavatanda müstakil bir devlet kurduktan başka; Batı dünyasına, düşman içine girdi ve orada büyük zorluklar içinde bir imparatorluk vücuda getirdi. Ve bunu, bu imparatorluğu, 600 seneden beri tam bir yücelik ve büyüklükle devam ettirdi. Buna muvaffak olan bir millet, elbette, yüksek siyasi ve idari niteliklere maliktir. Böyle bir vaziyet yalnız kılıç kuvveti ile vücuda gelemezdi. Dünyaca bilinir ki; Osmanlı Devleti, pek büyük olan ülkesinde, bir hududundan diğer hududuna, ordusunu olağanüstü hızla ve tamamıyla teçhiz edilmiş (silah ve malzeme ile donatılmış) olarak naklederdi. Böyle bir hareket, yalnız ordu teşkilatının değil; bütün idari şubelerin olağanüstü mükemmelliğine ve kendilerinin kabiliyeti olduğuna delalet eder. Milletimizin zalim olması meselesine gelince; bu da, sırf iftiradan, sadece yalandan ibarettir. Hiçbir millet, milletimizden ziyade, yabancıların inançlarına ve adetlerine riayet etmemiştir. Hatta, denilebilir ki; diğer dinlere mensup olanların dinine ve milliyetine riayet eden tek millet, bizim milletimizdir. Fatih, İstanbul’da bulduğu dini ve milli teşkilatı, olduğu gibi bıraktı. Rum Patriki, Bulgar Eksarhı ve Ermeni Kategigosu gibi Hıristiyan dini reisleri, imtiyaz sahibi oldu. Kendilerine her türlü serbestlik, cömertçe verildi. İstanbul’un fethinden beri, gayrimüslimlerin mazhar bulundukları bu geniş imtiyazlar, milletimizin din ve siyaset bakımından, dünyanın en hoşgörülü ve soylu bir milleti olduğunu ispat eder en belirgin bir delildir… Memleketimizde yaşayan gayrimüslim unsurların başına ne gelmiş ise; kendilerinin, yabancı entrikalarına kapılarak ve imtiyazlarını kötüye kullanarak, vahşice takip ettikleri ayrılık siyaseti neticesidir. Her halde; Türkiye’de meydana gelmiş arzu edilmeyen bazı haller, birçok sebep ve mazerete dayanmaktadır. Bunu da kesin olarak arz edebilirim ki; bu haller Avrupa devletlerinde mazeretsiz işlenmiş bunca haksızlıklardan pek düşük bir seviyededir… Tekrar ediyorum, aleyhimizde sarf edilen mütalaalar yanlıştır; bu hakikat, tarih ve mantık yolu ile sabittir. Bu hususu, yalnız Batı’ya değil; hatta, vatandaşlarımıza da ehemmiyetli bir surette hatırlatmak lüzumunu hissediyorum. Çünkü; pek az olmakla beraber, esefle işitiyoruz ki; milletin tarihini okumamış veya milli histen mahrum kalmış olması lazım gelen bazı şahıslar, yabancıların aleyhimizde ileri sürdükleri suçlamaları reddetmedikten başka; vatanlarını kabahatli göstermekten çekinmiyorlar. Düşmanlarımız, hakkımızda icat ettikleri iftiralarını, bir aralık Paris Konferansı’na da kabul ettirir gibi oldular. İhtimal bunun neticesi olarak; daha savaş esnasında, birbirleriyle yaptıkları gizli anlaşmaların ve verdikleri sözlerin tatbikatına başlanmıştı, İzmir, Antalya, Adana, Ayıntap, Urfa ve Maraş’ın işgalleri, hep bir karşılıklı taahhütler neticesi olsa gerek. Halbuki; haktan, adaletten bahseden itilaf Devletlerinin bu gibi muamelelerde bulunmamaları lazım gelirdi. Medeniyet ve insanlıktan bahsedenlerden, bu beklenmezdi. Fakat; her halde, dünyada bir hak vardır. Ve hak, kuvvetin üstündedir. Şu kadar ki; milletin haklarını kavrayıp, müdafaa ve muhafazası emrinde her türlü fedakarlığa hazır olduğuna dair dünyaya bir kanaat vermek lazım gelir, işte, düşmanlarımızın bu hareketi, milletimizi bu kavrayıştan ve bu fedakarlık hissinden mahrum zannettiklerinden doğmuştur. Fakat; doğrusunu söylemek lazım gelirse, mütarekeden beri birbirini takip eden hükümetleri¬mizin, memleketin maruz kaldığı haksızlıklara karşı kusurlu ve akılsızca hareketleri, aleyhimizdeki yanlış fikirleri güçlendirmeye yardımcı olmuştur. Mesela; Tevfik Paşa, vatanımızın bir kısmını Ermenistan’a ilavede bir sakınca görmemekte idi. Ferit Paşa, resmi beyanatında doğu vilayetlerinde geniş bir Ermenistan muhtariyetinden (özerkliğinden) bahsettiği gibi; Paris’te de güney hududumuzun Toros olabileceğini söylemişti. Toros’un güneyinde Arapça konuşulduğunu zannediyor ve Toros’tan da Antakya’ya kadar olan mıntıkanın Türklerle meskûn ve bin seneden beri Türk kanı ile yoğrulmuş olduğunu bilmiyordu, işte, bu gibi hükümetlerin tavır ve hareketleridir ki; milletimizi, geçmişini unutmuş, milliyetin ve hususi medeniyetlerin bahşettiği haklardan habersiz, kansız, miskin bir millet olarak tanınmasına yol açmıştır. Milletimizin kendini bu suretle tanınmaya meydan vermesinde pek büyük bir kabahati vardı. Milletimizin o kabahati, merkezi hükümetin icraatı ile Avrupa’nın namusuna gereğinden fazla itimat göstermiş olmasıdır, işte bu kabahatten dolayı; kendi kıymetini, mahiyetini, faziletlerini unutturmak derecesine düşmüştür. İzmir felaketinden sonradır ki; milletimiz, hakikaten mütehassıs ve mütenebbih oldu (gerçekten pek duygulandı ve uyandı). Ve derin uçuruma sürüklendiğini kavradı ve ondan sonra, haklarını bizzat müdafaaya karar verdi. Tabii; bunu yapabilmek için, bir şekil almak, organlaşmak lazım gelirdi. Zaten, her tarafta teşkilat ve organlaşma, daha evvel başlamıştı. Fakat; evvela, Erzurum ve daha sonra, Sivas Kongrelerinde, umumi birliğimiz vücuda geldi. Erzurum ve Sivas Kongrelerinin bütün cihana karşı olan Beyannamesi ve Nizamnamesi içindekilerin ehemmiyeti vardır… Nizamnamenin teşkilata ait sayfasında görülüyor ki; maksat, Osmanlı vatanının bütünlüğünü, Hilafet ve Saltanat yüksek makamının ve milli istiklalin korunmasını temin yolunda, Kuva-yı Milliye’yi hakim kılmaktır. Bir millet, mevcudiyeti ve hakları için bütün kuvveti ile, bütün fikri ve maddi kuvvetleri ile alakalı olmazsa; bir millet, kendi kuvvetine dayanarak, mevcudiyetini ve istiklalini temin etmezse; şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Milli hayatımız, tarihimiz ve son devirde idare tarzımız, buna pek güzel delildir. Bu nedenle; teşkilatımızda Kuva-yı Milliye’nin geçerli, milli iradenin hakim olması esas kabul edilmiştir. Bugün, bütün cihanın milletleri, yalnız bir hakimiyet tanırlar: Milli Hakimiyet. Teşkilatın diğer teferruatına bakacak olursak, işe köyden ve mahalleden ve mahalle halkından; yani, fertten başlıyoruz. Fertler düşünceli olmadıkça; kitleler, istenilen istikamete, herkes tarafından iyi veya fena istikametlere sevk olunabilirler. Kendini kurtarabilmek için, her ferdin, mukadderatı ile bizzat alakalı olması lazımdır. Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru yükselen böyle bir müessese, elbette sağlam olur. Şüphe yok; her işin başlangıcında, aşağıdan yukarıya doğru olmaktan ziyade; yukardan aşağı olması zarureti vardır… Biz, memleketimiz dahilindeki seyahatlerimizde, tabii olarak; birinci tarzda başlamış olan Milli Teşkilatımızın, gerçek başlangıcına, ferde kadar indiğini ve oradan tekrar yukarıya doğru hakiki organlaşmaların başladığını tam bir teşekkürle gördük. Bununla beraber, mükemmellik derecesine eriştiğini iddia edemeyiz. Bunun için, özel surette, aşağıdan yukarıya tekrar bir organlaşma meydana gelmesi gayesine özel surette çalışmamız, bir milli ve vatani vazife sayılmalıdır. Umumi harbin neticesi, birtakım fedakarlıkların göze alınmasına devletimizi mecbur kılıyordu; buna göre, devlet için, milli yeni bir hudut kabul ettik… Bu hudut dahilinde kalan memleketimizin kısımları, Osmanlı toplumundan ayrıla¬maz bir bütün olarak kabul edilmiştir… Her halde; devletimiz ve milletimiz, içerde ve dışarda, bütün manası ile müstakil kalacaktır. Bize karşı bir idare tarzı kabul edilemez… Bu mukaddes maksadın temini ile uğraşıldığı bir sırada, pekala hatırlarınızdadır ki; Ferit Paşa, buna mani olmaya kalkıştı. Bu teşebbüsleri, memleket dahilinde kötü yorumlamaya uğradı. İttihatçılar, dedi. Bu suçlama, iç ve dış fikir dünyasında, muvaffak olamadı. Bunu gördükten sonra, yeni bir silah aradı. Bolşeviklik, dedi. Resmi telgraflarında; Bolşeviklerin Karadeniz’den takım takım Samsun, Trabzon ve dahile doğru yürüdüğünü; memleketi alt üst ettiğini resmen yaydı. Bunlar da, müessir olamadı. Ferit Paşa ve Kabinesi, daha ileriye gittiler. Bazı yerlerde İslam ahaliyi kandırarak; üzerimize sevk etmek, millet için, vatan için çalışanları yok etmek kastında bulundular. Tabii, bunlarda da muvaffak olamadılar. Fakat; nihayet, millet, Ferit Paşa’ya itimatsızlık göstermeye mecbur oldu. Kabine düşürüldü. Milli birlik, sağlamlaştı… Milli Teşkilatımızın bugün takip ettiği gaye, vatanın bölünmekten ve milletin esirlikten kurtuluşuna dönüktür. İnşallah; yakın zamanda, Milli Teşkilat bu gayenin elde edilmesi ile, üstlendiği vatani vazifesini ifa edecektir. Fakat; vazifesini tamamlamış sayılacak mıdır? Bence; bundan sonra da, pek mühim vatani ve milli vazifemiz vardır. Mesela; dahili hallerimizi ıslah ile, medeni milletler arasında faal bir uzuv olabileceğimizi fiilen ispat etmek lazımdır. Bu gayede muvaffak olmak için siyasi çalışmalardan ziyade, sosyal çalışmalara ihtiyaç vardır. Milli Teşkilatımızın böyle bir gaye için nasıl bir şekil almak lazım geldiğini, şüphesiz, milletimizin umumi emelleri tayin ve tespit edecektir… Ümit ederim ki; müsait bir sulh yapıldıktan sonra; vaziyetimiz, iyi idare edilirse; evvelki hudut dahilindeki vaziyetimizden daha iyi olur… Cemiyetimiz açısından, çizdiğimiz hudut haricinde kalan dindaşlarımızla, bu muhterem kardeşlerimizle, aynı hudut dahilinde asırlardan beri vatandaşlık ettik. Bu kardeşlerimiz, her tarafta, Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de, Doğu’da, kendi dahillerinde mevcudiyetin muhafazası ve istiklalin temini için çalışıyorlar. Bütün bu İslam parçalarının istiklale kavuşmaları, İslam alemi için, ne büyük bahtiyarlık olur. Bunun elde edilmesinde; İslam aleminin vaziyetinin ne kadar sağlam olacağını şimdiden tasavvur etmekle, pek büyük saadet hissediyorum. Uyanıklığa kavuştuğuna şüphe kalmayan İslam aleminin muvaffakiyetini o kadar kuvvetli görüyorum ki; bu inançla hislerimi izah eylediğimden dolayı duyduğum vicdani zevk pek büyüktür…”.127
Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’daki ilk günlerini, İstanbul’a geçmek üzere gelen mebuslar ile yaptığı görüşmeler doldurur. Bu konuyu Mustafa Kemal Paşa şöyle özetliyor: “…Mebuslar, aynı günde veya günlerde (Ankara’da) toplu halde bulunmadılar… (söylediklerimi) günlerce tekrar ve yine tekrar etmek mecburiyeti hasıl oldu. Her şeyden evvel, manevi kuvvetin, yürek ve vicdan kuvvetinin yüksek tutulması şarttır. Biz de, bu noktayı güçlendirmeye çalıştık… Türk milletinin kalbinden, vicdanından fışkıran ve ilhamlanan en esaslı, en belirgin arzu ve iman belli olmuştu: Kurtuluş!… Artık, bu arzuyu ifade etmek kolaydı. Nitekim; Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, milli arzu belirtilmiş ve ifade olunmuştu… Milletçe vekil seçilen kişiler, her şeyden evvel bu esaslara bağlı kimselerden ve bu esasları ilan eden cemiyete mensup olduğunu gösterir bir isim taşıyan bir grup yapacaktı: Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubu… Milletin emel ve maksatlarının, kısa bir programa esas olacak surette, toplu bir tarzda ifadesi de görüşüldü. Misak-ı Milli adı verilen bu programın ilk müsveddeleri de, bir fikir vermek maksadı ile kaleme alındı, İstanbul Meclisinde bu esaslar, gerçekten toplu bir surette yazılmış ve tespit olunmuştur… Fakat; İstanbul Meclisinde, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubu diye bir grup teşekkül ettiğini işitmedik…”.128 Mustafa Kemal Paşa, bu durumu “Nutuk”ta acı ve ağır sözlerle eleştirir129 ve konuyu şu noktaya getirir: “…Ben, Meclis-i Mebusanın İstanbul’da saldırıya uğrayacağını, dağılacağını kesinlikle bekliyordum. Bu takdirde; başvurulacak tedbirleri de kararlaştırmıştım. Hazırlığımız ve tertiplerimiz de başlamıştı, işte, bu görevi yaparken; milletçe yanlış anlamalara sebep olmamak için tedbir olarak da bir şey düşünmüştüm: Meclis-i Mebusan Reisliğine seçilmek. Bundan maksat, dağıtılan mebusları, Meclis-i Mebusan Reisi sıfat ve yetkisi ile davet etmekti. Gerçi bu tedbir, ancak görünüşü korumada ve geçici olarak yararlı idi. Fakat; herhalde, bunalımlı zamanlarda, faydası geçici de olsa, her türlü tedbirin alınmış olması fazla sayılamaz. Gerçekte, İstanbul’a gitmeyecek¬tim. Fakat; bunu itiraf etmeksizin, zaman kazanacak ve geçici olarak görev başında bulunmuyormuşum gibi durum ve iş düzenlenecek ve Meclis, reis vekilleri vasıtası ile idare edilecekti… Bu hususu gerekenlere söyledim. Düşünce ve görüşümü uygun buldular. Bu işte çalışacaklarına söz vererek ve güvenmemi söyleyerek İstanbul’a gittiler. Fakat; bir iki arkadaştan başkasının, bu fikri ağızlarına bile almadıklarını öğrendim. Bu meselede hakim olan muhakeme ve mantık şu imiş. Bunca milletvekilleri içinde Meclis Reisi olacak liyakatta bir adam dahi yok mudur ki, hazır olmayan bir mebusu gıyaben reis seçeceğiz. Meclisi teşkil eden sayın kişileri bu kadar liyakatsiz göstermek başkalarının gözünde kötü tesir yaratmaz mı? Diğer bir mantık da, Meclis Reisliğine Kuva-yı Milliye Reisini seçmekle daha ilk günden, Meclis üzerine kuşku ve saldırıyı çekmeye sebep yaratmak, akıl karı olamaz… İtiraf etmeliyim ki; bu tedbirin alınmamış olması, Meclis dağıldıktan sonra, beni, küçük bir güçlükle karşılaştırmıştır…”. 130
VII. Meclisi Mebusanın Açılıp ve Sonu:
Mebusan Meclisi 12 Ocak 1920’de açılır. Bu olayın üzerinden daha on gün geçmeden, İngilizlerin tepkisi ve yeni bir baskısı Kabine üzerinde kendini gösterir. Harbiye Nazırı Cemal Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği bir telgrafta, “İngilizlerin hükümete verdiği bir notada, kendisinin (Cemal Paşa) ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Cevat Paşa’nın vazifeden çekilmelerini istedikleri; buna, önce Kabinece şiddetli bir ret cevabı verildiği; fakat, durumun bu çekilmeleri zorunlu kıldığı…” 131 bildirilir. Mustafa Kemal Paşa, 22 Ocak günü aldığı bu telgrafa, makine başında derhal verdiği cevapta, “notanın kendisine gönderilmesini, teklifi yerine getirmekte acele edilmemesini, notayı gördükten sonra görüşünü bildireceğini” 132 belirtir. Gelen cevap ile bildirilen, nota değil; özetidir. Paşa, bunu tatmin edici bulmaz ve gönderdiği telgrafta, “Vazifeden çekilmek suretiyle İngilizlerin isteğine boyun eğmemiz öyle korkunç bir durum yaratır ki; sizin aksi halde tasavvur buyurduğunuz tehlikeye üstündür… Evvela notayı aynen bildirmeniz, sonra ahvalden bilgi vererek kararı beklemeniz ve tam bir güvenle mevkiinizi korumanız kesin arzumuzdur” 133 der. Paşa, aynı gün (22 Ocak), Heyet-i Temsiliye adına, Sadrazama gönderdiği telgrafta da, “İngilizlerin, Harbiye Nazırının ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisinin değiştirilmesini istemeleri, devletin siyasal bağımsızlığına kesin bir saldırıdır. Bu saldırı, bir süreden beri memleketimizin bölünmesi ve siyasal varlığımızın yok edilmesi yolunda dünya kamuoyunda yapılmakta olan tartışmaların kesin bir karara varmış olması sonucu mudur? …Siyasal bağımsızlığımıza karşı gösterilen bu açık tecavüzü devletçe kabul eder ve milletçe susarak karşılarsak, siyasal varlığımız aleyhinde en kötümser karar ve uygulamalara kendi tarafımızdan yol vermiş olacağımıza şüphemiz yoktur. Bu nedenle, İngilizlerin İstanbul’da muhtemel tecavüzleri ne şekil ve ne dereceye varacak olursa olsun; iç ve dış (dünya) gözünde, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine dayandığı bilinen hükümetin bu teklifi şiddetle ret ve Nazır ile Reisi mutlaka muhafaza etmesi kesin arzumuzdur… İstanbul ile haberleşme İngilizler tarafından engellenirse, milli istiklalimiz uğrunda milli ve dini mücadele ilan etmek yolunda ilerleyeceğiz” 134 der. Yine, aynı gün, Cemal Paşa’ya çektiği telgrafta ise, özetle şu hususu belirtir: “İngilizlerin emri sonucu, Harbiye Nazırlığını bıraktıkları anlaşılıyor… Devlet ve milletimizin bağımsızlığını bozan bu çekilme işini, ne pahasına olursa olsun kabul etmemek, sizin ve bizim vazifemiz gereğidir… Meseleyi kişisel bir görüşten değil; bu müdahale, vatanımız için hatıra gelebilecek ağır felaketlerin başlangıcı olabilir görüşünden muhakeme etmenizi rica ederiz…”.135
Mustafa Kemal Paşa’nın gerek Sadrazamdan ve gerek Harbiye Nazırından aldığı cevaplar, Heyet-i Temsiliyenin isteklerini karşılamak bakımından olumsuzdur. Paşa, bu durumun muhtemel tehlikeleri üzerine; bir bildiri ile, mebusları ve bütün kumandanları uyarır.136 Ayrıca, “yabancıların İstanbul’da saldırılarını artırarak, nazır veya mebuslardan bazılarını tutuklamaları ihtimali nedeniyle; karşılık olmak üzere, Anadolu’da bulunan yabancı subayların tutuklanmasına karar verir”137 ve bunu 22 Ocak tarihli bir şifre ile, Ankara, Konya, Sivas ve Erzurum’daki Kolordu Komutanlarına bildirir.
Mustafa Kemal Paşa, genel olarak, Meclis-i Mebusan’ın geleceğinden ve özellikle, Ali Rıza Paşa Kabinesinin tutumundan ümitli değildir. Bu arada, Ocak 1920 sonunda yaptığı siyasi durum muhakemesini Hüseyin Rauf Bey’e ve Kolordu Komutanlarına gönderir. Paşa, 5 şubat 1920 tarihli ve çok acele işaretli bir şifre direktifte, “Müttefik devletlerin aralarındaki ilişkiler; işgal altındaki yurt parçaları ve Boğazlar’ın durumu; Bolşeviklerin savaş başarılarının dış etkisi; Kafkasya durumu; doğu cephemiz; muhtemel hareket tarzlarımız, vb.” çok önemli konuları ele alarak ve Türkiye’nin direnme gücünü düşmanların yok etme tedbirleri üzerinde durarak, “…Bu tedbirler, Türkiye’nin kesin surette çevrilmesi ve kuşatılmasıdır. Türkiye, bugün, Adalar Denizi ve Karadeniz sahillerinde ve Avrupa cephesinde kuvvetli bir şekilde kuşatılmıştır. Suriye cephesi, Hicaz’dan İskenderun’a kadar İngiltere ve Fransa tarafından kuvvetle, ihtiyaçla, ayrılık yaratarak ve halkın kendini bırakmasından yararlanarak, çevrilmiş sayılabilir. Irak ve Iran cephelerinin maddi bir surette ve kesin bir şekilde kapalı olmayan durumları, çabuk ve geniş ölçülü yararlanmalara, tabiat yapısı bakımından pek elverişli değildir. Mesafeler uzun, ulaşım yolları az, milletler bilinçsiz olduğu gibi; esasen, memleket kesimleri de işgal altındadır…” 138 der ve şu sonuca varır: “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti içinde acele bir vazife, siyasal durumun icaplarına uygun tedbirleri, hükümetle hızlı bir görüş uygunluğu çerçevesinde almasının mümkün olup olmadığını bir an evvel kestirmektir. Eğer böyle bir hükümet meydana getirilmesine imkan yoksa; ne yazık ki, umut verici bir çare görülmüyor. Aldanmayarak, bu durumu şimdiden görmeli ve kabul etmeliyiz. Bunun üzerine alacağımız tedbir, Heyet-i Temsiliye arkadaşlarımızı derhal İstanbul’dan çekmek ve hemen Kafkas milletlerine müracaat etmek ve yukarıda bildirilen tedbirlere resmi ve gayri resmi ve fakat fiili olarak başvurmaktır.Bu hareket tarzına göre, iç ve dış ilişki kesilmelerinin ne zaman ve nasıl meydana geleceğini tahmin etmek mümkün değildir. Fakat; işler bir defa bu yola girdikten sonra, ilişkilerin kesilmesi, her halde uzak görülmemelidir” 139.
9 Şubat 1920 günü, Sadrazam Ali Rıza Paşa, Mebusan Meclisi’nde Kabine beyannamesini okur ve beyanname onaylanır. Sadrazam, ayrıca, 14 Şubat’da bir genelge de yayımlayarak; “Meclis-i Mebusanda okuduğum ve büyük bir çoğunlukla onaylanarak hükümete güveni gösteren programın önemli noktalarından biri olduğu üzere, genel meclis toplanarak her türlü milli emellerin, hamdolsun, tek gerçekleştirme yeri olarak işe başladığına göre; kayıtlara bağlanmış hükümlerin her çeşit engeller ve tesirlerden arınmış olarak tam bir şekilde cereyan etmesi lazım gelen memleket içinde, Meclisten başka yerde, milli irade adına konuşmaya ve istekler ileri sürmeye artık yer ve imkan kalmadığından; hükümet işlerine müdahale şeklinde her türlü işlerin ve hareketlerin cezayı gerektireceği duyurulur” der. 14° Mustafa Kemal Paşa, bu genelgeyi, “Ali Rıza Paşa’nın ve Kabinesinin gizli niyetlerini ve hayasızlığını gösteren bir vesika” olarak niteliyor ve şöyle değerlendiriyor: “Böyle bir tamime ne hacet vardı? Heyet-i Temsiliyeyi milletin gözünde küçük düşürmekten, onun cezaya çarptırılabileceğinden bahsetmekte ne fayda vardı? Eğer Heyet-i Temsiliye zaman zaman hükümetin dikkatini çekmeye lüzum görüyor idi ise, bu hareketinin ne kadar temiz ve yüksek maksatlarla olduğuna hala şüphe edilebilir mi idi? Heyet-i Temsiliyeyi, dolayısıyla milletin birlik ve beraberliğini ortadan kaldırmayı asıl hedef olarak benimseyen hükümet; Aydın, Adana, Maraş, Urfa, Ayıntap cephelerinde vuku bulmakta olan çarpışmalardan ise asla duygulanmış görünmüyordu. Yabancı devletlerin, doğrudan doğruya kendi kabinelerine vuku bulmuş olan tecavüzünden müteessir olmuyordu. Şunu da açık olarak zikretmeliyim ki; her türlü milli emellerin tek gerçekleşme yeri olan Meclis-i Millinin, Sadrazam Paşa’nın hamdolsun diyerek bahsettiği gibi; henüz işe başladığı da, maalesef, görülmüyordu”.141
Durumdaki bu gelişmeler üzerine; Mustafa Kemal Paşa, 17 Şubat’ta yayımladığı şu genelge ile, milletin dikkatini çekmeye lüzum görür: “Milli iradenin kanuni gerçekleştirme yeri olan Meclis-i Mebusanı açarak milli hakimiyeti teyide muvaffak olan cemiyetimizin en mühim ve en esaslı vazifelerinden biri de, milli emellere uygun esaslar dahilinde, bir sulhun yapılmasına kadar, milli birliği muhafaza etmektir. Cemiyetimizin her güçlüğü yenmesi ile, vatani ve milli varlığı kurtarmak hususundaki kurtarıcı çalışmalarına, milli maksadın elde edilmesi ve gerçekleştirilmesine kadar, daha büyük bir azim ve imanla devamı gerekli bulunmakla; hayat ve beka esasından ibaret olan Milli Teşkilatın, vatanın her köşesinde; genel ve yaygın bir surette oluşmasına eskisi gibi devam edilmesini bütün merkezi heyet ve idarelerden bir kere daha rica eder ve vurgularım”.142
Heyet-i Temsiliye ile Ali Rıza Paşa Kabinesi arasındaki ilişkilerin gerginleştiği sırada; İngiliz otoritelerinin gözlemleri de dikkate değer. Örneğin; İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck, Lord Curzon’a gönderdiği 23 Şubat tarihli bir yazıda şöyle diyor: “…Anadolu’daki bütün hareketler, Mustafa Kemal Paşa tarafından milli hareketin parçaları olarak tertiplenmektedir. Müttefiklere hücum edenler, yalnız muvazzaf askerler değil; ayrıca, milliyetçi çeteler de var. Milliyetçiler, memleketlerine hiç de iyilik yapmıyorlar; kendi sultanlarına ihanet ediyorlar. Halkın barış içinde yaşamasına engel olup müttefikleri kızdırıyorlar… Bizim aldığımız kararlara hürmet etmeyen yegane halk, Türk halkıdır”.143
Nihayet; Ali Rıza Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın çok daha önceleri artacağını kestirdiği İngiliz baskısı karşısında; 3 Mart 1920 günü istifa eder. “3 Mart ve 3/4 Mart gecesi İstanbul ile haberleşme ve orada vaziyeti anlamak ile geçti” diyen Mustafa Kemal Paşa yeni kabinenin yine Ferit Paşa tarafından kurulması ihtimaline karşı; 4 Mart günü, Heyet-i Temsiliye adına hem Meclis-i Mebusan Başkanlığına ve hem de Padişah’a birer telgraf çeker. Meclis-i Mebusan Başkanlığına çekilen telgrafta şu hususlar göze çarpıyor: “…Aydın cephesinde mübarek vatanı istila etmeye çalışan düşmanla Kuva-yı Milliye çarpışmakta ve her karış toprağına sadık ve fedakar evlatlarının naaşlarını gömmektedir. Hiçbir kuvvet, hiçbir salahiyet, tarihin emrettiği bu vazifeden milletimizi men edemeyecektir. Milli ve vatani istiklalimizin temini hususunda her fedakarlığa hazır bulunan milletimizin mukaddes heyecanını, ancak milletin tam itimadını haiz bir hükümetin işbaşına getirilmesi tatmin edebilir…”.144 Padişah’a çekilen telgraf ise, genelde, şöyledir: “İtilaf Devletlerinin istiklal ve haysiyet bozucu tecavüzlerine ve mütareke hükümlerine aykırı müdahale ve hareketlerine daha ziyade dayanamayan Kabinenin istifası ile, yeniden yüce devletlerinde bir vekiller buhranı zuhur etmesi, milletin umumi efkarında derin bir heyecan yaratmıştır. Meclis-i Millinin ekseriyet grubunda toplanan milli emel ve eğilimlerinin taraf-ı şahanelerince himayeye mazhar olacağına; bütün tebaa-yı hümayunları gibi, heyetimiz de emindir. Ancak; dahili ve harici bin türlü ihtirasların çalkantıları ile, sükûn ve selameti tehdit altında bulunan memleketimizin, milli vicdanı temin edemeyecek bir kabine reisine hiçbir dakika tahammül edemeyeceğini ve, Tanrı korusun, böyle bir halin vukuu Osmanlı Devleti tarihinde görülmeyen acı olaylara sebep olacağını yüce makamlarına arz etmeyi hamiyet vazifesi sayarız”.145 Paşa, bu kadarla da yetinmeyerek, çok önemli olaylarda yaptığı gibi; bu iki telgrafın birer suretini komutanlara, valilere ve bütün teşkilata gönderir ve onlardan Padişaha ve Meclisi Mebusan Reisliğine bu yolda telgraflar çekilmesini ister. Bunun üzerine; kendi sözleri ile “Verdiğimiz talimat çerçevesinde; memleketin her tarafından, milletin her makamından, 4/5 Mart gecesinden itibaren başlayan telgraf fırtınası, ayın beşinci ve altıncı günleri Padişah ve Meclisi Mebusan saraylarında istenilen tesiri yaptı”.146
6 Mart 1920 günü eski Bahriye Nazırı Salih Paşa’nın Sadrazamlığa getirildiği, Mustafa Kemal Paşa’ya çeşitli kanallardan duyurulur. 7 Mart’ta, Mustafa Kemal Paşa, zaman zaman ortaya atılan “Ermeni kırımı” ile ilgili haberleri yalanlamak üzere; İstanbul’daki İtilaf Devletleri temsilcilerine ve Amerika Birleşik Devletleri Temsilcisi Amiral Bristol’a gönderdiği telgrafta özellikle şu hususları belirtir: “Mondros Mütarekenamesinin imzasından beri kesin barışın yapılmasını bekleyen milletimiz, ülkenin elde kalan kısımlarından en önemli parçaların çeşitli bahanelerle İtilaf Devletleri tarafından işgalini görmekle acı duymaktadır… Avrupa’ da olumsuz akımlar doğurmayı yararları gereği görenler tarafından Anadolu’da 20.000 Ermeninin öldürüldüğü hakkında çok iğrenç ve kesinlikle gerçek dışı haberler uyduruldu. Bütün Anadolu’da itilaf Dev¬letlerinden ve Amerikan Hükümetinden çeşitli kişiler ve haber alma kaynakları bulunduğu için, adı geçen haberlerin yabancı kaynaklarca inanılmaya değer görülmeyeceğini ummuş ve kesinlikle yapılmamış olan böyle uydurma bir kırımın yalanlanmasını bile gereksiz saymıştık. Fakat; bugün, gerçek hallere ait bilgi edinmiş olmaları gereken önemli yabancıların da bu yalan haberlere inandıklarını ve hatta aynı sebeple bir an önce bir karara bağlanmasını ülkemiz için hayati bir mesele saydığımız barışımızın geri bırakılacağını büyük şaşkınlık ve üzüntü ile görüyoruz… Maraş, Urfa ve dolaylarındaki çarpışmalar sırasında… iki taraf silahlarının etkisiyle çeşitli unsurlara mensup halktan kayıplar verildiği herkesçe bilinmektedir. Ancak; bu, bir Ermeni kırımı değil; Kilikya ve yöresine dışardan getirilen ve yerli halktan silahlandırılan Ermeni askerlerinin kesinlikle sabırla karşılanması imkansız bulunan saldırıları ve işgal kuvvetlerinin sebepsiz yere sürekli olarak işgal sahasını genişletmesi ve özellikle işgal kuvvetleri kumandanları¬nın, hırslı Ermeni askerinin İslam halkı aleyhinde uyguladıkları saldırılar ve yolsuzluklara göz yummaları sonucunda yerli halkın sabrının taşması ve karşı koyması sonunda meydana gelen çarpışmaların tabii bir neticesidir… İzmir’de yapıldığı gibi; bu uydurma Ermeni kırımı meselesinin de, milletlerarası bir yüce kurul eli ile acele olarak yerinde incelenmesi ve bütün dünyayı aldatmak için yaratılan bu kin ve hırs ürünü propagandaların niteliği hakkında medeniyet ve insanlık dünyasının bir kere daha aydınlatılması ve bu suretle haksızlığa uğramış Türk milletinin iğrenç ve alçakça bir suçlamadan arındırılması için, İtilaf Devletleri ile Amerikan hükümetinin adaletsever duygularına müracaat eyleriz”.147
İtilaf Devletleri kumanda kademesindeki generaller de, Türkiye’deki genel durum hakkında değerlendirmeler yaparak, gizli raporlar hazırla¬makta ve bağlı oldukları makama vermektedirler. 15 Mart 1920 tarihli böyle bir gizli raporda özellikle şu değerlendirmeler dikkati çekiyor: “…Siyasi Durum: Bütün siyasi kudret Milliyetçi Liderdedir. Moral Durum: Halkın çoğu savaşlardan yorgundur. Bununla beraber, vatanlarını korumak için müthiş bir şekilde savaşacaklardır. İnsan: Bütün ordu birlikleri milliyetçilerle birleşmişlerdir. Malzeme: Normal birlikler (iyi silahlı, iyi besili) 3-6 ay dayanabilirler. Haberleşme: Telgraf tesisi fena değildir. Doğu ile batı arasında haberleşme vardır. Erzurum, Van, Karakilise ve Bayazıt’ta, dört adet telsiz vardır. Ulaşım: Ankara demiryolu Türklerin kontrolündedir. Fakat, yakında malzeme sıkıntısı çekeceklerdir. Bunlarda Ereğli kömürü ve odun, yakıt olarak kullanılmaktadır. Motorlu araçları hiç yoktur. At ve katır çok azdır. Askeri Kontrol ve Teşkilat: Ankara, Sivas ve Erzurum’da, yeterli derecede organize olmuş durumdadırlar… Milliyetçi Hareketlerin Genişlemesi: İzmir, Trakya ve Adana gibi, Ermeni ve Avrupalı askerlerin baskı yaptıkları yerlerde özellikle artmaktadır. Komşu Halk: Araplar, aynı dinden olan Türklere sempati gösteriyorlar. Milliyetçi Hareket onlara tesir ediyor. Fakat, Türklere yardım edecekleri sanılmıyor. Kürtler: iki kısımdır. Türkleri tutanlar, İngiliz ve Fransız etkisinde kalanlar. Azerbaycan: Türklere sempati duyuyorlar. Ermenilere çok teşekkür edilir ki, bunların ve Tatarların Türklerle birleşmesini önlüyorlar. Psikolojik ve Hissi: İstanbul’un Türklerin elinde kalmasını isteyen Müslümanların düşüncesini anlamak çok zor. Herhalde; Hindistan, Mısır, Arabistan, Afganistan, Mezopotamya, Suriye ve Azerbaycan’da üstün zümreyi teşkil eden Türkler, propaganda yapıyor olmalı. Şüphesiz; mahalli hadiselerin esas sebebi, İzmir’e Yunanlıların çıkması; Ermenistan’ın kurulması fikri ve Adana’ya Hıristiyan askerlerin sokulması olaylarıdır. Karakteristikleri: Türkler müthiş savaşçıdır, özellikle yurt savunmasında. Ordudaki subaylar çok iyi yetişmişlerdir ve iyi organize olmuşlardır. Milliyetçi çetelerin silahları vardır, cephaneleri azdır. Ulaştırma araçları hiç yoktur; buna rağmen, inanılmaz bir hareket kabiliyetleri vardır… Pasif Mukavemet ve Gerilla Tedbirleri: £aman, Mustafa Kemal’in lehinedir… Sonuç: Müttefikler hazır olmadıkları bir askeri durumla karşılaşabilirler. Barış şartları bu memlekete barış getirmeyecek kadar ağırdır.” 148
16 Mart 1920, çok kritik ve hareketli bir gündür. Önce, Yüksek Komiserlerin Sadrazam’a verdikleri “İstanbul’u işgal notası” sahnededir. Bu notada, özetle, “…16 Mart sabahı saat 10.00’dan itibaren, İstanbul’un işgal edileceği; Mustafa Kemal Paşa ile, hareketin öteki liderlerinin Osmanlı Hükümetince derhal ret ve inkar edilmeleri gerektiği; zira, bunların özellikle Kilikya olaylarından sorumlu oldukları; benzer olayların tekerrürü halinde, Türkiye ile imzalanacak barış şartlarının daha da sertleştirileceği; barış şartları kabul edilip uygulanıncaya kadar, İstanbul’un işgal altında kalacağı” 149 belirtilir. Bunu, İstanbul’un fiilen işgali izler. Mustafa Kemal Paşa’nın “İstanbul felaketi” olarak nitelediği bu önemli olayı, o sırada mebus olarak İstanbul’da bulunan bir yazardan dinleyelim: “…Bu sabah, askerlerimiz uykuda iken, evvela, Şehzadebaşı’ndaki Müzika Karakolu’nu İngiliz askeri birdenbire basarak; uykudan uyanan askerimizle vukua gelen çatışma neticesinde, altı şehit ve onbeş yaralı verdiğimiz; zırhlılardan karaya asker çıkarıldığı; bazı dairelere ve köşelere müfrezeler ve en ziyade gidiş geliş olan bazı kalabalık yerlerde de damlar üzerine makineli tüfekler konulmakta olduğu; İngilizlerin, bir taraftan, zırhlılarını rıhtıma yanaştırıp Beyoğlu cihetiyle Tophane’yi işgal ettikleri; bir taraftan da, Harbiye Nezareti’ni işgal ederek ve Nezaret Telgrafhanesi’ne girerek telgraf tellerini kestikleri; biraz sonra da, Beyoğlu Telgrafhanesi’ne girerek müdür ve memurları kovdukları, orasının da işgal edilmiş olduğu anlaşıldı. Neticenin ne olacağını kimse bilmiyordu. Vekiller meseleden haberli değildi; saray, sükûnet içinde idi. Belki, Padişah’ın bilgisi vardı… İstanbul işgal olunuyor; fakat, resmi makamlarda ve sarayda hiç telaş yok… Hiçbir teşebbüs ve tedbir yok. Mecliste tevkiflerin başlayacağı haberi yayıldı. Mustafa Kemal Paşa bize, bu ciheti üç dört gün evvel yazmış ve hemen Ankara’ya hareketimizi bildirmişken; biz bunu reddederek: Kaçmayacağız, sonuna kadar burada kalacağız, demiştik. Fakat, ahval bunu göstermedi. Şimdi kaçmak, Ankara’ya gitmek için düşünmeye başladık…”. 15°
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’un 16 Mart günü işgali haberini saat 10.00’da makine başında aldığı “Manastırlı Hamdi” imzalı şu telgraftan öğrenir: “Bu sabah, Şehzadebaşı’ndaki Müzika Karakolu’nu İngilizler basıp, oradaki askerlerle müsademe ederek; neticede, şimdi, İstanbul’u işgal altına alıyorlar. Bilgi için arz olunur”.151 Paşa, durumu şöyle anlatır: “…Bu telgrafı verenden sormaya başladım. Manastırlı Hamdi Efendi, sürekli olarak bilgi vermeye devam etti: Bizim en emniyetli pir arkadaşımız var ki,yalnız o değil, herkes,yani gelen söylüyor. Şimdi de Harbiye’nin işgalini haber aldık. Hatta, Beyoğlu Telgrafhanesinin önünde İngiliz askeri olduğunu; fakat, telgrafhaneyi işgal edip etmeyeceği bilinmiyor. Bu arada, Harbiye Telgrafhanesi’nden memur Ali bilgi vermeye başladı: Sabah, İngilizler basarak, altı kişi şehit ve onbeş kadar da yaralı oldu. Şimdi, İngiliz askerleri dolaşıyor. Şimdi, işte, İngiliz askerleri Nezarete giriyorlar. İşte içeri giriyorlar. Nizamiye Kapısına. Teli kes! İngilizler buradadır. Tekrar Manastırlı Hamdi Efendi bizi buldu: Paşa Hazretleri, Harbiye Telgrafhanesini de İngiliz bahriye askeri işgal edip teli kestiği gibi, bir taraftan Tophane’yi işgal ediyorlar. Bir taraftan zırhlılardan asker çıkarılıyor. Durum, tehlikeli oluyor… Bir saate kadar burası da işgal olunacaktır. Şimdi haber aldım efendim…”152 Yıllar sonra; Mustafa Kemal Paşa, bir kadirşinaslık örneği oluşturan şu değerlendirmeyi yapacaktır: “…Bu hamiyetli ve cesur Manastırlı Hamdi Efendi olmasa idi; İstanbul felaketinden kim bilir haber almak için ne kadar beklenti içinde kalacaktık. İstanbul’da bulunan nazır, mebus, kumandan, teşkilatımız mensupları içinden bir kişi çıkıp, vaktiyle bize haber vermeyi düşünememiş olduğu anlaşılıyor. Demek ki, hepsini heyecan ve helecan kaplamıştı… Telgraf memuru Hamdi Efendi, daha sonra Ankara’ya gelerek, karargahımız telgraf memurluğunu yapmıştır. Kendisine borçlu olduğum teşekkürü burada açıkça ifade etmeyi milli ve vatani vazifelerimden sayarım…”153
Mustafa Kemal Paşa, aynı gün millete yayımladığı beyannamede, özellikle şu hususları belirtir: “itilaf Devletlerinin şimdiye kadar memleketimizi taksime yol bulmak için teşebbüs ettikleri muhtelif tedbirler malûmdur, ilk olarak; Ferit Paşa ile uyuşarak, milleti müdafaasız bir halde yabancı idaresine esir etmek ve memleketin muhtelif önemli kesimlerini galip devletlerin sömürgelerine ilave eylemek düşünülmüştü. Kuva-yı Milliye’nin milli genel yardımla istiklalin müdafaası hususunda gösterdiği azim ve metanet, bu tasavvuru altüst etti. ikinci olarak; Kuva-yı Milliye’yi kandırmak ve onun müsaadesi ile, Şarkta bir üstünlük siyaseti takip etmek için, Heyet-i Temsiliye’ye müracaat edildi. Heyet, milletin istiklalini ve ülkenin bütünlüğünü temin etmedikçe ve özellikle işgal sahalarının boşaltılmasına teşebbüs olunmadıkça; hiçbir şekilde müzakereye yanaşmadı. Üçüncü olarak; Kuva-yı Milliye ile işbirliği eden hükümetlerin davranışlarına müdahale etmek suretiyle, milli birliği sarsmak; haince muhalefetleri teşvik etmek ve cüreti arttırmaya yöneltmek yolu takip olundu. Milli birliğin teşkil ettiği sağlamlık ve dayanışma karşısında, bu saldırmalar da eridi. Dördüncü olarak; memleketin kaderi hakkında endişe yaratan kararlar verildiğinden bahsolunmak suretiyle, umumi efkarın tazyikine başlandı. Namus ve memleket müdafaası uğrunda; her fedakarlığı göze almış olan Osmanlı milletinin azim ve iradesi önünde, bu tehditler de fayda vermedi. Nihayet; bugün, İstanbul’u zor kullanarak işgal etmek suretiyle; Osmanlı devletinin yediyüz senelik hayat ve hakimiyetine son verildi. Yani, bugün, Türk milleti, medeni kabiliyetinin, hayat ve istiklal hakkının ve bütün istikbalinin müdafaasına davet edildi, insanlık dünyasının beğeni ile bakması ve islam aleminin kurtarılması, halifelik makamının yabancı tesirlerden kurtarılmasına ve milli istiklalin yüce geçmişimize layık bir iman ile müdafaa ve teminine bağlıdır. Giriştiğimiz istiklal ve vatan savaşında, Tanrı’nın yardım ve iyiliği bizimledir.”154 Ayrıca; Mustafa Kemal Paşa, Türkiye içinde ve dışındaki yabancı otoritelere, Antalya’daki İtalyan Temsilciliği vasıtası ile, şu protestoyu göndermeyi de ihmal etmez: “İstanbul’da bütün resmi daireler, milli istiklalimizi temsil eden Meclis-i Mebusan da dahil olmak üzere; itilaf askeri kuvvetleri tarafından resmen ve zor kullanarak işgal edilmiş ve milli emeller dairesinde hareket eden birçok vatanperver kimselerin tevkifine de teşebbüs olunmuştur. Osmanlı milletinin siyasi hakimiyet ve hürriyetine yöneltilen bu son darbe, hayat ve mevcudiyetini, ne pahasına olursa olsun, müdafaa etmeye azmetmiş olan biz Osmanlılardan ziyade; yirminci medeniyet ve insanlık asrının mukaddes saydığı bütün esaslara, hürriyet, milliyet, vatan duyguları gibi, bugünün insan cemiyetlerine esas olan bütün ilkelere ve bu ilkeleri vücuda getiren insanlığın umumi vicdanına dönüktür. Biz, hukukumuzu ve istiklalimizi madafaa için giriştiğimiz savaşın kutsallığını biliyoruz ve hiçbir kuvvetin bir milleti yaşamak hakkından mahrum edemeyeceğine inanıyoruz. Tarihin bugüne kadar kaydetmediği bir suikast teşkil eden ve Wilson prensiplerine dayanan bir mütarekenin, milleti müdafaa çarelerinden tecrit etmiş olmasından doğan bir hileye de dayalı bulunması sebebiyle, ait oldukları milletlerin şeref ve haysiyeti ile de bağdaşmayan bu hareketin mahiyetinin takdirini, resmi Avrupa ve Amerika’nın değil; ilim, irfan ve medeniyet Avrupa ve Amerikasının vicdanına bırakmakla yetiniyor ve bu hadiseden doğacak büyük tarihi sorumluluğa son defa bir daha genel dikkati çekiyoruz. Davamızın meşruluğu ve kutsallığı, bu güç zamanlarda, Tanrı’dan sonra, en büyük desteğimizdir”.155
Aynı gün, İstanbul’da, Meclis-i Mebusandan bir heyet Padişah’ı ziyaret eder. Heyet ile Padişah arasında, tarihi olduğu kadar, ilginç de denebilecek şöyle bir görüşme olur: “…Görüşmeler çok kısa sürmüştü. Heyet azalan fikirlerini açıkça söylemişlerdi… Padişah: Yabancılar her şeyi yapacak durumdadırlar. Meclis-i Mebusan müzakerelerinde sözlerinize fazlaca dikkat etmelisiniz. Bir mebus (Hoca Vehbi Efendi): Efendimiz, Anadolu birlik halindedir. Hem vatanımızın istiklalini ve hem de makamınızı ve sizi kurtarmaya azmetmiştir. Padişah: Tok,yok Hoca! Sözlerinize dikkat ediniz. Fiili hadiseler meydandadır. Akü için yol birdir. Diğer bir Mebus (Abdülaziz Mecdi Efendi): Düşmanlarımızın, burası (eli ile denizi göstererek) su kenarı olduğu için, zorları geçer. Anadolu’da millet tek vücut ve pulat gibidir, azimlidir. Padişahım, müsterih olunuz, millet sonuna kadar mücadele edecektir. Padişah: Hoca dikkat ediniz. İsterlerse, yarın Ankara’ya da giderler. Bir başka mebus (Hüseyin Rauf Bey): Padişahım, millet, hudutları dahilinde istiklalini ve makamınızı kurtarmaya azmetmiştir. Millet, sizden bir muahedeye imzanızı koymamanızı istirham ediyor. Aksi takdirde, akibeti çok korkunç ve karanlık görüyorlar. Siz, kuşatılmış durumda olduğunuz için, imza etmeye mecburiyetiniz de yoktur. Bu sözler üzerine birdenbire ayağa kalkan Padişah şu cevabı vermişti: Bir millet var, koyun sürüsü; bir çoban lazım, o da benim…”156
Mustafa Kemal Paşa, 17 Mart’ta yayınladığı, “Heyet-i Temsiliye’nin bilgi ve onayı olmadıkça; hiçbir makam ve hiçbir memur, İstanbul ile muhabere etmeyecektir…”157 şeklindeki bir genelge ile, İstanbul ile haberleşmeyi kontrol altına alır. Paşa’nın 16 Mart’tan sonra, aldığı daha birçok tedbir vardır. Örneğin; kendi sözleri ile, “Eskişehir ve Afyonkarahisar’daki yabancı kıtaların silahtan tecridi veya uzaklaştırılması; Geyve ve Ulukışla civarlarında demiryolu hatlarının tahribi… Bu tedbirler arasında en önemlisi, olağanüstü yetkileri haiz bir meclisin Ankara’da toplanmasını temin hususundaki milli ve vatani vazifemize ait karar ve bu kararın tatbiki teşkil eder”158 Paşa, 19 Mart’ta, bu kararı ve uygulama şeklini gösteren bir genelge yayımlar.159
16 Mart sonrası olayların gelişim biçimi, İtilaf Devletlerinin umdukları gibi olmayınca; Salih Paşa Kabinesi, Kuva-yı Milliye’ye karşı başarısız görülerek, 2 Nisan’da istifa etmek zorunda bırakılır. Padişah, İngilizlerin isteği üzerine; Damat Ferit Paşa’yı yeniden Sadrazamlığa getirmeye karar verir. Bu kararın çok zararlı olduğunu belirten Meclis Başkan Vekiline, Padişah, “Ben istersem Rum Patriki’ni de getiririm, Hahambaşı’nı da getiririm” der ve “Getirirsiniz ama, faydası olmaz” yanıtına da “Ben böyle karar verdim…” 160 cevabını verir. Ferit Paşa, 5 Nisan 1920’de, kabineyi kurar.
Mustafa Kemal Paşa, artık, İstanbul’u bir kenara itmiştir. Bütün dikkati, Türkiye Büyük Millet Meclisinin kurulması, cephelerin durumu, ayaklanmaların bastırılması, vb. büyük sorumluluk yükleyen ve yönetim becerisi gerektiren olaylara yöneliktir. Bu arada; daha birçok konuyu da düşünmek durumundadır. Örneğin; kendisinin insanca davranışlara ulusal değerler bakımından ne kadar duyarlı olduğunu gösteren ve bütün üst kumanda makamlarına yazılan 13 Nisan tarihli şu belge, gerçekten anlamlıdır: “Gerek askeri birlikler ve gerek Kuva-yı Milliye tarafından esir edilen düşman askerlerinin hayatlarının muhafazasına fevkalade itina edilmesi talep olunur. Milletimizin fertlerine en ağır tecavüzler yapan katiller bile, esir edildiği vakit, intikam hissine kapılınmayarak (bunların) hayatlarının muhafazasını behemahal temin etmelerini bütün amirlerden rica ederiz. Esirlerin, hastalık sebebiyle bile olsun, elimizde vefat etmeleri, dini ve milli adetlerimize muvafık düşmedikten başka; vatani menfaatleri¬mizi esaslı surette yaralar. Bütün birliklere ve bütün Kuva-yı Milliye Teşkilatına bu öğütlerimizin hakkıyla anlatılmasını rica ederiz”.161
Mustafa Kemal Paşa’yı, Büyük Millet Meclisinin toplanması bakımından en çok meşgul eden sorun, kendi sözleri ile, “…Düzce, Hendek, Gerede gibi, Bolu bölgesine dahil mevkilerden başlayıp; Nallıhan, Beypazarı üzerlerinden Ankara’ya yaklaşmak istidadını gösteren irtica ve isyan dalgaları olmuştur. Ben, bir taraftan, bu dalgaların durdurulmasına çalışırken; bir taraftan da, Ankara’da toplanmakta olan ve genel durumu henüz gereği kadar kavramamış bulunan mebusları dehşete düşürecek manzaralar karşısında bırakmamak ve bu gibi durumları özellikle Meclisin toplantıya muvaffak olamaması gibi korkunç ihtimallere meydan vermemek çarelerini düşünüyordum. Nihayet; gelebilmiş mebuslarla yetinerek, Meclisin Nisanın 23. Cuma günü açılmasına karar verdik…”.162 Bu karar, o günlerin duygu ve düşüncelerine ne derece uymak zorunda bulunulduğunu gösteren ve “Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal” imzasını taşıyan 21 Nisan 1920 tarihli bir genelge ile, sivil ve asker bütün otoritelere bildirilir.163 Paşa, ayrıca, 22 Nisan’da yayımladığı kısa bir genelge ile de, “…23 Nisan gününden itibaren, bütün mülki ve askeri makamların ve milletin müracaat yerinin Büyük Millet Meclisi olacağını…” 164 belirtir.
4. BÖLÜM: TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ I.Meclisin Açılışı:
Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 Cuma günü açılır ve böylece, yeni Türk devletinin temel yönetim organı çalışmaya başlar. “Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” ilkesine dayanan Meclisin ilk günlerinde, Mustafa Kemal Paşa, kendi sözleri ile, “…Türkiye’nin, Türk Milletinin takip etmesi lazımgelen siyasi prensip” ile ilgili geniş açıklamalarda bulunarak; şu sonuçlara varır: “…Bizim açıklıkla ve tatbik kabiliyetli olarak gördüğümüz siyasi meslek, milli siyasettir. Dünyanın bugünkü genel şartları ve asırların dimağlarda ve karakterlerde topladığı hakikatler karşısında hayale kapılmak kadar büyük hata olamaz. Tarihin ifadesi budur; ilmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir. Milletimizin kuvvetli, mesut ve istikrarlı yaşayabilmesi için, devletin tamamıyla milli bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin dahili teşkilatımıza tam olarak uygun ve dayalı olması lazımdır. Milli siyaset dediğim zaman, kastettiğim mana ve anlaşılması gereken şey şudur: Milli hudutlarımız dahilinde, her şeyden evvel kendi kuvvetimize dayanmak suretiyle, mevcudiyetimizi muhafaza ederek millet ve memleketin hakiki saadet ve bayındırlığına çalışmak. Genel olarak, tükenmez istekler peşinde milleti uğraştırmamak ve zarara sokmamak. Medeni cihandan, medeni ve insani muamele ve karşılıklı dostluk beklemek…”.165 O günlerde çok önemli ve nazik bir mesele de, hükümet teşkilidir. Mustafa Kemal Paşa, bu konuda da Meclisi inandırmak durumundadır. Kendisi, “…Hükümet teşkili hakkında teklif ileri sürmeden evvel, duygu ve düşünceleri göz önünde tutmak zarureti vardı. Bu zarurete bağlı kalmakla beraber, maksadı saklı bulunduran teklifimi bir takrir halinde takdim ettim. Kısa bir münakaşa ile ve bazı itirazlara rağmen, kabul edildi…” diyor ve tespit ettiği ilkeleri şöyle sıralıyor: “Hükümet teşkili zaruridir. Muvakkat kaydı ile bir hükümet reisi tanımak veya bir padişah kaymakamı (yerini tutan kişi) meydana getirmek uygun değildir. Mecliste toplanan milli iradeyi, vatanın mukadderatına fiili olarak el koymuş saymak, temel ilkedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir kuvvet yoktur. Türkiye Büyük Millet Meclisi, yasama ve yürütme yetkilerini kendisinde toplar. Meclisten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir heyet, hükümet işlerine bakar. Meclis reisi, bu heyetin de reisidir. Not: Padişah ve Halife, baskı ve zordan kurtulduğu zaman, Meclisin düzenleyeceği yasa esasları dahilinde durumunu alır”.166
Mustafa Kemal Paşa, Meclisin açık ve gizli toplantılarında iki gün süren açıklama ve konuşmalarından sonra, 24 Nisan günü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisliğine seçilir. 27 Nisan günü, zamanın koşullarına uyularak; Meclisin Padişaha bağlılığını belirten ve “Büyük Millet Meclisi emri ile Mustafa Kemal” imzasını taşıyan uzun bir telgraf çekilir.167 2 Mayıs 1920 de, Erkanı Harbiye-i Umumiye (Genelkurmay) işleri de dahil olmak üzere, 11 vekilden oluşan “İcra Vekilleri Heyeti” kurulur.
Meclisin açılışı ile; Mustafa Kemal Paşa’nın sorumlulukları ve çalışmaları, kuşkusuz, daha da artar; kendi sözleri ile, “…Memleket ve millet işleri ve bilhassa menfi cereyan ve faaliyete karşı tedbir almak hususu, bir an bile duramazdı ve durmamıştır…” Paşa’nın çalışmaları arasında, zaman zaman büyük devletleri uyarma ve İslam aleminin desteğini sağlama girişimleri önemli yer alır. Örneğin; 30 Nisanda İngiltere Dışişleri Bakanına, ilk kez Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Meclis Başkanı imzası ile gönderdiği notada, özetle, “…İstanbul’un haksız yere işgali üzerine Türk milletinin seçim yapıp bir Büyük Millet Meclisi topladığı ve bu Meclisin, yurdun idaresini eline almaya karar verdiği… İstanbul’un işgalini, Osmanlı Parlamentosu’nun feshini, İstanbul’daki tutuklamaları şiddetle protesto ettiği… esir durumunda olan İstanbul Hükümetinin emir ve fetvalarının hiçbir hukuki ve dini değeri bulunmadığı ve bu sözde hükümetin girişeceği taahhütlerin de hükümsüz sayılacağı… hak ve hukukunu savunma kararında olan Türk milletinin, adil ve şerefli bir barış istediği ve ancak kendi temsilcilerine kendi adına taahhüde girişme yetkisi tanıdığı… Türkiye’deki Hıristiyanlarla yabancıların milletin himayesinde olacakları; fakat, bunların vatanın güvenliğine karşı hiçbir davranışta bulunmamaları gerektiği…” 168 hususlarını belirtir. Bu belge üzerinde, Lord Curzon’un şu yorumu göze çarpıyor: “Hemen hemen, Sultan’a karşı ayaklanmanın ilan edilmesi”.169 Bu notanın bir örneği Fransa Dışişleri Bakanı’na da gönderilir. Paşa’nın, Büyük Millet Meclisi Başkanı olarak, İslam alemine 9 Mayıs’ta gönderdiği beyanname ise, 17° “Güney çöllerinin bir köşesinde dünyanın seslerini dinleye dinleye yatan şanlı Peygamber’in ruhlarını ruhlarımızda birleştirdiği İslam kardeşlerimiz! Sağduyulu dinimizin son askeri, kuşatıldığı bir kale içinden size sesleniyor…” şeklindeki anlamlı sözleri ile başlar, İslam aleminin durumunu derinlemesine analizden geçirir ve şu sonuca varır: “…İslam birliği fikrinin sonradan en büyük temsilcisi olan Yavuz Sultan Selim’in dediği gibi, İslam gönüllülerinin toplu olması için kendisini perişan eden milletimize, onun istiklal davasına manevi yardım ve desteğinizi bir saniye eksik etmeyin! Ta ki, İslamın tam bir tutuluşa giden güneşi büsbütün kararmasın, tekrar dünyamız üstünde ışıldamaya başlasın…”
Bu arada; dış ilişkilerde atılan adımların verimli sonuçları da göze çarpmaya başlar. Örneğin; Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri ile, “…Teşekkül eden Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin dış ilişkiler hakkında ilk verdiği karar, Moskova’ya bir heyet göndermek olmuştur… 11 Mayıs 1920’de, Ankara’dan hareket eden heyetin esas vazifesi, Rusya ile bağlantı kurmaktır… Rusya’nın hükümetimizle yapacağı muahedenin bazı esasları, 24 Ağustos 1920’de parafe edilmiş olmakla beraber; durumun gereği olarak, uyuşma mümkün olmayan bazı noktalardan dolayı gecikmiştir. Moskova Antlaşması adı ile anılan devletler belgesinin imzası, ancak 16 Mart 1921 ‘de mümkün olabilmiştir…”171
İstanbul Hükümetinin milli gelişmelere karşı tepkisi ve onu yok etmeye yönelik girişimleri artarak sürer. Nitekim; Mustafa Kemal Paşa, 11 Mayıs’ta İstanbul Divan-ı Harbi tarafından idama mahkûm edilir ve bu karar 20 Mayıs’ta Padişah tarafından onaylanır.172 Bu olumsuz gelişmeler hakkında, Paşa şöyle diyor: “İstanbul’un işgalinden sonra başlayan birtakım menfi cereyanlar, vakalar, isyanlar… seri bir surette memleketin her tarafında görüldü ve birbirini izledi. İstanbul’da Damat Ferit Paşa, derhal iktidara getirildi. Damat Ferit Kabinesi ve İstanbul’da bütün menfi ve hain teşekküllerin vücuda getirdiği blok, bu blokun Anadolu dahilindeki tekmil isyan teşkilatı, bütün düşmanlar ve Yunan ordusu, hep birlikte aleyhimize faaliyete geçtiler. Bu müşterek tecavüz politikasının talimatı da, Padişah ve Halifenin, düşman tayyareleri de dahil olduğu halde, her türlü vasıtalarla memlekete yağdırdığı Huruç Alessultan (Padişaha karşı ayaklanma) fetvası idi. Bu genel, çeşitli ve haince saldırılara karşı; biz de, daha Meclis açılmadan evvel, Afyonkarahisar’ında, Eskişehir’de ve bütün demiryolu boyunda bulunan yabancı kıtaları Anadolu’dan çıkarmakla; Geyve, Lefke, Cerablus köprülerini tahrip etmekle ve Meclis toplanır toplanmaz Anadolu’daki saygıdeğer din adamlarının fetvasını almakla karşı tedbirlere geçtik…”173
II. İsyanlar ve İç Cephe:
1920 yılında milli hareketi tehdit eden olayların başında, kuşkusuz, isyanlar gelir. 1919 yılında başlamış olan ve sonraki yıla da sarkarak yayılan bu isyanlar için, Mustafa Kemal Paşa şöyle diyor: “…1919 senesi içinde milli teşebbüslerimiz aleyhine başlayan dahili isyanlar, süratle memleketin her tarafına yayıldı… Bandırma, Gönen, Susığırlık, Kirmasti, Karacabey, Biga ve havalisinde; İzmit, Adapazarı, Düzce, Hendek, Bolu, Gerede, Nallıhan, Beypazarı havalisinde; Bozkır’da; Konya, Ilgın, Kadınhan, Karaman, Çivril, Seydişehir, Beyşehir, Koçhisar havalisinde; Yozgat, Yenihan, Boğazlayan, Zile, Erbağa, Çorum havalisinde; Ümraniye, Refahiye, Zara, Hafik havalisinde; Viranşehir havalisinde alevlenen karışıklık ateşleri, bütün memleketi yakıyor; hainlik,cahillik,kin ve yobazlık dumanları, bütün vatan göklerini yoğun karanlıklar içinde bırakıyordu, isyan dalgaları, Ankara’da karargahımızın duvarlarına kadar çarptı. Karargahımız ile şehir arasındaki telefon ve telgraf hatlarını kesmeye kadar varan kudurmuşcasına saldırılar karşısında kaldık. Batı Anadolu’nun İzmir’den sonra; yeniden, mühim bölgeleri de, Yunan ordusunun taarruzları ile çiğnenmeye başlandı. Şayanı dikkattir ki; sekiz ay evvel, millet, Heyet-i Temsiliye etrafında toplanarak, Damat Ferit Hükümeti ile münasebet ve muhaberelerini kesmişken; Ali Galip teşebbüsü gibi, münferit vakalardan başka; böyle umumi ayaklanma olmamıştı. Bu seferki istilacı ve umumi ayaklanmalar, sekiz ay zarfında, memleket içinde çok hazırlık yapıldığını gösteriyordu. Damat Ferit’i takip eden hükümetler ile milli şuurun muhafaza ve sağlamlaştırılmasına dönük mücadelelerimizin, ne kadar haklı sebeplere dayalı olduğu; acı bir surette, bir daha anlaşılmış oluyordu… iç isyanlar hakkında açık bir fikir edinmek için… safhaları özetle arz edeyim: 21 Eylül 1919 tarihinde, Balıkesir kuzey bölgesinde başlayan birinci Anzavur isyanı; 16 Şubat 1920’de, aynı bölgede, ikinci defa olarak vuku buldu. Bu iki isyan, askeri birliklerimiz ve milli müfrezelerimizle bastırıldı. 13 Nisan 1920 tarihinde; Bolu, Düzce havalisi de isyan etti. Bu isyan, 19 Nisan 1920 tarihinde, Beypazarı’na kadar yayıldı. Bu esnada; Anzavur, 11 Mayıs 1920 tarihinde, top ve makineli tüfeklerle donatılmış 500 kişilik bir kuvvetle, üçüncü defa olarak, Adapazarı ve Geyve havalisinde zayıf bir milli müfrezemize taarruz etmek suretiyle, meydana çıktı. Anzavur, gönderdiği-miz milli müfrezelerimize, kara kuvvetleri birliklerimize sürekli olarak saldırdı. 20 Mayıs 1920 tarihinde, Geyve Boğazı civarında yenilgiye ve kaçmaya mecbur edildi. Düzce havalisindeki isyan hadisesi mühimdi. Abaza ve Çerkezlerden teşekkül eden 4.000 kişilik bir kalabalık, Düzce’yi basarak, hapishaneleri boşalttılar ve çarpışarak, oradaki süvari müfrezemi-zin silahlarını aldılar. Hükümet memurları ile subayları hapsettiler. Her taraftan, isyancılar üzerine kuvvet sevk ettik. Bu arada; Geyve’de bulunan 24. Tümen de, komutanı Yarbay Mahmut Bey başta olduğu halde; Düzce’ye hareket etti. Mahmut Bey, Meclisin açıldığı gün, yani 23 Nisan 1920 de; Hendek’ten Düzce’ye geçerken, Hendek de isyan etti. Adapazarı da, isyancılar tarafından elde edildi. Mahmut bey, 25 Nisan 1920’de, Hendek-Düzce yolu üzerinde, isyancılar tarafından yanıltılarak pusuya düşürülmüş ve ilk ateşte şehit edilmiştir; Kurmayı Sami Bey, emir subayı ve daha birkaç subay da, aynı zamanda şehit düştüler. Bunun üzerine; 24. Tümen, muharebe edemeksizin, bütünü ile isyancılar tarafından esir edildi. Bütün tüfekleri, topları alındı. Ağırlıkları (yiyecek, giyecek, yatacak, vb. maddeler) yağma edildi. Bu esnada; İstanbul’dan, İzmit Mutasarrıfı Çerkez İbrahim, Adapazarı’na geldi; ahaliye, Padişahın selamını tebliğ etti ve 150 lira maaşla gönüllü yazmaya başladı. Toplanan isyancı kuvvetler, bütün o havaliye hakim olduktan sonra; Geyve Boğazı’ndaki kuvvetlerimize taarruza başladılar. Bizim, bu isyan sahasına yönelttiğimiz kuvvetler şunlardı: Salihli ve Balıkesir Kuva-yı Milliyesinden teşekkül eden Çerkez Ethem Bey Müfrezesi; …Binbaşı Nazım Bey Müfrezesi; …Yarbay Arif Bey Müfrezesi; Binbaşı İbrahim Bey (Çolak İbrahim Bey) Müfrezesi. Kumandan olarak da, Ali Fuat Paşa, Geyve Boğazı civarından Adapazarı istikametinde ve Refet Paşa da, Ankara’dan, Beypazarı yolu ile Bolu istikametinde memur edildiler… Bolu, Düzce, Adapazarı ve İzmit havalisindeki bu isyan, bu defa, 4 Haziran 1920 tarihine kadar, üç aydan fazla devam etti. Fakat; bundan sonra, 29 Temmuz’da, tekrar bir isyan oldu. Bundan sonra dahi, bu havalide, tam olarak sakin kalınmış değildir. Bununla beraber; isyancılar, sonunda, tamamıyla bozguna uğratılmışlar ve başlarındakiler, Türkiye Büyük Millet Meclisinin kanunlarına verilmişlerdir…”.174 Bu arada; Mustafa Kemal Paşa, Kuva-yı İnzibatiye olarak da anılan Hilafet Ordusuna değinerek şu açıklamaları yapar: “…İzmit’te de, Süleyman Şefik Paşa kumandasında, Hilafet Ordusu adını taşıyan, bir hain kuvvet yığınaklanıyordu. Bunun bir kısım kuvveti de, Bolu civarlarında, Kurmay Binbaşı Hayri Bey kumandasında, isyancıları kuvvetlendirmişti. Bu kuvvetle beraber, İstanbul’dan gönderilen birçok subay da vardı. Hilafet ordusunun, Süleyman Şefik Paşa’dan sonra; belli başlı kumandanları, Süvari Tuğgenerali Suphi Paşa ve topçu yarbayların¬dan Senai Bey’di… Suphi Paşa hakkında, küçük bir hatıramı anlatayım. Suphi Paşa’yı Selanik’ten tanırdım. Ben, önyüzbaşı; o, daha o zaman tuğgeneral ve süvari tümeni kumandanı idi. Aradaki rütbe farkına rağmen, çok samimi arkadaşlığımız vardı. Meşrutiyetin ilanında; ilk defa, Iştip havalisinde Cumalı namında bir yerde, süvari manevraları yaptırmıştı.
Diğer bazı kurmaylar arasında, beni de, tatbikat ve manevrada bulunmak üzere davet etmişti. Kendisi, Almanya’da tahsil görmüş; çok usta bir binici idi. Fakat; askerlik sanatını anlamış bir kumandan değildi. Manevranın bitiminde ben, yetkim ve rütbem müsait olmadığı halde; Paşa’yı, umum subaylar karşısında, acı bir tarzda tenkit etmiştim ve daha sonraları, Cumalı Ordugahı isminde küçük bir eser de yazmıştım. Suphi Paşa, gerek herkesin önündeki tenkitlerimden ve gerek yayımlanan bu eserimden pek üzüldü. Kendi itirafına göre, kuvve-i maneviyesi kırıldı. Fakat; şahıs olarak, bana gücenmedi. Arkadaşlığımız devam etti. işte Hilafet Ordusuna buldukları kumandan, bu Suphi Paşa’dır. Paşa, daha sonra, Ankara’ya geldi. Seyahata çıkıyordum, istasyonda, çok kalabalık içinde, birbirimize tesadüf ettik. Kendisine ilk sualim şu oldu: Paşam, niçin Hilafet Ordusu kumandanlığını kabul ettin? Suphi Paşa, bir an tereddüt etmeksizin: Size mağlûp olmak için, cevabını verdi. Bu cevabı ile anlatmak istiyordu ki; bu vazifeyi, bile bile kabul etmişti. Suphi Paşa, böyle bir histe bulunabilir. Fakat; hakikatte, kumandayı üstlendiği zaman, kuvvetleri, zaten mağlûp edilmiş bulunuyor¬du… Hilafet Ordusunun Bolu civarında bulunan kısmı da, bozguna uğratıldı… Hilafet Ordusu da, İzmit’ten İstanbul’a kaçmaya mecbur edildi”.175
İç isyanlar, ne yazık ki; sadece bu kadarla kalmaz. Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri ile, “…Memleketin kuzeybatı bölgesinde isyancılarla uğraşırken; memleketin ortasında Yenihan, Yozgat ve Boğazlayan havalisinde de isyan başlıyor. Bu isyan hareketi de sözü edilmeye değer. 14 Mayıs 1920 tarihinde; Postacı Nazım ve Çerkez Kara Mustafa namında birtakım adamlar, 30, 40 kişi ile, Yenihan’a tabi Kaman karyesinde isyan ettiler. Bu hareket, giderek artan bir şiddetle yayıldı, isyancılar, 27/28 Mayıs 1920 gecesi, Çamlıbel’de bulunan bir müfrezemizi basarak esir ettiler. 28 Mayıs 1920’de; diğer bir kısım isyancılar da, Tokat civarında yürüyüş halinde bulunan bir taburumuza hücum ederek dağıttılar ve kısmen esir ettiler. Cüretlerini artıran isyancılar, 6/7 Haziran 1920 gecesi, Zile’yi işgal ettiler.Oralardaki askerlerimiz, Zile Kalesi’ne çekilerek müdafaa ettiler. Askerin erzak ve cephanesi tükendikten üç gün sonra, isyancılara teslim oldular, isyancılar, 23/24 Haziran 1920’de de, Boğazlayan’a baskın yaptılar.Orada bulunan bir müfrezemizi dağıttılar. Amasya’da bulunan 5. Kafkas Tümeni, başında Binbaşı Cemil Cahit Bey olduğu halde; isyancılar aleyhine harekete geçirildi. Ayıntap bölgesinde bulunan Kılıç Ali Bey de, bir milli müfreze ile, bu havaliye getirildi.
Erzurum’dan Ankara’ya gelmekte olan bir Erzurum milli müfrezesi de, o havalide bırakıldı. 1920 senesi Temmuzunun ortasına kadar, bu isyancıların takip (edilmesi) ve yola getirilmesi ile uğraşıldı. Yenihan isyanı, Orta Anadolu’nun diğer yerlerindeki fesatçıları da harekete getirdi. Çapanoğullarından Celal, Edip, Salih, Halit Beyler; Aynacıoğulları ve Deli Ömer çeteleri gibi, birtakım eşkiyayı başlarına toplayarak; 13 Haziran’da, Yozgat civarında Köhne nahiye merkezini işgal etmek suretiyle ve 14 Haziran’da da, Yozgat şehrini işgal ederek, büyük bir bölgeye hakim oldular. Merkezi Sivas’ta olan 3. Kolordu kuvvetleri ve o bölgede bıraktığımız milli kuvvetler yetmedi. Eskişehir’den Ethem Bey Müfrezesi ve Bolu havalisinden İbrahim Bey Müfrezesi de, Yozgat bölgesine gönderildiler. Yozgat ve bölgesinde, isyancılar yola getirildikten sonra; oraya gönderilen müfrezelere, diğer bölgelerde vazife verildi. Fakat; bu havalide, sükûn, genellikle teessüs edemedi. 7 Eylül 1920’de, Küçük Ağa, Deli Hacı, Aynacıoğulları denilen birtakım serseriler, Zile civarlarında; Kara Nazım, Çopur Yusuf namında birtakım adamlar da, Erbaa cihetlerinde tekrar faaliyete geçtiler. Bunlardan Aynacıoğulları, 300 atlı kadar kuvvet toplayabilmişlerdi. Bu vaziyet üzerine; 2. Kuvve-yi Seyyare namını alan İbrahim Bey Müfrezesi, tekrar, bulunduğu Eskişehir bölgesinden Yozgat’a vararak; mahalli milli müfrezeler ve jandarma kuvvetleri ile ortaklaşa; Maden, Alaca, Karamağara, Mecitözü bölgelerinde; muhtelif gruplar halinde fesat ve eşkiyalık hareketleri yapan isyancıları takip ederek yola getirdi. İbrahim Bey, isyancıların yola getirilmesinde; ancak, üç aydan fazla bir zamanda muvaffak olabildi”.176
Bu isyan hareketlerine ön olan dönemde; Konya ve Afyonkarahisar’da da, benzer fesat olayları görülür. Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri ile, “…5 Mayıs 1920 tarihinde, Konya’da bir fesat cemiyeti keşfolundu. Bu cemiyete mensup olanların ileri gelenleri tutuklanmaya başlandı. Bir gün sonra; tutuklanmakta olan bu ileri gelenler, halka da fesat telkin ederek; Konya içinde, silahlı bir toplantıya teşebbüs ettiler. Bir kısım ahali de, silahlı olarak hariçten gelerek, hep beraber isyan ettiler. Konya’da bulunan kumandan, elindeki kuvvetlerle cesaretle hareket ederek, isyancıları dağıtmaya ve ön ayak olanları tutuklamaya ve takibe muvaffak oldu… Afyonkarahisar bölgesinde Çopur Musa namında bir adam da, başına topladığı kuvvetle, askerleri kaçmaya teşvik ve millete, askere gitmemeyi telkin ediyor. Çopur Musa, 21 Haziran 1921 tarihinde, Çivril’i bastı. Gönderilen kuvvetler karşısında kaçtı ve Yunan ordusuna katıldı”.177
Güney bölgelerimize gelince; Mustafa Kemal Paşa şöyle diyor: “Bu tarihlerde; Güney bölgelerimizde de, bizi ciddi bir surette meşgul eden mühim isyanlar vukua geldi: Milli Aşireti Reisleri Mahmut, İsmail, Halil, Bahur ve Abdurrahman Beyler, Güneyde düşmanlarla gizli temas ve irtibat tesis ettikten sonra; Siirt’ten Dersim havalesine kadar, bütün aşiretlerin reisi sıfatını takınarak; o havaliye hükmetmek ve reislik yapmak hırsına kalkıştılar. Fransızlar, 1920 senesi Haziranının başlangıcında; Urfa’yı ikinci defa zaptetmek maksadı ile hareket ettikleri zaman, Milli Aşireti de, Siverek istikametinde ilerledi. Buna karşı, o havalide bulunan 5. Tümenimiz memur edildi. Bu tümen, o havalideki milli kuvvetlerimizle de kuvvetlendirildi. 19 Haziran 1920 tarihinde, birliklerimizin takibi altında, Güneydoğu istikametinde düşman bölgesine kaçmaya mecbur edildi. Bu aşiret, bir müddet düşman bölgesinde hazırlandıktan sonra; 24 Ağustos 1920’de… tekrar arazimize geçti. İstilacılar, aman dilemek maksadı ile geldiklerini söyleyerek, mahalli kumandanlarımızı aldattılar ve tedbir almakta ihmale sevk ettiler. Bu sırada; o civarda dağınık bulunan müfrezelerimize hücum ederek, onları mağlûp ve 26 Ağustos i92o’de, Viranşehir’i işgal ettiler. Muhabere ve irtibatımıza mani olmak üzere de, o bölgedeki bütün telgraf hatlarını kestiler. Ancak; 15 gün sonra, 5. Tümenin Siverek, Urfa, Resülayn ve Diyarbekir’de bulunan birliklerinden gönderilen kısımlar ve sadık aşiret kuvvetleri isyancıları mağlûp edebilmişlerdir. Takip olunan Milli Aşireti, tekrar güneye, çöle kaçtı”.178
Bu isyanların yer aldığı vatan topraklarını ve üzerinde yaşayanları askerce bir terimle, “İç Cephe” olarak tanımlayan Mustafa Kemal Paşa, yıllar sonra şöyle bir değerlendirme yapacaktır: “…Cepheler, iki şekilde düşünülebilir: İç Cephe, Görünür Cephe. Asıl olan, iç cephedir. Bu cephe, bütün memleketin, bütün milletin vücuda getirdiği cephedir.Görünür Cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir. Fakat; bu hal, hiçbir vakit bir memleketi, bir milleti yok edemez. Mühim olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren, iç cephenin çöküşüdür. Bu gerçeği bizden çok kavramış olan düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüzyıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar, başarmışlardır da. Gerçekten; kaleyi içinden almak, dışından zorlamaktan çok kolaydır…”.179

III. Görünür Cephe’de Savaş
Mustafa Kemal Paşa, “Görünür Cephe” olarak tanımladığı “dış düşmanlar karşısındaki cepheler”i, başlangıçta “İzmir Yunan Cephesi” ve “Cenup (Güney) Fransız Cephesi” olarak isimlendirir ve bunların değişik kesimlerinde meydana gelen muharebe ve çatışmaları sürekli şekilde değerlendirerek, önemli noktaları belirtir. Örneğin; Güney Fransız Cephesi ile ilgili olarak şöyle diyor: “… Fransız işgal bölgelerinde ve cephelerinde; milli kuvvetler, her gün daha esaslı bir surette düzenleniyorlardı. Milli kuvvetler, askeri birlikler ile de kuvvetlendirilmeye başlanmıştı. İşgal kuv­vetleri, her taraftan sıkı ve şiddetli bir surette baskı altında tutuluyordu. Bu durum üzerine Fransızlar, Mayıs 1920 başlarından itibaren bizimle te­mas ve görüşme aradılar… Mayıs sonunda, Suriye Yüksek Komiseri adına hareket eden bir zatın başkanlığındaki bir Fransız Heyeti Ankara’ya geldi. Bu heyetle, yirmi günlük bir mütareke yaptık. Bu geçici ateşkes ile, biz, Adana bölgesinin (Fransızlar tarafından) boşaltılmasına bir başlangıç hazır­lamayı hedef alıyorduk… Bundan başka, önemli saydığını bir siyasi fayda­yı da elde etmek istiyordum… Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti, henüz İtilaf devletlerince tasdik edilmemişti… Fransızların, İstanbul Hükümetini bir tarafa bırakıp; Ankara’da bizimle görüşmede bulunmaları ve herhangi bir meselede uyuşmaları, o gün için, temini önemli siyasi bir nokta idi… Bu görüşme ve konuşmalarımızdan bende hasıl olan izlenim, Fransızların Adana ve havalisini boşaltacakları merkezinde idi. Bu düşünce ve inancı­mı Meclise söylemiştim. Gerçi; Fransızlar, mütareke müddeti bitmeden Zonguldak’ı işgal etmek suretiyle, uyuşmanın yalnız Adana bölgesine ait olduğunu göstermek istemişlerse de; biz, bu hareketi mütarekenin bozul­masını gerektirir saydık. Fransızlarla anlaşmamız bir süre gecikti…” ‘
Yunanlılara karşı kurulmuş olan Batı Cephesi’ne gelince; bu kesim, Haziran ayı ortalarında, hızla gelişen savaş harekatına sahne olur. Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri ile, “Memleket içinde yer yer ortaya çıkan iç isyanları takip etmekte gecikmeyen ilk genel Yunan taarruzu, gözlerimizi tekrar batıya yöneltecektir. Yunanlılar, 22 Haziran 1920’de Milne Hattı’nda (Ayvalık kuzeydoğusu-Akmazdağı-Kestelli-Aydın doğusu-Selçuk ba­tısı) genel taarruza geçtiler… Düşmanın kuzey kuvveti (üç tümen), 30 Ha­ziran 1920’de Balıkesir’e girdi… Düşman, takibe devam ederek, 8 Tem-muz’da Bursa’yı da işgal etti… Bunun karşısındaki kuvvetlerimiz fazla sar­sıldı, Eskişehir’e kadar çekildi… Salihli istikametinde doğuya ilerleyen iki Yunan tümeni de, 29 Ağustos’ta Uşak’ı zaptetti… Aydın’dan ilerleyen bir Yunan kolu da (bir tümen) Nazilli’ye kadar geldi. Bu harekat esnasında, tümenlerimizin kadro halinde ve mühimmatsız olduklarını ve kuvvetlendirilmelerine de henüz imkan olmadığını biliyorsunuz. Bizzat Eskişehir’e ve oradan ileri bölgelere gittim. Gerek orada ve gerek diğer bölgelerde bulu­nan kuvvetlerimizin düzeltilmesini ve düzenlenmesini emrettim. Yeniden, düşman karşısında, düzenli kumandaya bağlı cepheler kurulmasını sağla­dım…”2
Mustafa Kemal Paşa’nın açıklamalarına göre; “…Bu Yunan taarruzu ve milli cephelerin bozulması, Mecliste büyük bunalıma, şiddetli laf atmalara ve eleştirilere sebep oldu… Uzun ve hareketli geçen tartışmalara be­nim de karışmam icap etti… Daha önceki bir gizli toplantıda da uzun açıklamalarda bulunmaya mecbur olmuştum. Çünkü; üzüntü ve acıların sonucu olarak yapılmakta olan eleştirilerde ve önerilerde, bu yenilginin gerçek sebepleri ve etkenleri sanki unutulmuş gibi idi. Bütün felaketin nedeni olmak üzere, daha kurulalı ve sorumluluk yükleneli iki ay olmayan Vekiller Heyetini sorumlu tutmak hedef alınıyordu. Bir yılı aşkın bir süreden beri, Yunan Ordusunun İzmir bölgesinde yerleşmiş ve sürekli olarak hazırlanmakta bulunmuş olduğu; buna karşılık, İstanbul Hükümetinin ordumuzu devamlı şekilde felce uğratacak hazırlıklarla uğraştığı ve milletin kendiliğinden teşkil edebildiği milli kuvvetleri dağıtmaya ve yok etmeye çalışmaktan başka bir şey yapmadığı asla düşünülmüyordu. Eğer bu bir yıl içinde, Yunan kuvvetleri karşısında az çok bir durum vücuda getirilmiş idi ise; bunun da, beş on fedakarın kendiliğinden ortaya çıkmış azim ve gayretleri sonucu olduğunu insaf gözü ile görmek istemiyorlardı. Askeri harekatı gerçek durumu kavrayarak ve askeri icapları göz önünde tutarak düşünen ve inceleyen yoktu… Bu gizli celsede, konuşmalarım sırasında, özellikle demiştim ki: felaket başa gelmeden evvel, ona karşı önleme ve savunma tedbirlerinin düşünülmesi gerekir, (felaket) geldikten sonra kederlenmenin faydası yoktur. Yunan taarruzu meydana gelmeden önce, bu­nun olacağı kuvvetli bir ihtimaldi. Eğer buna engel olacak sebep ve ted­birler alınamamış ise, bunun sorumluluğu Türkiye Büyük Millet Meclisi­ne ve onun hükümetine ait olamaz… Bazı kuvvetlerin cepheden alınıp iç isyanların bastırılmasına memur edilmesi, Yunan kuvvetleri karşısında bulundurulmasındaki faydadan daha mühim ve zaruri idi ve hala da öyle­dir… Memleketin sükûneti, milletin kurtuluş temeli noktasında birlik ve dayanışma temin olunmadıkça, bir dış düşmanın istilasını durdurmaya çalışmak ne mümkündür ve ne de bundan esaslı bir fayda ve sonuç umulur… Birlikte ve emel­de azmeden ve ısrar eden millet, gururlu ve saldırgan bir düşmanı eninde sonunda gurur ve saldırganlığına pişman edebilir. Onun için; iç isyanları bastırmak, Yunan taarruzunu durdurmaktan elbette daha önemlidir… Fi­lan noktada, filan derede, filan köydeki kuvvetimiz veya oradaki subay ve­ya kumandanımız düşmanın geçmesine müsaade etmese idi; bu felaket başımıza gelmezdi, yolunda feryat etmekte mana yoktur. Tarihte yarılma­mış ve yarılmayan cephe yoktur. Özellikle; söz konusu olan cephe, sözü edilen kuvvetle tamamiyle uyumlu dar bir cephe olmayıp da, böyle yüzlerce kilometre uzunluğunda bulunursa; bu cephenin şurasında ve bu­rasında bulunan zayıf bir kuvvetin sonuna kadar savunmasını kabul et­mek, bütün düşünceleri ve yargıları yanılgıya götürür. Cepheler delinebi­lir; buna karşı tedbir, delinen kısmı derhal kapamaktan ibarettir. Bu ise, cephe üzerindeki kuvvetlerden başka; geride, ihtiyatta, kuvvetli kademeler bulundurmakla mümkündür. Halbuki; Yunan Ordusu karşısındaki milli cephemiz bu durum ve kuvvette mi idi? Bütün Batı Anadolu vilayetleri­miz, Ankara ve havalisi dahil olduğu halde, daha doğrusu bütün memle­kette; kuvvet denilecek bir askeri birlik bırakılmış mı idi? Muharebe hatla­rı civarındaki köyler ahalisinin yapabileceği savunmadan hayali sonuçlar beklemek, akla uygun olamaz. Memleketin bütün kuvvet kaynaklarından yararlanma şartları ve yetkilerine sahip olduktan sonra da, ciddi askeri teşkilat yapabilmek için ve bunda başarı sağlamak için zaman şarttır… Durumu değerlendirirken ve tedbir düşünürken; acı olsa da, gerçeği görmekten bir an vazgeçmemek lazımdır. Kendimizi ve birbirimizi aldatmak için lüzum ve mecburiyet yoktur. Biz, durumun ve cephelerin gerektirdiği şeyleri bilmi­yor değiliz. Her taraftan, bana sayısız denecek kadar çok telgraf gelmekte­dir: Büyük muvazzaf kuvvetler gönderiniz, şu kadar cephane gönderiniz, bunlar gelmezse burada mağlûp oluruz, denilmekte; tehlike ve ateş içinde bulunmak­tan doğan heyecan nedeni ile, acı bir dille durum anlatılmaktadır. Bizim görevimiz ve durumumuz, onların teessür ve heyecanına katılarak, herke­sin manevi kuvvetini kırmak değildir; aksine, onlara metanet ve sebat ve ümit verecek tarzda hareket etmektir. Bundan sonra; elbette, durumlar değişecek ve bütün memleket ve millete cidden ümit ve emniyet verecek tedbirler uygulanacaktır…”3.
Mustafa Kemal Paşa, ne kadar kritik olursa olsun, durum hakkında halkı gerektikçe uygun şekilde aydınlatmaya ve milli çabalarını yükseltme yolunda uyarmaya önem verir. Böylece; bu önemli olaylar sırasında da, 2 Temmuz tarihli şu beyanname ile, bütün milleti Yunanlılara karşı savaşa çağırır (özet): “… Düşmanlarımızın tatbike koydukları vasıtaları, Tanrı yardımı ile yeneceğimize dair ilk gün beslediğimiz ümitlerde, bugün Yunan Ordusunun kudurmuşçasına istilaya başladığını gördükten sonra, daha kuvvetli ve daha azimli bulunuyoruz. Milletimiz, Anadolu gibi, büyük feyizli bir faaliyet çevresi içinde yalnız bozguncu ve Yunan kuvvetleri ile isti­la ve imha edilemez. Düşmanın istilası ne kadar genişlerse; yok olması da o kadar hızlı ve kesin olur. Bütün ahalimizde bozgunculara ve Yunanlı­lara karşı sönmez bir azim ve kin uyanmalı; Yunan Ordusunun ilerisinde, gerisinde, nerede kalırsa kalsın; her Müslümanın vazifesi, Yunan erine hücum olmalıdır… Yaşamak isteyen milletimizin isteği bir kelimede topla­nır ve gayet meşrudur: İstiklal. Avrupa’nın idare başlarından ve sermaye sahiplerinden ayrı olan asıl milletleri, bizim hayatımızı bize çok görmüyorlar. Eğer bugün, Fransız milleti ile, İtalyan milleti ile, hatta İn­giliz milleti ile, düşmanlık halinde bulunuyorsak; bu, milletlerin seslerini işittirememelerinden ve kendi idare başlarının istila ve sermaye emelleri için bizi yok etmelerine ses çıkaramamalarındandır… Bu devri atlayıp, milletleri söylemeye davet etmek için, yaşamaya haklı olduğumuzu ve hayatımızı elimizden almak için kendilerinin birçok hayatlarını feda etmek lazım olduğunu ispat edeceğiz. Bütün milleti birlik ve beraberliğe ve Yunanlıların aleyhine tam bir azimle karşı koymaya davet ederiz…”4.
Bu sırada, savaş Doğu Trakya’ya da sıçrar. Böylece, burası da görünür cepheler arasına girmiş olur. Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri ile “… Yunan Ordusu, Anadolu’da yaptığı genel taarruzda muvaffak olduktan sonra, 20 Temmuz 1920 tarihinde Tekirdağı’na bir tümen çıkardı. Te­kirdağ bölgesinde pek dağınık bir halde bulunan 55. Tümen toplanmaya vakit bulamadan, Yunan tümeni Edirne istikametinde yürümeye başladı… Serbestçe ilerlemekte bulunan düşman tümenine karşı, bütün 1. Kolordu kuvvetlerini toplayıp tedbir alacak kumandanın ne yaptığını bilmiyorum…
Sevk ve idareden mahrum 1. Kolordumuz, tamamiyle dağıldı. Birliklerin bir kısmı esir oldu ve bir kısmı da Bulgaristan’a sığındı. Sonuç olarak; Trakya, tamamiyle Yunanlıların eline geçti. Ne yazık ki; 1. Kolordu Kumandanından milletin istediği ve beklediği kavrayış, dikkat ve fedakarlığın gösterilmesine şahit olamadık… Kumandanlar, askerlik vazife ve icaplarını düşünürken ve tatbik ederken, kafalarını siyasi düşüncelerin tesiri altında bulundurmaktan sakınmalıdırlar… Kumandanlar, emrine verilen millet çocuklarını, memleket vasıtalarını düşmana, ölüme yöneltirken; tek düşüneceği nokta, milletin kendisinden beklediği vatan vazifesini ateşle, süngü ile ve ölümle yerine getirmek ve sonuçlandırmaktır. Askeri vazife, ancak, bu düşünce yolu ve inanış ile yapılabilir. Lafla, politika ile, düşmanın aldatıcı vaatleri­ne kulak vermekle askerlik vazifesi yapılamaz. Kumandanlık vazife ve sorum­luluğunu yüklenecek kadar omuzlarında ve özellikle kafalarında kuvvet bulunma­yanların acıklı sonuçlarla karşılaşması kaçınılmazdır… “5.
Yunan Ordusunun Batı Anadolu ve Doğu Trakya’daki bu başarısı, İtilaf Devletleri otoritelerini de etkiler. Bu konuda, tanınmış bir İngiliz yazarının şu sözleri ilginçtir: “… Türk birliklerinin büyük kısmı, arkasında bir sürü milliyetçi ile, Eskişehir’e kadar çekildi. Mustafa Kemal, burada hemen kuvvetlerini toplayıp düzenlemeye başladı. Zira, arkadan Afyonkarahisar’ın muhakkak saldırıya uğrayacağını biliyordu. Bu sırada, başka bir Yunan kuvveti Doğu Trakya’ya girmiş ve Edirneyi ele geçirmişti. Churc­hill, Yunan gücünün bu büyük umulmadık başarısı, Müttefik devlet adamları tara­fından alkışla karşılandı, der. Müttefik generalleri gözlerine inanamıyorlardı. Lloyd George çok sevinçli idi. Bir kere daha o haklı, askerler haksız çık­mışa benziyordu. Bu sefer Spa’da toplanan konferansta: yenildiler, diye övündü, askerlerini toplayıp Mekke’ye doğru kaçıyorlar. Lord Curzon, sinirlene­rek, Ankara’ya, diye düzeltti…”6.
Mustafa Kemal Paşa, o sırada Batı Cephesindeki birlikleri denetlemek üzere çıktığı gezide, 27 Ağustos’ta, Eskişehir’den orduya gönderdiği bir tamimde şu dikkate değer görüşleri belirtir: “… (Lehistan’da) ortaya çıkan bu günkü sorun karşısında, Avrupa devletleri, Türkiye’deki durumlarını süratle düzelterek, bütün kuvvetlerini Bolşevik tehlikesine karşı kullanabil­mek için, Yunanlılara Batı Cephemize karşı yeniden bir taarruz yaptırma­ları ihtimali vardır. Bu son günlerde alman bilgiler bu ihtimali kuvvetlen­dirmektedir. Araştırmalar ve ince hesaplar sonucunda, Yunanlıların böyle bir taarruza ayırabilecekleri en fazla kuvvete karşı ordumuzun tam bir başarı ile karşı koyabilecek bir durumda bulunduğu tespit edilmiştir. Tedbirli ve azimli çalışmaların teşekküre değer bir sonucu olmak üzere mey­dana getirilen bu ordunun şimdiye kadar akılları durduran en (büyük) fe­dakarlıklar ve zaferlerle dolu olan tarih ve geleneklerine layık bir fedakar azimle vuruşması çok gereklidir. Gerçeği olduğu gibi bilerek tedbirlerimizde isabet etmiş olmak için, hepimiz, tam bir üzüntü ile hatırlamalıyız ki; bundan evvelki Yunan taarruzunda birliklerimiz görevlerini yapmamışlar ve düşmana bir askeri teşebbüs yaparcasına memleketimizi çiğnetmişlerdir. Beklediğimiz yeni muharebelerde herhangi bir birlik tarafından en ufak vazifesizlik gösterilmemesi için, kumandanların esaslı tedbirler alma­larını isteriz.” 7.
Bağımsızlık savaşımızın çok önemli bir görünür cephesi de, hiç kuşkusuz, “Doğu Cephesi” dir. Milli Mücadelede dış düşman karşısında büyük çaplı ilk zaferin kazanıldığı bölge olan Doğu Cephesi hakkında Mustafa Kemal Paşa, özetle şu açıklamaları yapar: “… Mondros Mütarekesinden beri; Ermeniler, gerek Ermenistan dahilinde, gerek sınıra komşu yerlerde Türkleri kitle halinde öldürmekten bir an vazgeçmiyorlardı. 1920 senesi sonbaharında Ermeni zulümleri tahammül edilmez bir hale geldi. Ermenistan Seferine karar verdik. 9 Haziran 1920 tarihinde doğu bölgesin­de geçici seferberlik ilan ettik. 15. Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir Paşa’yı Doğu Cephesi Kumandanı yaptık. 1920 Haziranında, Ermeniler, Oltu’da kurulan Türk yerel idaresine karşı hareketle, o dolayları istila etti. Ermenilere 7 Temmuz 1920’de bir ültimatom verildi. Ermeniler, aynı ha­reket tarzlarına devam ettiler… Kuvvetlerimiz, Ermenilerin taarruzu ile, sa­vaş harekatına başladı… Ordu, 29 Eylül’de Sarıkamış’a girdi… Fakat; bazı nedenler ve düşünceler ile 28 Ekim 1920 tarihine kadar, bir ay, Sarıkamış-Laloğlu hattında kaldı… Muharebe meydanında emir bekleyen Şark Ordumuz, 28 Ekim 1920 günü Kars üzerine harekete başladı. Düşman, mukavemet etmeksizin, Kars’ı bıraktı. (Kars) 30 Ekim’de tarafımızdan işgal olundu. 7 Kasım tarihinde, birliklerimiz, Arpaçayı’na kadar olan bölgeyi ve Gümrü’yü işgal etti. Ermeniler, 6 Kasım’da çarpışmaların kesilmesi ve barış için müracaat etmişlerdi. Biz de, ateşkes maddelerini Harici­ye Vekaleti (Dışişleri Bakanlığı) vasıtasıyla 8 Kasım’da Ermeni Ordusuna bildirdik. 26 Kasım’da başlayan barış görüşmeleri 2 Aralık’ta son buldu ve 2/3 Aralık gecesi “Gümrü Antlaşması” imza olundu. Gümrü Antlaşması, Milli Hükümetin yaptığı ilk antlaşmadır. Bu antlaşma ile, düşmanları­mızın hayellerinde kendisine ta Harşit Vadisi’ne kadar olan Türk ülkeleri bahşedilmiş olan Ermenistan, Osmanlı Devletinin 1877 Seferi ile kaybetmiş olduğu yerleri bize, milli hükümete bırakarak, dava dışına çıkarılmış­tır…” 8.
Mustafa Kemal Paşa, Kars Kalesi’nin alınması üzerine, 30 Ekim 1920’de Kazım Karabekir Paşa’ya şu kutlama telgrafını çeker: “Şark (Doğu) Ordumuzun Tanrı yardımı ile Kars Kalesini zaptetmekteki başarısı, bütün milletimizin en samimi minnet ve takdirlerini Doğu Cephemizin kumandanlarına ve askerlerine yöneltmiştir. Dört günden beri, arazi en­gelleri ve düşmanın bütün vasıtaları ile mukavemeti, mevsimin şiddeti içinde, hiç düşünmeden ilerlemeye çalışan askerlerimizi Büyük Millet Meclisimiz, kalbinde büyük bir heyecan ile takip etti. Kars gibi bir kale­nin zaptı, her milletin tarihinde az olan olağanüstü bir askeri başarıdır. Fakat bugün, asıl önemi, iç ve dış her taraftan uğradığı haksız (ve) yok edici hücumlar karşısında, hayat hakkını ispat vazifesine düşen soylu ve zulme uğramış milletimizin bu kesin başarılı sonuçla büyük bir teselli ve güvenlik duygusuna kavuşmasıdır. Sizi, kumandan ve asker bütün şanlı arkadaşlarımızı, tam bir övünç ve güvenle takdir ve tebrik ediyoruz. Kars başarısını, milletimizin güvenliği ve kurtuluşu için Tanrı yardımı ile, önemli bir hayırlı başlangıç saydığımızı Doğu Cephesinin bütün kuman­dan ve askerlerine bildirmenizi rica eyleriz.”9.
Doğu Cephesindeki bu başarılı harekatın gelişimi sırasında, Batı Cephesinin Gediz kesiminde bir taarruza girişilmesi fikri ortaya atılır. Mustafa Kemal Paşa’nın bu durum hakkındaki açıklaması şöyledir: “… Batı Cep­hesi Kumandanı (Ali Fuat Paşa), Erkan-ı Harbiye-yi Umumiye Riyasetine (Genelkurmay Başkanlığına), Ethem ve Tevfık kardeşlerin tesiri ile olduğu sanılan, bir teklifte bulundu: Yunan Ordusunun Gediz civarında bulunan ayrı (durumdaki) bir tümenine taarruz etmek. Batı Cephesi Kumandanı, düşman kuvvetlerinin uzun bir cephe üzerinde dağınık bulunduğunu ve Gediz civarındaki kuvvetinin zayıf ve yalnız bir halde bırakıldığını düşünürken; düşmanın manevi gücünün düşkün olduğunu da kabul ediyordu. Batı Cephesi Kumandanı, iki piyade tümeni ve Ethem Bey Seyyar Kuvvetini Gediz’deki Yunan tümenine yöneltebilecekti. Bu hareketten parlak bir sonuç almayı kuvvetle umuyordu. Erkan-ı Harbiye-yi Umumiye Riyaseti, Batı Cephesi Kumandanının bu teklifini kabul etmedi. Çünkü; düşman ordusu, bizim ordumuzdan, genel yapısı ile kuvvetli idi. Biz, henüz, ordumuzu kurmuş ve düzenlemiş bir halde bulunmuyorduk. Cephane sayımız da düşünülmeye değerdi. Düşman aleyhine, Gediz’de, bütün cephe kuv­vetlerimize müracaat ederek, nispeten üstün bir kuvvet toplamak ve çabuk bir başarı kazanmak belki mümkün olabilirdi. Fakat; kuvvetimiz ve hazır­lığımız, böyle bir muvaffakiyeti genel ve sonuçlu bir başarıya ulaştır­maya elverişli değildi. O halde; bütün işe yarayan kuvvetimizi, bölgesel ve geçici bir başarı elde edilmesinde kullanmış ve yıpratmış olacaktık. Bu takdirde; düşman, genel kuvvetleri ile karşı taarruza geçerse; her tarafta yenilgi muhakkak olurdu… Ali Fuat Paşa, durumu yerinde bir daha ince­ledikten sonra karar vermek üzere, hareketi geri bırakmıştı. Fakat; birkaç gün sonra, verilen bilgiden, taarruza karar verildiği anlaşılmıştır… Nihayet, Batı Cephesi Kumandanı, 6ı. ve II. Tümenler ve Seyyar Kuvvetler ile, 24 Ekim 1920’de Gediz’deki düşmana taarruz etti. Dalgalı, düzensiz ve emir ve kumandasız bazı harekattan sonra Gediz’de yenildik. Yunan Ordusu, bu harekete cevap olmak üzere, 25 Ekim 1920 günü Bursa Cephesinden taarruza geçti… Uşak’tan Dumlupınar Sırtları ilerisinde bulunan birlikleri­mize taarruz etti… Bu suretle, cephenin her tarafında, yeniden genel bir yenilgiye uğradık…” Gediz Muharebesi yenilgisinin yarattığı maddi ve ma­nevi can sıkıcı sonuç, Mustafa Kemal Paşa’nın Batı Cephesinde yeni bir komuta düzeni kurulması düşüncesini güçlendirir. Paşa’nın sözleri ile “… meseleyi şu suretle halledebilirdim: Cepheyi ikiye ayırmak; önemli kısım­ları kaplayan sahayı Batı Cephesi olarak isimlendirerek İsmet Paşa’nın ku­mandasına vermek; Güney kısmını da, Konya dolaylarına göndereceğim Refet Paşa’ya vermek ve her iki cepheyi de doğrudan doğruya Erkan-ı Harbiye-yi Umumiye Riyaseti makamına bağlamak. Erkan-ı Harbiye-yi Umumiye Riyasetine de Milli Müdafaa Vekili Fevzi Paşa vekalet edebilir­di… 8 Kasım 1920’de Ali Fuat Paşa Ankara’ya geldi… Yeni alabileceği va­zifeyi (Moskova Büyükelçiliği) söyledim. Memnuniyetle kabul etti. Aynı günün gecesi İsmet ve Refet Paşaları davet ederek, yeni durumu ve görev­lerini kararlaştırdık. Kendilerine verdiğim kesin direktif: Süratle muntazam (muvazzaf) ordu ve büyük süvari birlikleri vücuda getirmek’ten ibaretti. Bu su­retle; 1920 senesi Kasımının 8. günü, düzensiz teşkilat fikrini ve siyasetini yık­mak kararı, uygulama alanına konulmuş oldu” 10.

IV. ÇERKEZ ETHEM SORUNU
Bu, düzensiz teşkilat fikrini ve siyasetini yıkmak kararı, artık, Çerkez Ethem Sorunu’nun da su yüzüne çıkmasına yol açar. Mustafa Kemal Paşa, bu konudaki gelişmeyi şöyle açıklar: “… Çerkez Ethem Bey, milli bir müfreze ile, evvela Anzavur takibinde ve sonra Düzce isyanında başarılı bazı hizmetler yapmış olduğu cihetle; Yozgat’a gitmek üzere Ankara’ya getirildiği zaman, hemen herkes tarafından iltifat ve takdir gördü… Ethem Bey ve kardeşlerinin sonradan gösterdikleri durumdan, gördükleri takdir edici muamelelerden gururlandıkları ve hatta bazı hayallere kapıldıkları anlaşılıyor… Doğrudan doğruya valilere ve herkese emirler veriyorlar ve emirlerinin yapılmaması halinde idam edileceği tehdidini de ilave ediyorlardı. Biz, bütün bilgi ve haber almalarımıza rağmen; bu kardeşleri daima istifade edilebilir bir halde bulundurmak cihetini tercih ettik. Bu sebeple, kendilerini idare ettik… Fakat Batı Cephesinde, Orduda, ve halk arasında ve hatta Mecliste yapılan propaganda o kadar kuvvetli ve tesirli hale geldi ki; ordudan fayda yoktur, dağılsın! hepimiz Kuvayı Milliye olalım! sözleri her tarafta kulakları doldurmaya başladı. Batı Cephesi birlikleri arasında; Kuvayı Milliye halinde bir bölgesi ve cephesi bulunan Ethem Bey Müfrezesi­nin eratı, adeta müstesna ve asker kişilere tercihli, imtiyazlı görülmeye, imrenilmeye değer sayılmaya başlandı. Ethem Bey ve kardeşleri de, herkes üzerinde, bir nevi nüfuz ve hakimiyet tesisine başladılar… Her başarısızlı­ğın sonunda birtakım dedikoduların meydana gelmesi beklenmelidir… (Gediz yenilgisinden sonra) bazıları ve özellikle Seyyar Kuvvetçiler, Ethem ve kardeşleri, bütün kusuru Cephe Kumandanına ve muvazzaf tümenlere yükleyerek kendilerinin zor durumda bırakılmış olduklarını propaganda ettiriyorlar ve: Ordu Kumandanı, kendi hatalarını kapatmak için, suçu bize yüklüyor, diyorlardı. Ordu ise, Kuvayı Milliye ‘nin hiçbir is yapmadığını ve yap­ma gücünde olmadığını; muharebede verilen emirlere itaat etmediğini, daima tehli­keden uzak bulunduğunu, iddia ve ispat ediyordu… İsmet Paşa’nın cephede faaliyete başlamasından sonra, Ethem Bey, rahatsızlığını ileri sürerek, An­kara’ya geldi ve burada uzun müddet kaldı. Yokluğunda; kardeşi Yüzbaşı Tevfik Bey Ethem Bey’in vekili olarak, Kuvayı Seyyare’nin başında ku­mandan bulunuyordu… Ethem Bey ve kardeşi, emirleri altındaki birlikleri teftiş ettirmiyorlar ve haiz olmadıkları yetki ve sıfatları takınıyorlardı… Cephe Kumandanı (İsmet Paşa), verdiği genel emirde demişti ki: Muhare­benin bunalımı sırasındaki öfkelenmelerin etkisi ile, sıkı yönetim tedbirleri alınması­na kesinlikle engel olmak gerekir. Hainliği ne derece muhakkak olursa olsun; hiçbir köy kesinlikle yakılmayacak; ahaliden hiçbir kimse, hiçbir birlik tarafından, hiçbir suçla idam edilmeyecektir. Casuslukları ve başka hainlikleri belli olmuş adamların, koruma altında, istiklal Mahkemesine gönderilmeleri gerekir. Umum Kuvayı Seyyare Kumandan Vekili Tevfik Bey bu emre de itiraz etti… Batı Cephesi Kumandanlığı, 22/23 Kasım 1920’de bütün cephe birliklerinden munta­zam bir genel kuvvet çizelgesi istedi. Cephe birliklerinin hepsinden cevap geldi. Kuvayı Seyyare göndermedi. Bu hususta cepheden yapılan bir soru­ya verilen cevapta, Tevfik Bey diyordu ki: Kuvayı Seyyare ne bir tümen, ne de bir muntazam kuvvet haline getirilemez. Bu serserilerin basına ne bir subay, ne de hesap memuru koymak mümkün olmamakla beraber; kabul edilmesi imkanı da yoktur. Çünkü; subay gördüler mi Azrail görmüsçesine isyan ediyorlar. Bizim müfrezelerimiz, Pehlivan Ağa, Ahmet Onbaşı, Sarı Mehmet, Halil Efe, Topal İsmail gibi adamlar tarafından idare edilmektedir. Ve bölük eminleri de yazdığını okuya­maz ve okuduğunu yazamaz adamlardan teşekkül eder ve sen yapamıyorsun diye bunların değiştirilmesi imkanı da yoktur. Kuvayı Seyyarenin, şimdiye kadar olduğu gibi, gelişi güzel idare edilmesi zaruridir… Esasen, Kuvayı Seyyareyi zaptu rapt ve intizama koymak değil; bu fikrin meydan almakta olduğunu hissettiği anda dağı­lır… (28 Kasım 1920’den sonra yapılan haberleşmelere göre) Tevfik, Cep­he Kumandanını tanımıyor… 28 Kasım tarihinde kardeşine (Ethem Bey) gönderdiği bir telgrafta: Batı Ordusu Kumandanı ismet Bey’in bu Cephe Kumandanlığını idare edemeyeceğini anlıyorum, diyor… Bundan sonra, Kuvayı Seyyarenin muharebe raporları Ankara’da Ethem Bey’e geliyor ve Ethem Bey tarafından Batı Cephesine gönderiliyormuş. Bundan başka; Kuvayı
Seyyare Kumandanlığı, Batı Cephesi haberleşmelerine sansür koymuş… Cephe ile haberleşme açıkça ve resmen menedilmiş… Kolaylıkla anlaşılmakta idi ki; Ethem ve Tevfik kardeşler ve kendileri ile aynı fikirde olan bazı arkadaşları, milli hükümete karşı isyana karar vermişlerdi. Bu karar­larının uygulanmasına; cephede, Tevfik Bey vesile ararken ve kuvvetlerini cepheyi terkederek toplarken; Ankara’da, Ethem Bey ve mebus olan kar­deşi Reşit Bey ve daha birtakımları siyaset yolu ile çalışıyorlardı. İsyan planında başarılı olabilmek için; her şeyden evvel, buna engel olarak görülen Batı Cephesindeki Ordunun başındaki Kumandanı itibar ve ma­kamından düşürerek, orduya hakim olmak çok lüzumlu idi. Ondan sonra da, Meclis kamuoyunu tamamiyle kendi lehlerine çevirerek, Kumandan ve­ya Vekil veya Hükümetin düşürülmesinde kolaylık sağlamak önemli idi… Ethem Beyin İsmet Paşa’ya ve kardeşi Tevfik Bey’e yazdığı telgraflarda kullandığı yumuşak ve nazik bazı kelimelerin, henüz zaman kazanmak maksadına yönelik olduğuna ve meseleyi İsmet Paşa ile Tevfik Bey arasın­da yanlış anlamadan doğan bir teessürden; en nihayet, Tevfik Beyin sinirliliğine yenilerek aşırı hareketinden ibaret gösterip, kendilerinin gayet ita­atli ve ılımlı olduklarını bir zaman için daha göstermeye çalıştıklarına hükmetmemek mümkün değildi. Biz de, durumu olduğu gibi, ciddi saydık. Siyasi ve askeri tedbirlerimizi ona göre uygulamaya başladık… Her bakımdan, gerek cephede ve gerek Ankara’da, icap eden tedbirleri aldırmıştım. Ethem ve kardeşlerinin isyanından asla çekinmiyordum. İsyanları halinde, akıllarının başlarına getirileceğine ve cezalandırabileceklerine şüphem yoktu. Onun için, gayet serin ve geniş hareket ediyordum. Mümkün olduğu kadar kendilerini nasihatla terbiyeye ve itaate getirmeye çalışmayı; bunu başaramadığım takdirde, kamuoyunda daha çok açıklık yaratacak olan saldırgan eylem ve hareketlerinin gereğini yapmayı tercih ediyordum. Bu nedenle; Ankara’da bulunan Ethem ve Reşit Beyleri ve bazı kişileri beraber alarak, bizzat Eskişehir’e gitmeye ve orada İsmet Paşa ile de birleşerek yüz yüze konuşmaya ve anlaşmaya 2/3 Aralık 1920 tarihinde karar verdim… Arzusu olsun olmasın, Ethem Beyi beraber götürmek veyahut ısrarı halinde ona göre muamelede bulunmak üzere, gerekli tedbirleri de emretmiştim… Nihayet, 3 Aralık 1920 akşamı, bir özel trenle Eskişehir’e hareket ettim… 4 Aralık 1920 sabahı erkenden, henüz ben uykuda iken, tren Eskişehir’e ulaştı. Daha evvel, İsmet Paşa’nm henüz Bilecik’te bulunduğu anlaşılmış olduğundan, Eskişehir’de durmayıp Bilecik istasyonuna gitmeye karar vermiştik. Eskişehir’de uyandığım za­man, trenin niçin durduğunu ve hareketine devam etmediğini sordum. Yaverlerim, arkadaşların sabah kahvaltısı yapmak üzere, istasyonun karşısındaki lokantaya gittiklerini ve şimdi gelmek üzere bulunduklarını, söyledi. Çabuk gel­meleri için haber gönderilmesini ihtar ettim. Birkaç dakika sonra, hazırız, denildi. Bütün arkadaşlar geldi mi? dedim. Bunun üzerine yapılan araştır­madan anlaşıldı ki; herkes hazırdır, ama; Ethem Bey, bir arkadaşı ile be­raber, ortada yoktur. Derhal, Ethem Beyin firar ettirildiğine hükmettim. Fakat, bu hükmü kimseye söylemedim. Yalnız; o halde, dedim, Ethem Bey olmaksızın bizim Bilecik’e gitmemizde bir fayda yoktur, ismet Paşa’yı da buraya davet ederiz… Daha evvel yalnız ve özel görüşmemiz lüzumlu olduğundan; ben de, bir iki istasyon ileri giderek; İsmet Paşa ile buluştuk. Beraber, 4 Aralık 1920 akşamı, Eskişehir’e geldik… Ethem Bey hazır değildi. Nerede olduğunu kardeşine sordum. Rahatsız, yatıyor, dedi… Reşit Bey, Ethem Bey’in hasta olduğunu söylerken, görüşmek üzere karargaha gelebileceğini de ilave etmişti. Yemekten sonra karargaha gittik; fakat, Ethem Bey gel­memişti. Reşit Bey’e ne vakit geleceğini sordum. Verdiği cevap şu idi: Et­hem Bey bu dakikada kuvvetlerinin başındadır! bu habere rağmen, sakin bu­lunmayı ve görüşmeyi tercih ettik. Reşit Bey, kardeşleri ve kendi namına
cevap veriyordu; gayet kaba ve saldırgancasına konuşmaya başladı. Kardeşlerinin birer kahraman olduklarını, hiç kimsenin emri altına girmeyeceklerini ve bu­nu böylece kabul etmeye herkesin mecbur olduğunu, çekinmeden söylüyor ve ordu, zaptu rapt, kumanda, hükümet kavramlarına ve bunların gereklerine dair ile­ri sürülen düşüncelere kulak bile vermiyordu. Onun üzerine, ben dedim ki:
Bu dakikaya kadar sizinle eski bir arkadaşınız sıfatı ile ve sizin lehinizde bir sonuca ulaşmak samimi duygusu ile görüşüyordum. Bu dakikadan itibaren, arkadaşlık ve özel davranışa ait durumum son bulmuştur. Şimdi, karşınızda Türkiye Büyük Millet Meclisinin ve Hükümetinin Reisi bulunmaktadır. Devlet Reisi sıfatı ile, Batı Cephesi Kumandanına halin icabını tatbikte yetkisini kullanmasını emre­diyorum. Hemen İsmet Paşa da dedi ki: Maiyetimde bulunan kumandanlardan herhangi biri bana itaatsizlik etmiş olabilir. Ben, onu terbiyeye ve yola getirmeye muktedirim. Bu hususta henüz kimseye karşı aczimi itiraf etmiş ve hiç kimsenin bana ait olan bir vazifenin yapılmasını kolaylaştırmaya yardımını rica etmiş deği­lim. Ben durumun icabını yaparım. Tarafımdan ve İsmet Paşa tarafından alı­nan bu ciddi durum üzerine (o zamana kadar avazı çıktığı kadar bağırırcasına konuşan) Reşit Bey, derhal sığınırcasına bir durum aldı ve ileri git­mekte acele edilmemesi ve kendisi, kardeşlerinin yanına giderse, bir çözüm yolu bulabileceğini, söyledi. Bundan bir sonuç çıkmayacağı, maksadın kardeşlerini aydınlatmak ve zaman kazanmak olduğu meydanda idi. Buna rağmen, Reşit Bey’in bu teklifini kabul ettik. Ertesi günü, İsmet Paşa’nın hazırlatacağı bir özel trenle, Kütahya’da kardeşlerinin yanma gitmesi uygun görüldü. Kazım Paşa’nın da Reşit Bey ile beraber gitmesi uygun bulun­du. Hareket ettiler… 5/6 Aralık 1920 tarihinde Reşit Bey’den, Kütahya’ya vardığından ve ertesi günü Tevfik Bey’le görüşeceğinden, Ethem Bey’in de oraya varışından, söz eden ve fakat henüz müspet bir anlam taşımayan bir telgraf aldım. Dört gün sonra da, Reşit Bey’in avdet ederken Eskişehir’den gönderdiği 9 Aralık tarihli bir telgrafta: Tevfik ile olan mesele, iyi bir sonuca bağlanmıştır, denildikten sonra; lakin, tanımak ve tanıtmak istediğimiz kişilerin basit ve zamana layık düşünememeleri veyahut düşünemediklerine bin bir işaret konmuştur, cümlesi okunmakta idi… 9 Aralık 1920’de Ethem Bey’den de aldı­ğım bir şifre telgrafta; meselenin İsmet Paşa tarafından bile bile ve mevsimsiz çı­karılmış olduğu, anlatılmak isteniyordu… Benim üç gün sonra buna verdi­ğim tatmin edici cevapta; son günlerin fiili görüntüleri beni kuruntuya değil, fa­kat tereddüde sevk ettiğini itiraf ederim; dedikten başka, genel durumumuzun ahenk ve intizamım bozmada hiç kimseye göz yumulmamasını, yazdım. Gerçek­te… Ethem Bey ve kardeşleri, zaman kazanmak için bizi kandırmaya çalı­şıyorlardı. Maksatları, mümkün olabildiği kadar yeniden kuvvet çekmek ve toplamak ve Düzce’de bulunan Sarı Efe kuvvetlerini ve Lefke’de bulunan Gökbayrak Taburunu kendine katmak ve Demirci Mehmet Efe’nin de kendisi ile beraber isyanını temin etmek, bir taraftan da cephe kuman­danlarını düşürmek ve ordu subaylarını ve eratını kendilerine karşılık ver­memeleri için propagandaya fırsat bulmak istiyorlardı… Ethem ve kardeşleri, cephede bulunan kumandanları beğenmiyorlar ve onlara itaat etmiyorlar… Yal­nız, güya bana itaat ediyorlar ve Meclisi de, kendi arzularına göre, harekete geçire­ceklerini ümit ediyorlar… (Bu arada) Demirci Efe, Ethem Bey ile haberleş­meden sonra, özel bir durum aldı. Bu, hissolunur olunmaz, Güney Cep­hesinde bulunan Refet Bey Süvarileri, derhal üzerine gönderildi. 15/16 Aralık 1920’de, Dinar civarında İğdecik Köyü’nde, bir gece baskını ile Efe’nin kuvvetleri dağıtılmış, Kendisi, beş on kişi ile kaçmış. Efe çok sonra gelerek, affa uğramıştır… 22 Aralık 1920 günü, Reşit Bey’i, bakanlardan ve mebuslardan 15 kadar arkadaşı, hükümetteki daireye davet ettim… Bu heyete, olayların bütün akışını, gerekli belgeleri de göstermek suretiyle, açık bir şekilde izah ettim. Reşit Bey, söylediklerimin hiçbirini inkar etme­di. Düşman saldırılarına karşı tek kuvvetin Ethem Bey’in kuvveti olduğunu ve bizim teşkil ettiğimiz tümenlerin çil yavrusu gibi dağılacaklarını, söyleyerek; her halde Ethem Bey kuvvetinin arttırılmasına ve kuvvetlendirilmesine ihtiyaç olduğunu, bildirdi. Cevap olarak dedim ki: Ethem Bey’in kişi olarak etkisi altında kullanabileceği kuvvetin en büyük sayısı 1.200, 2.000 kişiden ibaret olabilir. Bu arttırılırsa, inzibatsızlıktan dağılıp felaket sebebi olur. Her halde, memleket mukadderatının şahsa bağlı kuvvetlere değil; ancak Türkiye Büyük Millet Meclisinin kanunlarına tabi muvazzaf birliklere bırakılması lazımdır. Kuvayı Seyyare, belirli bir kadro dahilinde, verilen emirlere tamamiyle uymak ve boyun eğmek şartı ile yararlı olabilir. Reşit Bey, ileri
sürülen gerçekleri benimser gibi bir durum aldı. Bunun üzerine; son bir teşebbüs olmak üzere, Reşit Bey’in bazı arkadaşlarla beraber, kardeşlerinin yanına gidip nasihatlarda bulunmaları kabul edildi. Bundan sonra, meselenin çözümü için şimdiye kadar yaptığım şahsi teşebbüslere de son vereceğimi heyete söyledim. Heyet, Kuvayı Seyyareye, hükümetin son ve kesin istekleri olmak üzere şu hususları bildirecekti: Kuvayı Seyyare, diğer birlikler gibi, emir ve kumandaya tamamiyle uyacak ve bunun dışında her türlü taşkınlıklardan kaçınılacaktır. Kuvayı Seyyare, kuvvetini artırmak için, kendiliğinden hiçbir yerde, hiçbir suretle adam toplamayacak ve bu maksatla gönderdiği adamların faaliyetine derhal son verecektir. Erat ihtiyacı, diğer birlikler gibi, vaki olacak müracaat üzerine, Cephe Kumandanlığınca temin edilecektir. Kuvayı Seyyare, kaçaklarını yakalattırmak için doğrudan doğruya adamlar tayin edip göndermeyecek; kaçakları, diğer birliklerde olduğu gibi, Cephe Kumandanlığınca takip ve elde ettirecektir. Kuvayı Seyyare mensuplarının ailelerine bakmak üzere bazı yerlerde bulundurduğu irtibat subayları yanında bulunacak şifrenin bir sureti de bize verilecektir… (Bana ulaşan haberlerden anladığıma göre) Kütahya’ya giden heyet, gerçekten tutuklanmıştı… (Bu durum üzerine) Kuvayı Seyyareye karşı, ismet ve Re/et Bey kuvvetlerinin, bulundukları yerlerde toplu ve dikkatli ol­malarını ve alınmış bulunan genel tedbirlere daha çok önem vermelerini ve dikkat etmelerini, istedim. Batı ve Güney Cephesi Kumandanlarına, Kütahya’ya bildirilmek üzere, 27 Aralık ig2o’de, özetle şu kararname bildirildi: Birinci Kuvveyi Seyyare (Ethem Bey emrindeki kuvvetler), diğer bütün askeri birlikler gibi, kayıtsız ve şartsız olarak Büyük Millet Meclisinin kanunlarına, Hükümetin düzen­lerine ve emirlerine uymak ve itaat etmekle yükümlüdür ve askeri zaptu rapta bağ­lıdır. Birinci Kuvveyi Seyyare Kumandanlığının askeri görev ve hususlardan dolayı bütün teklif ve düşünceleri, ancak emri altında bulunduğu Kumandanlığa (Batı Cephesi Kumandanlığı) ve sözü edilen kumandanlık vasıtası ile gerekli makamlara ulaştırılır… Kütahya’ya Heyet-i Vekile kararını ve (Kütahya’ya gönderilmiş olan) heyetin avdeti lüzumunu bildirdikten sonra; Cephe Kumandanına da, asi Ethem ve kardeşleri aleyhine fiili harekata geçmelerini emrettim. Askeri harekatı çapulculuktan ve devlet kuruluş ve idaresini şunun bunun masum çocuklarını kurtuluş fidyesi dilenmek için dağlara kaldırmak hay­dutluğundan ibaret sanan; şarlatanlıkları ile, yaygaraları ile bütün bir Türk. vatanını rahatsız ve Türk milletinin Büyük Meclisini kendileri ile iş­gal eden hayasız, haddini bilmez, küstah ve herhangi bir düşmanın boğaz tokluğuna casusluğunu, uşaklığını yapacak kadar aşağı ve rezil yaradılışta bulunan bu kardeşleri, ellerindeki azami kuvvet ve dayandıkları düşman­lar da dahil olduğu halde, yola getirmek ve tepelemek suretiyle; inkılap tarihimizde bir etkileyici ibret örneği kaydetmek zaruri görüldü… Kuvvet­lerimiz, hareket emri alır almaz, derhal asi Ethem kuvvetleri üzerine yürüyüşe geçtiler. 29 Aralık 1920 günü, Kütahya’yı işgal ettiler. Üç gün sonra da, Batı ve Güney Cephelerinden hareket eden bütün kuvvetlerimiz, Kütahya’nın 30, 40 kilometre ilerisinde ve Gediz genel istikametinde bir hatta birleştiler. Asi Ethem, kuvvetlerini hiçbir yerde durdurmaya ve direndirmeye cesaret edemeden, Gediz üzerine çekilmişti. Türkiye Büyük Millet Meclisinin şuurlu ordusu, kendisini ve Büyük Millet Meclisi ve Hükümetini küçük görecek kadar beyinsizlik ve aptalca bir gurur gösteren bu asilere layık olduğu yola getirdi tokadı vurmak için, zapt olunamaz bir hiddet ve şiddetle hareket ediyorlardı… Ethem küvetlerini takip eden bir­liklerimiz, 5 Ocak 1921 günü Gediz’i işgal ederek, o civarda toplandılar.
Ethem ve kardeşleri de, kuvvetleri ile beraber, düşman saflarında layık oldukları durumu aldılar…” “.
Fakat; Ethem ve kardeşleri, Ocak 1921 başında Batı Cephesinde başlayan Yunan kuvvetlerinin saldırısından yararlanarak, tekrar haince girişimlerini sürdürmeye çalışırlar. Konuyu Mustafa Kemal Paşa şöyle açıklı­yor: “… Kütahya’da yalnız 61. Tümen, iki alay kadar kuvveti ile, izzettin Bey (sonradan Ordu Müfettişi İzzettin Paşa) kumandasında bırakılmıştı… Yunan Ordusunun yaptığı bu taarruzda, Ethem ve kardeşleri de, kendile­rine düşen vazifeyi yapmaktan geri durmadılar. Tekrar Kütahya’ya yöne­lerek, orada bulunan zayıf tümenimize taarruza başladılar. İzzettin (Çalış­lar) Paşa’nın metin karakteri ve kavrayışlı kumandası ve emrindeki Türk subay ve erlerinin yüksek kahramanlıkları, Ethem ve kardeşleri ile saldıran hain kuvvetleri yenerek geri çekilmeye mecbur etti… Süvari tümen ku­mandanlarından Derviş Bey (sonradan Kolordu Kumandanı Derviş Paşa), Afşar’da, özellikle Gediz’de Ethem kuvvetlerinin gerilerine doğru geceleri de ilerlemek suretiyle yönelttiği müthiş darbelerle; Ethem, Tevfik, Reşit kardeşleri sersem etti. Kuvvetlerinin toplanmasına zaman bırakmadı. Der­viş Bey, Ethem ve kardeşlerini 14 Ocak’tan 22 Ocağa kadar, dokuz gün nefes aldırmaksızm sürekli olarak takip etmiştir. Neticede, bütün Ethem kuvvetleri esir edilmiş; yalnız, Ethem, Tevfik ve Reşit kardeşler, yeni vazife almak üzere, düşman ordugahına kaçabilmişlerdir…” 12.
5. BÖLÜM: ASKERİ VE SİYASİ ALANDA GELİŞMELER
15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgali üzerine Yunanlılara karşı kurulmuş olan Batı Cephesinde, Türk Silahlı Kuvvetlerinin “toparlanma” safhasında (1919-1920), o zamana kadar daha ziyade Kuvayı Milliyeye dayanan aske­ri harekatın ağırlığı, 1921 yılı başlarında artık, muvazzaf (düzenli) orduya geçer. Böylece; askeri literatürde “direnme” safhası olarak tanımlanan 1921 yılında, Türk muvazzaf kuvvetleri, bir dizi başarılı harekatı gerçekleştirir. Bu başarıların ilki, Birinci İnönü Muharebesidir.
I. Birinci inönü Muharebesi:
Mustafa Kemal Paşa 1921 yılı Ocak başlarında, Batı Cephesindeki askeri durumu, kendi sözleriyle “… basit bir şekilde…” şöyle özetler: “… İznik’ten, Gediz üzerinden, Uşak’a bir hat tasavvur ediniz. Bu hattın Ge­diz’in kuzeyinde kalan parçası 200 kilometredir. Gediz’den Uşak’a kadar olan parçası da 30 kilometre kadardır. Düşman, üç tümenle, bu hattın kuzey ucundan Eskişehir üzerine hareket etti. Bizim Gediz’de bulunan mühim kuvvetlerimiz, Eskişehir üzerinden bu düşman tümenlerine karşı koymaya mecburdu. Karşıladı, yendi. İnkılabımız tarihine Birinci İnönü Zaferini yazdı…”13.
Yeni kurulmakta olan muvazzaf ordu ile kazanılan bu ilk başarı vesilesiyle, Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi Kumandanı İsmet Bey’e şu kutlama telgrafını gönderir: “İnönü Meydan Muharebesinde Garp Cephe­si birliklerinin kahredici kumandanız altında kazandıkları kesin başarıdan dolayı size ve kahraman ordunuzun bütün kumandanları ile subaylar ve eratına Büyük Millet Meclisinin yürekten tebriklerini sunar ve bu başarı­nın kutsal topraklarımızı düşman istilasından tam olarak kurtaracak olan kesin zafere hayırlı bir başlangıç olmasını Tanrı’nın lütfundan diler ve bu tebriklerin bütün Garp Ordusu erat ve subaylarına bildirilmesini rica ederim” 14
II. Barış Sorunu:
1921 yılı başlarında, siyasal alanda, İtilaf Devletleri Hükümetlerinin gündemindeki başlıca konulardan biri, Osmanlı Devleti ile olan barış sorunudur. Bu konu ile Batı yayın dünyası da yakından ilgilidir. Bu arada; Londra’da yayımlanmakta olan The Daily Express muhabirinin barış şartları ile ilgili sorusuna Mustafa Kemal Paşa’nın verdiği şu dikkate değer cevap, 7 Ocak 1921’de gazetede yayımlanır: “Barış şartlarından ben so­rumlu değilim. Her şey, Ankara’daki Türkiye Büyük Millet Meclisinin elindedir. Bu meclis, emperyalist devletler tarafından milletin varlığına karşı girişilen taarruzdan sonra, meşru savunma maksadı ile kuruldu. Meclisin amaçları, hem açık ve hem de dolaylı olarak, çeşitli vesilelerle sık sık belirtildi. Meclis, ulusal sınırlar dahilinde tam bir milli bağımsızlık sağlamak ve Türk halkı için halifelik ve sultanlık makamını korumak için kuruldu. Türk halkı, bağımsız varlık hakkının tanınmasından fazla bir şey istemiyor. Meclis, milleti kapitalist ve emperyalist egemenlikten kurtaracağı ve ulusal gücünü ve egemenliğini sağlayacağı inancındadır. Meclisin emirleri gereğince; milleti kapitalist ve emperyalist düşmanlarına karşı savunma görevini başarmak, bu amaca engel olacakları cezalandırmak için, muvazzaf bir ordu kurulmuştur. Meclis, halk arasında yoksulluk yaratan sebep­len reformlar yaparak gidermeyi ana amacı olarak benimser. Dikkatini toprak, eği­tim, adalet, maliye ve ekonomi ile ilgili sorunlar üzerinde toplayacak; sosyal daya­nışma ve işbirliği ana temeline dayanan ulusal ihtiyaçlara uygun yeni bir düzen kuracaktır. Ulusal özellik ve gelenekleri dikkate alarak, bu reformların uy­gulanmasında, doğal ulusal prensiplere dayanacaktır” 15.
III. İstanbul Hükümetinin Yaklaşma Girişimleri:
Bu sırada İstanbul yönetimine bir göz atılırsa; İstanbul’da, Ekim 1920 ortalarında iktidara getirilen Tevfik Paşa Kabinesinin Kasım 1920 başlangıcından itibaren, Ankara ile temas imkanı aradığı görülür. Mustafa Ke­mal Paşa’nın bu konudaki görüşü özetle şöyledir: “… İstanbul’un kurtuluş çaresi için vuku bulan uyuşma ve görüşme tekliflerini, kamuoyunu tatmi­ne yarayacak şartları hazırlamadan reddetmeyi uygun bulmadık… Onun için, özellikle İzzet ve Salih Paşaların dahil bulunacağı bir heyetle Bile­cik’te görüşmeyi uygun gördük… Görüşme, 5 Aralık’ta vuku buldu. Ben, ilk söz olarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti Başkanı, diyerek, kendimi takdim ettikten sonra; kimlerle müşerref oluyorum, sorusunu yönelt­tim. Salih Paşa, benim maksadımı kavrayamayarak, kendisinin Bahriye ve İz­zet Paşa’nın Dahiliye Mazın olduğunu, belirtmeye kalkışırken; ben, hemen İstanbul’da bir hükümet ve kendilerini o hükümetin üyeleri olarak tanımadığımı ve eğer İstanbul’da bir hükümetin nazırları olarak görüşmek istiyorlarsa kendileri ile görüşmekte mazur olduğumu, söyledim. Ondan sonra, sıfat ve yet­ki söz konusu edilmeyerek görüşülmesi uygun görüldü… Birkaç saat süren görüşmeden, gelen kişilerin esaslı hiçbir bilgi ve inancı olmadığı anlaşıldı. Sonunda, İstanbul’a dönmelerine müsaade etmeyeceğimi ve birlikte Anka­ra’ya gideceğimizi bildirdim. Beklemekte olan trenle hareket olundu. 6 Aralık 1920’de Ankara’ya geldik. İstanbul Heyetini, arzuları dışında, tutuklamıştım. Fakat, bunu ilan etmeyi faydalı bulmadım. Çünkü; İzzet ve Salih Paşalardan ve diğer kişilerden milli hükümet işlerinde yararlanmayı düşünerek, haysiyetlerini korumak istedim. Bu maksatla; Ankara’ya gelir gelmez basına verdiğim resmi ajans bildirisinde, söz konusu kişilerin Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile temas etmek vesilesiyle İstanbul’dan çıktıklarını ve memleketin iyilik ve kurtuluşunda daha verimli ve etkili bir surette çalışmak üzere katıldıklarını ilan ettirdim… İstanbullu misafirlerimize bir, birbuçuk aylık misafirlikleri esnasında çok şeyler göstermek fırsatlarımız olduğunu sanıyordum: Asi Ethem ve kardeşlerinin kuvvetleri or­tadan kaldırıldı. Yunanlıları üç günde İnönü’de yendik. Büyük Millet Meclisinin müsterih ve memnun olacağı yeni bir devre açıldı. Fakat; İzzet ve Salih Paşalar, bunların hiçbirinden memnun görünmüyorlar, daüssılaya (nostalji) yakalanmış gibi, ille Başkente (İstanbul) gitmek istiyorlardı. İs­tanbul’daki arkadaşlarının da çok merak ettikleri anlaşılıyordu… İzzet Paşa Heyetinin Anadolu’ya katıldığı haberi İstanbul’ca kesinleşmiş… (Bazı Ka­bine üyeleri) demişler ki: memleket menfaati, heyetin Anadolu’da kalmasını ge­rektiriyorsa, buna bir şey denilemez- Bu takdirde, Kabinenin düşmesi kesindir. An­cak; bu halde, biz de bu vatanın evlatlarıyız. Hiç olmazsa bizlere de durum hak­kında haber versinler. Bizi aydınlatsınlar, biz de ona göre hareket edelim. (Bu ka­bine üyelerine) bildirilmesini sağladığım cevapta:… (Heyet mensupları) or­tak maksadımız kesinlikle gerektirdiği için Ankara’da kalmışlardır, dedim. Kendi­lerinin (Kabine Üyelerinin) İstanbul’da hakim vaziyette kalmaları uygun olabilirse de, (Kabine) düşmeden evvel, hepsinin şimdiden hazır bulunduracakları emniyetli ve süratli bir vasıta ile Anadolu’ya gelmelerinin vatanın yüksek menfaatleri gereğinden olduğunu ve bu suretle yapacakları hizmet ve fedakarlığın milletçe derin bir te­şekkürle karşılanacağını, yazdım… 19 Ocak’ta çekilen bir şifrede, (sözü edi­len Kabine Üyelerinin), görüşüm çerçevesinde harekete karar verdikleri, bildiril­mişti… (Fakat) Ankara’da bulunan İzzet ve Salih Paşalar bir türlü Anka­ra’ya ısınamadılar… Heyet-i Vekile, (İstanbul’da siyasi görev almamaları şartı ile) bu Paşaların İstanbul’a dönmelerinde bir sakınca görmedi…”16.
IV. Londra Konferansına iştirak:
Mustafa Kemal Paşa ile temas etmek arzusu, bizzat Sadrazam Tevfik Paşa’da da vardır. Karşılıklı telgraf haberleşmesi, 27 Ocakla 8 Şubat 1921 tarihleri arasında sürer. Başlıca konu, Londra Konferansına katılma statüsüdür. Tevfik Paşa’ya göre, “… Mustafa Kemal Paşa’nın veyahut Ankara’ca gerekli izni olan murahhasların Osmanlı Murahhas Heyeti arasın­da bulunmaları…”17, Müttefik devletlerin davet şartıdır. Mustafa Kemal Paşa’ya göre ise, “Milli iradeye dayalı olarak Türkiye’nin mukadderatına el koymuş bulunan tek meşru ve bağımsız hakim kuvvet, Ankara’da sürekli toplanmakta olan Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Türkiye ile il­gili bütün sorunların çözümüne memur ve her türlü dış ilişkilere cevap verecek durumda olan, ancak, bu meclisin hükümet heyetidir… İtilaf Devletleri, Londra’da toplayacakları konferansta, Şark (Doğu) meselesini ada­let ve hak çerçevesinde halletmeye karar vermişlerse; davetlerini Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetine doğrudan doğruya yöneltmelidir­ler…” 18. Mustafa Kemal Paşa, Tevfik Paşa’ya, 28 Ocakta özel olarak gönderdiği uzun bir telgrafta da, özellikle, “…Fiili olarak ve hukuk yönünden memlekette tek meşru hükümet olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin koyduğu ve bildirdiği esasları kabul ve bu esasların düşmanlarımız tarafından tasdikini kolaylaştırmak için, bize katılmak suretiyle durumunuzu düzeltmenizi ve belirtmenizi, tarih ve millet önünde üzerimize almış olduğumuz görev ve yetki ile teklif ederiz…”19 diyerek ta­rihi bir öneride bulunur. Tevfık Paşa, önce kısa ve bir gün sonra (29 Ocak) uzun bir telgrafla cevap verir ve Anadolu’ya katılma konusuna değinmeyerek, özellikle, “… Esasen bugün en acele olarak halli icap eden mesele, toplanma- vakti yaklaşmakta olan Konferansa delegelerimizi yetiştirmekten ibaret olduğundan ve biz Konferansta bulunmadığımız halde, Yunanlılar iştirak ederek Konferansta yokluğumuzda verilecek bir hükme uğramak ve dolayısı ile davamızı kaybetmek tehlikesinde kalacağımızdan… Konferansta belirli vakitten evvel bulunmamızın menfaatimiz gereği…” olacağını belirtir.20 Haberleşme, İcra Vekilleri Heyeti Reisi Fevzi Paşa ile21 Sadrazam Tevfık Paşa22 arasına kayar. Bu arada; Tevfık Paşa, 8 Şubatta Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği bir şifre telgrafta, özetle şu haberleri verir: “Konferansa tesir etmek maksadı ile, Şubatın yirmibirinde, Yunanlı­ların 70-80 bin kişi ile taarruza geçecekleri… Taarruzun Karahisar-Eskişehir istikametinde olmasına ihtimal verildiği, Ankara murahhaslarının yal­nız olarak Konferansa kabul edilemiyeceğini mümessillerin söylediği”23. Mustafa Kemal Paşa, bu telgrafı şöyle değerlendiriyor: “Bu telgrafın yazıl­masından maksat, Yunanlıların taarruz edeceğini bildirmek mi idi? veya­hut, Ankara murahhaslarının yalnız olarak kabul edilemeyeceğini söyle­mek mi idi? bunu anlamak zordur. Yoksa 70-80 bin kişilik düşman kuv­vetinin taarruzu tehdidi ile, ikinci fıkra anlamı temin edilmek mi isteni­yordu? Murahhas gönderilmesi hakkında, bizim ileri sürdüğümüz görüşleri, belirttiğimiz gibi, Tevfik Paşa, İtilaf Mümessillerine bildirmiş de, telgra­fın son fıkrası ile, aldığı cevabı mı bildiriyordu? bu da, açık değildir.”24.
Londra Konferansına iştirak konusunda, Mustafa Kemal Paşa, şu açıklamayı yapıyor: “Hariciye Vekili bulunan Bekir Sami Bey’in başkanlığında, ayrıca ve bağımsız bir murahhas heyeti tertip edildi… Heyetimiz, İtalya Hariciye Nazırı Kont Sforza vasıtası ile, Konferansa resmen davet olundukları kendilerine bildirildikten sonra, Londra’ya gitmişlerdir. Lon­dra Konferansı, 27 Şubat 1921’den 12 Mart 1921’e kadar devam etti. Müspet hiçbir netice vermedi…”25.
V. İkinci İnönü Muharebesi:
Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri ile “… (Londra Konferansında) İtilaf devletleri murahhas heyetimiz vasıtası ile yaptıkları tekliflerin cevabını almayı beklemeden, daha murahhaslarımız yolda iken; Yunanlılar, bütün ordusu ile, bütün cephelerimize karşı taarruza geçtiler… Yunan Ordusunun Bursa ve doğusunda mühim bir grubu, Uşak ve doğusunda diğer bir grubu vardı. Bizim de kuvvetlerimiz, Eskişehir kuzeybatısında ve Dumlupınar ve doğusunda olmak üzere iki grup halinde idi… Yunan Ordusu­nun Bursa ve Uşak grupları, 23 Mart 1921 günü ileri harekete geçtiler. İs­met Paşa kumandasında bulunan Garp (Batı) Cephesi birlikleri, Eskişehir kuzeybatısında yığmak yapmıştı. Karar, muharebeyi İnönü Mevzii’nde ka­bul etmekti. Ona göre, tedbirler ve tertipler alınıyordu. Düşman, 26 Mart akşamı, İsmet Paşa’nın işgal ettirdiği mevziin sağ kanat ilerisine yanaştı. Ertesi günü, bütün cephede temas hasıl oldu. Düşman, 28 Martta, sağ kanadımıza taarruza geçti. 29 Martta her iki kanattan taarruz etti. Düşman, yerel olarak, mühim başarılar elde ediyordu. 30 Mart günü, şid­detli muharebelerle geçti. Bu muharebelerin sonucu da düşman lehine ol­du. Bundan sonra, sıra bize geliyordu. İsmet Paşa, 31 Mart günü, karşı taarruza geçti ve düşmanı yenerek, 31 Mart / 1 Nisan gecesi çekilmeye mecbur etti. Bu suretle; inkılap tarihimizin bir sayfası, İkinci İnönü Zaferi ile yazıldı. … Düşman çekilirken; Garp Cephesi Kumandanı ile 1 Nisan günü yapılan haberleşmeler, o günün duygularını tespit eden belgeler­dir…”26. Nitekim; Garp Cephesi Kumandanı, 1 Nisan 1921 günü Metris-tepe’den, Mustafa Kemal Paşa’ya telgrafla şu tarihi raporu gönderir: “Saat 06.30 sonrada Metristepe’den gördüğüm vaziyet: Gündüzbey kuzeyinde, sabahtan beri sebat eden ve artçı olması muhtemel bulunan bir düşman birliği, sağ kanat grubunun taarruzu ile düzensiz çekiliyor. Yakından takip ediliyor. Hamidiye istikametinde temas ve faaliyet yok. Bozüyük yanı­yor. Düşman, binlerce ölüleri ile doldurduğu muharebe meydanını silah­larımıza bırakmıştır”27.
Mustafa Kemal Paşa’nın Garp Cephesi Kumandanına verdiği tarihi cevap da şöyledir: “Bütün dünya tarihinde, sizin İnönü Meydan Muharebelerinde üstlendiğiniz vazife kadar ağır bir vazife üstlenmiş kumandanlar çok azdır. Milletimizin istiklal ve hayatı, dahice idareniz altında şerefle va­zifelerini gören kumanda ve silah arkadaşlarınızın kalp ve hamiyetine büyük güvenle dayanıyordu. Siz, orada, yalnız düşmanı değil; milletin makûs (ters) talihini de yendiniz- İstila altındaki bahtsız topraklarımızla beraber bütün vatan, bugün, uç noktalarına kadar zaferinizi kutluyor. Düşmanın istila hırsı, azim ve hamiyetinizin yalçın kayalarına başını çarparak param­parça oldu. Adınızı tarihin övgü dolu sayfalarına yazan ve bütün milleti hakkınızda sonsuza kadar minnet ve şükrana yönelten büyük gaza ve zafe­rinizi tebrik ederken; üstünde durduğunuz tepenin size binlerce düşman ölüleri ile dolu bir şeref meydanı seyrettirdiği kadar, milletimiz ve kendi­niz için yükseliş parlaklığı ile dolu bir istikbal ufkuna da nazır ve hakim olduğunu söylemek isterim”28.
Bu kutlama telgrafına cevap olarak, Garp Cephesi Kumandanı şu telgrafı gönderir: “Zulüm ve istibdat dünyasının en zalimce hücumlarına karşı yalnız ve şaşkın kalan milletimizin maddi ve manevi bütün kabiliyet ve kuvvetlerini ruhundaki ateşle toplayan ve harekete getiren Büyük Millet Meclisinin Reisi Mustafa Kemal Paşa! kahraman askerlerimiz, subayları­mız ve askerlerimizle avcı hatlarında omuz omuza vuruşan tümen ve kol­ordu kumandanları adına, takdirlerinize ve tebriklerinize tam bir övünç duygusu ile şükranlarımı arz ederim”29.
Bu sırada, Cenup Cephesinde gelişmiş olan harekatı Mustafa Kemal Paşa şöyle özetler: “…Uşak doğusundaki mevzilerinden hareket eden üç piyade tümeni ve bir kısım süvari, Dumlupınar Mevzilerine temas ve taarruz ettiler. 26 Mart’ta birliklerimiz, mevzilerini bırakmaya mecbur oldu. Cenup Cephesi Kumandanı, bundan sonra esaslı bir hatta kuvvetlerini durdurmaya muvaffak olamayarak iki kısma ayrıldı.. Düşman, Afyonkarahisar’ını işgal ettikten sonra; Çay-Bolvadin hattına kadar ilerledi ve orada durdu… Fazla stratejik düşüncelerden kaçınmakla beraber; Yunan Ordu­sunun bu defaki genel taarruz planında, dikkati çok çeken bir yanlışlığa işaret etmek isterim. Yunan Ordusunun Uşak Grubunun Dumlupınar’dan sonra, Eskişehir genel istikametinde ilerlemesi lazımdı. Afyon üzerinden Konya genel istikametine yönelmesi, asıl kesin sonuç yerinden kuvvetlerini, uzaklaştırarak, onları hareketsiz ve tehlikeli bir durumda bırakmıştır. İnönü’nde başarı bizim tarafta kaldıktan sonra; bu kuvvetlerin kendilerini tehlikeden kurtarmak için, bir an evvel, hızla geri çekilmelerini teminden başka bir şey düşünemeyeceklerine şüphe yoktu… Yunan Ordusunun Uşak Grubu, İnönü Meydan Muharebesinin sonucu üzerine derhal geri çekilmeye başladı… Refet Paşa’nın kumandasına verilen kuvvetler, taarruz­larında muvaffak olamadılar, aksine, çok zayiat verildi. Düşman, Dumlupınar mevziine hakim olarak yerleşti ve orada kaldı… Aslıhanlar Muhare­besi diye anılan bu harekat, bu suretle son buldu… Durum sükûnet bul­duktan sonra… Fevzi ve İsmet Paşa’ları yanıma alarak, Refet Paşa’nın bu­lunduğu yere gittim. Durumu yakından inceledim ve derhal şu çözüm yo­lunu uyguladım: (Refet Paşa’nın) kumandasında bulunan Cenup Cephesi­ni, Garp Cephesine bağlayarak, İsmet Paşa kumandasına verdim. (Refet Paşa’ya) Ankara’da bir vazife verilmek üzere, oraya gitmesi lüzumunu bil­dirdim…”30.
Mustafa Kemal Paşa, Yunan Ordusunun Türk toplumuna olan zulümlerini, 12 Nisan 1921’de, bütün insanlık dünyasına seslenen şu beyanname ile bildirmek gereğini duyar: “İzmir’in işgal edildiği günden be­ri, yok edici bir sel halinde ayak bastığı bütün memleket kesimlerini yakıp yıkan ve İslam ahali hakkında çeşitli zulümler yapan Yunan Ordusu, bütün insan haklarını ve savaş antlaşmalarını ayaklar altına alarak; savaş hattında yakalanan esirlerimizin süngü ile gözlerini oymak, gayri muharip kadın, erkek İslam ahaliyi öldürmek, bu halka ait mal, eşya ve hayvanları yağma ile geri çekilmelerinde beraber götürmek, İslam kadının namuslarına tecavüz eylemek, büyük küçük pek çok köy ve kasabalarımızı ve çiflikleri tahrip etmek ve yakmak, bu arada İslam anıtlarını ve Türkler için pek saygın bir tarih armağanı olan Söğüt’teki Ertuğrul Gazi Türbesini dina­mitle havaya uçurmak gibi cinayet ve faciaları tatbik ve icrada asla kusur etmemiştir. Bu günün insanlığı için sonsuza kadar bir leke niteliğinde olan ve Türk’ün savunma inancına müstesna bir direnme gücü ekleyen bu lanet dizisinin şimdiye kadar belgelere dayanarak tespit edilebilen sonuçları, ilişik 1 numaralı ekte gösterilmiştir. Facialara uğrayarak, bugün düşmandan kurtarılmış olan vatan parçalarının bu saldırılar yüzünden gösterdiği en son manzara o kadar acıdır ki; ilk İzmir facialarını inceleyen uluslararası heyet tarafından vukuuna şahitlik yapılan olaylar, bunun yanında önemsiz kalır. Türkiye Büyük Millet Meclisi adına; bu faciaları, ib­retle bilinmesi için, bütün insanlığın dikkatine sunar ve talihsiz vatan parçalarına, namus ve istiklalini savunmak için kutsal bir vazifeyi yapmakta olan milletimize uygun görülen bu zulümleri, insanlığın gözleri önünde acı duyarak protesto eylerim”31.
Her zaman olduğu gibi, İngiliz Haberalma Hizmeti ve üst kademeler arasındaki haberleşmeler sürmektedir. İstanbul’da İngiliz Kuvvetleri Başkumandanı General Harrington’ın İngiliz Harbiye Nezaretine gönderdiği 9 Mayıs tarihli raporda, şu dikkate değer satırlar göze çarpıyor: “… Sanı­rım, buradaki durumun tekrar gözden geçirilmesi zaruridir… Başlıca et­kenler şunlardır: Yunan Birlikleri, yüksek komutaya olan güvenini büyük ölçüde kaybetmiştir. Fakat; genellikle, tekrar ileri harekete geçmeye istekli olduklarını sanıyorum… Milliyetçiler, daha öncekinden çok daha güçlüdürler… Geçen Ocak’tan beri, kuvvet ve güvenleri, kuşkusuz, geliş­miştir… Benim düşünceme göre; Mustafa Kemal, tamamiyle serttir. Yurdumuzda ve başka yerlerdeki güçlüklerimizi pek iyi bilmektedir. Ta­rafsız çabalarımıza inanmamaktadır. Muhtemel olarak, Yunanlıları tekrar yeneceğinden ve sonra da bizim işimizi bitireceğinden emindir…”32 Gene­ral Harrington, İngiliz Bakanlar Kurulunun 31 Mayıs’taki toplantısına çağrılır ve orada şu ilginç değerlendirmeyi yapar (özet): “… Şimdiye ka­dar, Anadolu’daki Yunan Ordusunun durumu bozulmuş; Mustafa Kemal’inki ise, iyileşmiştir. Yunanlıların İzmir’e geri sürülmesi bakımından her türlü ihtimal vardır; İzmit Yarımadasındaki Yunan Tümeni şimdiden geri atılmak üzeredir. Olaylar böyle giderse; İstanbul’daki Müttefik duru­mu korunmasız kalacak ve güçlü takviye birlikleri olmazsa, Mustafa Ke­mal tarafından yenilmeye elverişli bir hale dönüşecektir…”33.
1921 Temmuzunun başlarında, İngiltere Harbiye Nezaretinin Direktifi34 üzerine; Türkiye’deki İngiliz Kuvvetleri Başkumandanı General Har­rington, Mustafa Kemal Paşa ile görüşme fırsatı araştırır ve 4 Temmuz’da Paşa’ya gönderdiği mektupta şu önerilerde bulunur: “… Aldığım habere göre; bana, bir askerin bir askerle görüşmesi şeklinde bazı düşünceler ileri sürmek arzusunda bulunuyorsunuz. Böyle olduğu takdirde; sizce uygun görülecek bir günde, İnebolu’da veyahut İzmit’te sizinle buluşmak üzere, Ajaks Zırhlısı ile hareket için Britanya Hükümeti tarafından izin verilmiş bulunuyorum ve durum hakkında arzu buyrulduğu takdirde son derece açık ve serbest bir surette fikir alışverişine hazırım. Düşüncelerinizi dinle­meye ve bunları incelenmek üzere İngiltere Hükümetine bildirmeğe mezunum. İngiltere Hükümeti adına ne görüşme yapmak, ne de konuşmak için, hiçbir resmi sıfatım yoktur. Buluşmanın İngiliz Zırhlısında olması ge­rekir. Zırhlıda, yüksek kişilikleri, layık olduğu surette kabul edilecektir. Karaya dönüşlerine kadar tam bir hürriyet içinde bulunacaklardır. Bu şe­kil kabul edildiği takdirde, size uygun gelecek tarih ve saatlerin lütfen ta­yinini rica ederim”35. Mustafa Kemal Paşa, bu mektupla ilgili olarak, “Bu mektuba göre; General Harrington ile temas arayan ve onunla görüşmek arzusunu gösteren ben olduğum anlaşılıyor. Halbuki, gerçek böyle değil­di…” diyerek, gönderdiği cevapta: “…Milli isteklerimiz sizce malûmdur. Milli topraklarımızın düşmanlardan tamamiyle kurtarılması; milli sınırları­mız içinde siyasi, mali, iktisadi, askeri, adli, kültürel tam istiklalimiz kabul edildiği takdirde, görüşmelere girmeye hazır olduğumuzu beyan ederim… Görüşmelerin, size olağanüstü bir kabul gösterilecek olan İnebolu Kasaba­sında ve karada olması tarafımızdan uygun görülmüştür. Bu görüşlerde aramızda fikir birliği olup olmadığını açıklayacak cevabınızı bekliyorum. Yüksek maksadınız, sadece durum hakkında fikir alışverişi ise, bunun için arkadaşlarımızdan birini memur edebiliriz…”36. Paşa, bu mektuba bir ce­vap gelmediğini belirtiyor.
VI. Sakarya’ya Doğru
“…İkinci İnönü Muharabesinden sonra, üç ay kadar bir zaman geçti. Ondan sonra, 10 Temmuz 1921 tarihinde, Yunan Ordusu tekrar cephemize genel taarruza geçti…”37 diyerek Sakarya Meydan Muharebesine ön alan durumu özetleyen Mustafa Kemal Paşa, şu değerlendirmeyi yapıyor: “… İkinci İnönü Muharebesinden sonra, genel seferberlik yapmış olan Yunan Ordusu; insan, tüfek, makineli tüfek ve top sayısınca ordumuza önemli derecede üstündü. Temmuzda Yunan Ordusu taarruza başladığı zaman, Milli Hükümetin ve mücadelenin gelişmeleri, bizim genel seferberlik ilanımıza ve bu suretle milletin bütün kaynaklarını ve vasıtalarını, başka hiçbir düşünceye bağlı olmaksızın, düşman karşısına toplamaya henüz uygun ve katlanılabilir görülmemişti. İki ordu arasındaki kuvvet, vasıta ve şartlar nispetsizliğinin başlıca belirgin sebebi bundadır. Bunun neticesi olarak; biz, henüz tümenlerimizin, özellikle nakil vasıtalarını teda­rik ve ikmal edemediğimizden, hareket kabiliyetleri yoktu. Yunan milleti­nin bütün kuvveti ile yaptığı bu taarruz karşısında, bizim askeri olan esas vazifemiz, milli mücadelenin başlangıcından beri takip ettiğimiz vazife idi ki; her Yunan taarruzu karşısında kaldıkça; bu taarruzu, direnmek, uy­gun hareketlerle durdurmak ve etkisiz kılmak ve yeni orduyu meydana getirmek için zaman kazanmak suretinde özetlenebilir. Son düşman taar­ruzu karşısında da, bu esaslı vazifeyi gözden uzak tutmamak zorunlu idi. Bu nedenle; 18 Temmuz 1921 günü, İsmet Paşa’nın Eskişehir güneybatı­sında, Karacahisar’da bulunan karargahına giderek, durumu yakından in­celedikten sonra; İsmet Paşa’ya, genel olarak şu direktifi vermiştim: Ordu­yu Eskişehir kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusu ile araya büyük bir mesafe koymak lazımdır ki; ordunun düzenlenmesi, düzeltilmesi ve kuvvetlendi­rilmesi mümkün olabilsin. Bunun için, Sakarya doğusuna kadar çekilinebilir. Düşman, durmaksızın takip ederse, hareket üssünden uzaklaşacak ve yeniden menzil (ikmal ve hizmet) hatları kurmaya mecbur olacak; her halde, ummadığı birçok Zorluklarla karşılaşacak; buna karşılık, bizim ordumuz, toplu bulunacak ve daha uygun şartlar içinde olacaktır. Bu hareket tarzımızın en büyük sakıncası, Eskişehir gibi önemli yerlerimizi ve çok araziyi düşmana bırakmaktan dolayı kamuoyunda hasıl olabilecek manevi sarsıntıdır. Fakat; az zamanda elde edebileceğimiz, başarılı sonuçlarla bu sakıncalar kendiliğinden giderilmiş olacaktır. Askerliğin icabını te­reddüt etmeden tatbik edelim. Diğer sakıncalara mukavemet ederiz “38.
VII. Mustafa Kemal Paşa Başkumandan:
Kesin bir sağduyuya dayanan bu askerce kararın yankıları derin olur. Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri ile, “… Gerçekten tahmin ettiğim manevi sakıncalar hemen görüldü. İlk tesirler, Mecliste kendini gösterdi. Özellikle muhalifler, kötümser nutuklarla feryada başladılar: Ordu nereye gidiyor? Mil­let nereye götürülüyor? Bu harekatın elbette bir sorumlusu vardır; o nerededir? Onu göremiyoruz- Bugünkü acıklı halın, acı durumun gerçek sorumlusunu ordunun ba­şında görmek isterdik, diyorlardı. Bu şekilde konuşanların anlatmak ve söyle­mek istediklerinin ben olduğuma şüphe yoktu… Ben, görüşmeler ve tartış­malarla beliren kanaatleri lüzumu kadar düşünüyor ve inceliyordum… Be­nim fiilen kumandayı üstlenmem, bütün mecliste son çare ve son tedbir sayıldı. Meclisin bu görüşü, hızla Meclis dışına da yayıldı. Adeta, benim susuşum; kumandayı fiilen üstlenmeye isteksizliğim, felaketin kesin ve ya­kın olduğu fikir ve görüşünü genel bir hale koydu. Bunu anlar anlamaz, (4Ağustos’ta) derhal kürsüye çıktım. Üyelerin hakkımda gösterdikleri sev­gi ve güvene teşekkür ettikten sonra, Başkanlık makamına şöyle bir önerge verdim: Meclis Sayın Üyelerinin genel surette beliren arzusu üzerine, Başkumandanlığı kabul ediyorum. Bu vazifeyi, şahsen üstlenmekten doğacak yararları en ça­buk olarak elde edebilmek ve ordunun maddi ve manevi kuvvetini en kısa sürede arttırmak, ikmal ve sevk ve idaresini bir kat daha güçlendirmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisinin haiz olduğu yetkiyi fiilen kullanmak şartı ile; üzerime alıyorum. Hayatım boyunca, milli hakimiyetin en sadık bir çalışanı olduğumu mil­letin önünde bir defa daha vurgulamak için, bu yetkinin üç ay gibi kısa bir müddetle sınırlandırılmasını ayrıca talep ederim… 4 Ağustos’ta, mesele bir ka­rara ulaşmadı. Görüşme, 5 Ağustos 1921 günü de devam etti… Vermiş ol­duğum önergeyi (açıklamalarıma göre) bazı maddelere dönüştürerek, bir proje olmak üzere Meclise takdim ettim… 5 Ağustos 1921 tarihli, bana Başkumandanlık verilmesiyle ilgili kanun çıktı. Bu kanunun ikinci madde­sine göre, bana verilmiş olan yetki şu idi: Başkumandan, ordunun maddi ve manevi kuvvetini azami surette tezyit (artırma) ve sevk ve idaresini bir kat daha tarsin (güçlendirme) hususunda Türkiye Büyük Millet Meclisinin buna müteallik (ilgili) selahiyetini Meclis namına fiilen istimale mezundur. Bu maddeye göre; benim vereceğim emirler, kanun olacaktı… Başkumandanlığı fiilen üstlen­dikten sonra, birkaç gün Ankara’da çalıştım. Ankara’daki çalışmalarım, sadece, Ordunun insan ve nakil vasıtalarınca kuvvetini arttırma, yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını sağlama ve düzenleme ile ilgili tedbir ve tertipler al­makla geçti. Sözünü ettiğim hususları temin için, iki gün zarfında, 7 ve 8 Ağustos 1921 tarihlerinde, tekalif-i milliye (Milli yükümlülükler) emri adı altında yaptığım genel tebliğlerden her biri, bir harbin kazanılması için ne derece hurda şeylerin bile dikkate alınması gerektiğine dair bir fikir (verir örneklerdir)… Emirlerimin ve bildirilerimin yapılmasını sağlamak için teşkil ettiğim istiklal mahkemelerini Kastamonu, Samsun, Konya, Eskişehir bölgelerine gönderdim. Ankara’da da bir mahkeme bulundurdum…”39.
VIII. Sakarya Zaferi:
Mustafa Kemal Paşa, 12 Ağustos 1921 günü, yanında Erkan-ı Harbiyeyi Umumiye Reisi (Genelkurmay Başkanı) Fevzi Paşa olduğu halde, Po­latlı’da Cephe Karargahına gider. Kendisi, durumu şöyle anlatıyor: “…Düşman Ordusunun cephemize temas ederek sol kanadımızı kuşatacağına hüküm vermiştik. Tedbir ve tertiplerimizi, tam bir cesaretle, bu görüşe göre aldırdım. Olaylar, doğru düşündüğümüzü gösterdi. Düşman Ordusu, 23 Ağustos 1921’de, ciddi olarak cephemize temas ve taarruza başladı. Birçok kanlı ve buhranlı safhalar ve dalgalar oldu. Düşman Or­dusunun üstün grupları, müdafaa hattımızın birçok parçalarını kırdılar. Bu ilerleyen düşman birliklerinin karşısına, kuvvetlerimizi yetiştirdik. Mey­dan Muharebesi, 100 kilometrelik cephe üzerinde cereyan ediyordu. Sol kanadımız, Ankara’nın 50 kilometre güneyine kadar çekilmişti. Ordumu­zun cephesi, batıya iken güneye döndü; arkası, Ankara’ya iken kuzeye ve­rildi. Cephe, değiştirilmiş oldu. Bunda hiç sakınca görmedik. Müdafaa hattımız, kısım kısım kırılıyordu. Fakat hemen, kırılan her kısım, en yakın bir mesafede yeniden tesis ettiriliyordu. Müdafaa hattına çok ümit bağla­mak ve onun kırılması ile, Ordunun büyüklüğü ile mütenasip, uzun me­safe geriye çekilmek nazariyesini kırmak için; memleket müdafaasını başka bir tarzda ifade ve bu ifademde İsrar ve şiddet göstermeyi faydalı ve etkili buldum. Dedim ki: Hattı Müdafaa (Savunma Hattı) yoktur, sathı müdafaa (savunma bölgesi) vardır. 0 satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, va­tandaşın kam ile ıslanmadıkça, terk olunamaz. Onun için; küçük büyük her birlik, bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat; küçük büyük her birlik, ilk durabildiği nok­tada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmeye mecbur olduğunu gören birlikler, ona tabi olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar sebat ve mukavemete mecburdur. İşte, Ordumuzun her ferdi, bu sistem dahilinde, her adımda en büyük fedakarlığı göstermek su­retiyle; düşmanın üstün kuvvetlerini yok ederek, yıpratarak, sonunda onu, taarruzuna devam kabiliyet ve kudretinden mahrum bir hale getirdi. Mu­harebe durumunun bu safhasını hisseder etmez, derhal, özellikle sağ ka­nadımızla Sakarya Nehri doğusunda, düşman ordusunun sol kanadına ve bundan sonra cephenin mühim kısımlarına karşı taarruza geçtik. Yunan Ordusu yenilmeye ve geri çekilmeye mecbur oldu. 13 Eylül 1921 günü, Sakarya Nehrinin doğusunda düşman ordusundan eser kalmadı. Bu suretle; 23 Ağustos gününden 13 Eylül gününe kadar, bu günler dahil olmak üzere 22 gün ve 22 gece aralıksız devam eden Sakarya Melhameyi Kübrası (Büyük İmha Muharebesi) yeni Türk devletinin tarihine, cihan tarihin­de ender olan bir meydan muharebesi misali kaydetti…”40.
Mustafa Kemal Paşa, Sakarya Zaferinin hemen ertesi günü, (14 Eylül 1921), millete şu beyannameyi yayımlar; “Mukaddes topraklarımızı çiğneyerek Ankara’ya girmek ve memleket istiklalinin fedakar muhafızı olan or­dularımızı imha etmek isteyen Yunan Ordusu, yirmibir (yirmiiki) gün devam eden pek kanlı muharebelerden sonra, Tanrı’nın yardımı ile mağlûp edilmiştir. Ordumuzun karşı taarruza geçmesi üzerine, yüz geri etmek suretiyle, kahraman Türk askerlerinin süngülerinden kurtulmak isteyen düşman ordusuna geri çekilişi sırasında aman verilmemiş ve mühim kuvvetleri Sakarya doğusunda imha olunmuştur. Sakarya’dan geçerek şaşkın ve gayrı muntazam batıya yönelen kısımlarının dahi arkasını bırakmıyarak, masum Türk milletinin hayat ve istiklaline canavarca tecavüz edenle­re layık olan cezayı vermek için; Ordumuz, sönmez bir azim ve yiğitlikle vazifesini ifaya devam ediyor. İstanbul’da, o zaman, kendisine Türk hükümeti namını veren ve fakat yabancılara hoş görünmek gayreti ile, Türk milletinin en mukaddes menfaatlerini ayaklar altına alan vatan mu­habbetinden mahrum birtakım mevki sahibi kimselerin canicesine müsa­mahasından istifade ederek İzmir’e çıkan düşman, bundan evvel dahi, İnönü’nde, Dumlupınar’da birkaç kere Türk azim ve imanı karşısında ye­nilmişti. Ancak; bu derslerden ibret almayan ve hiçbir hakka istinad et­meyerek mübarek vatanımıza tecavüz etmekte İsrar eden Yunanlılar, bu defa Kral Konstantin’in saltanat hırsını tatmin için memleketlerinin bütün kaynaklarını açtılar. Para, asker, malzeme hususunda hiçbir fedakarlıktan çekinmeyerek aylarca hazırlandılar. Ayrıca; doğudaki siyasi menfaatlerini muhafaza etmek için masum kanların dökülmesini arzu eden bazı yabancı dostlarının gizli ve açık yardımlarına, teşviklerine istinat ettiler. Bu suretle vücuda getirdikleri muntazam ve donatılmış büyük bir ordu ile, korkusuz­ca Anadolu içerlerine saldırdılar. Düşünmediler ki; Türklerin vatan sevgisi ile dolu olan göğüsleri, kendilerinin lanetli ihtiraslarına karşı daima de­mirden bir duvar gibi yükselecektir. Gerçekte milletimiz, düşmanın hazır­lıklarına karşı koymak için, hiçbir fedakarlıktan çekinmedi. Ordumuzu takviye için para, insan, silah, hayvan, araba, kısacası her ne lazımsa, tam bir istekle, esirgemeyerek verdi. Avrupa’nın en mükemmel vasıtaları ile donatılmış olan Konstantin Ordusundan Ordumuzun teçhizat itibarı ile de geri kalmaması ve hatta ona üstün olabilmesi gibi inanılmaz mucizeyi Anadolu halkının fedakarlığına borçluyuz. Milli maksat uğrunda millet fertlerinin kişisel menfaatlerini küçük görme yolunda gösterdikleri harikalar, torunlarımız ve nesillerimizin sonsuza kadar övgü sermayesi olacaktır. Bu umumi gayretler sayesindedir ki; Ordumuz, ölümü küçük görmek için hiçbir dakika tereddüt etmeyecek surette yüksek bir manevi kuvvetle düşman üzerine atıldı. Canımızı, namusumuzu almak üzere Haymana Ovalarına kadar gelen düşman eratı esir düştükleri zaman, soylu askerleri­mizden ilk yalvarma seslenişi olarak bir parça ekmek istemeleri manzarası, mağrur düşmanlarımızın akıbetini gösteren manalı bir levhadır. Bu derece büyük bir fedakarlık hissi ile topraklarını müdafaa eden milletimiz, ne ka­dar iftihar etse haklıdır… Milli hudutlarımız dahilinde, yabancı idaresin­den kurtulmuş olarak, her medeni millet gibi hür yaşamaktan başka bir gayesi olmayan Türk milletinin meşru hakkı, nihayet insanlık ve medeni­yet dünyası tarafından teslim olunacaktır. Ancak, silahlarımızı maksadımız tamamen elde edildikten sonra bırakacağımızdan, pek yakın olan bu me­sut ana kadar, eskisi gibi bütün millet fertlerinin azami gayret ve fedakar­lık göstermesini beklerim…”41.
Sakarya Zaferinin içerde ve dışarda yankıları derin olur. İçerde; Türk milleti, Kurtuluş Savaşının akışını kendi lehine değiştiren bu büyük zaferi engin bir coşku ile kutlar. Fevzi ve İsmet Paşalar, 14 Eylül’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına şu ortak teklifte bulunur: “Bizzat muharebe meydanındaki tedbirleri ile zaferin engin yapıcısı olan Başkuman­dan Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine müşirlik (mareşallik) rütbesi ve Gazi unvanı tevcihini teklif ve istirham ederiz. Türkiye Büyük Millet Meclisinin bu tevcihi, milletimiz tarafından doğrudan doğruya bütün or­duya yönelik bir takdir ve taltif eseri olacağı kanaatinde bulunduğumuzu arz eyleriz”42. Bu teklif, oybirliği ile kabul edilir. Mustafa Kemal Paşa, bu hususla ilgili olarak, şöyle diyor: “…Diğer bir vazifem de, Ordu içinde, muharebe safları arasında, bizzat muharebeye temas etmek ve bizzat mücadeleyi idare etmekti. Bunu da, gücümün yettiği derecede, hatta bir kaza neticesi olarak sol kaburga kemiklerimden biri kırılmış olmasına rağmen; iyi bir şekilde yapmaya varlığımı adadığımı zannederim. Sakarya Muharebesi neticesine kadar, bir askeri rütbeyi haiz değildim. Ondan sonra, Büyük Millet Meclisince müşir rütbesi ile Gazi unvanı tevcih edildi. Osmanlı Devletinin rütbesinin yine o devlet tarafından alınmış olduğu malûmdur…”43. Kendisine rütbe ve unvan verilmesi nedeniyle, Paşa, 20 Eylül’de, Orduya şu beyannameyi yayımlar: “Arkadaşlar, milletimizi yabancıların elinde köle olmuş görmemek için giriştiğimiz bu muharebede, Sakarya Muzafferiyeti gibi adı daima anılacak yeni ve büyük bir zafer kazandınız. Benim gibi, ömrünü senelerden beri saflarınızın yanında geçirmiş olan bir silah arkadaşınız, kahredilmiş düşmanın geri çekilmesinden sonra; hakkında duyduğum takdir ve hayret, minnet ve şükranı ordunun her ferdi, memleketin her tarafından duyulacak kadar yüksek sesle söyle­meye lüzum gördüm. Sakarya boyunda verdiğimiz muharebe, çok evvelki muharebelerimizde olduğu gibi; Anavatanın yalnız bir köşesini, ufak veya büyük bir parçasını tehlikeye düşürmüyordu. Orada; biz, bütün memleket, bütün varlığımız ve istiklalimiz pahasına denecek kadar ehemmiyetli büyük bir mu­harebeye giriştik. 21 gün 21 gece, milletin istiklal fikri ile, bir milletin istila ve yağma fikri, birbiri ile boğuştu. Sizin başını eğmeye razı olmayan istiklal fik­riniz, ilerleyen düşmanı geri çekilmeye mecbur etti. Düşman ordusu, kız­gın bir ufuk üzerinde tüten ve yanan yüzlerce köylerimizi arkasında bıra­karak, ceza önünde kaçan bir cani gibi, geldiği yerlere gidiyor. Halbuki; o, bir muharebe değil, bir akın düşünüyordu. Fikir ve imanın mutlak kudretli kuvvetine, kazandığınız zafer kadar büyük bir delil olmaz. Maz­lum milletimizi tarihin en tehlikeli bir zamanında yeniden ışığa ve kurtu­luşa kavuşturan bu muharebede, sizin Başkumandanınız olmaktan dolayı, bir insan kalbi için mukadder olabilecek en derin saadet ve iftihar duy­dum. Kumandanlara: Tehlike büyüdükçe yükselen azim ve tedbiriniz, de­rin ve hassas zekalarınızla muharebenin muvaffak bir surette sevk ve ida­resinde gösterdiğiniz olağanüstü beceriklilik için; Subaylara: Trablusgarp, Balkan ve Cihan (I. Dünya) Harbinden henüz çıkmış iken; bir ateşten di­ğerine geçerek milletin istiklal mücadelesinde tuttuğunuz yer, genç ve aziz başlarınızın üzerinde dönen yeni ölüme karşı gösterdiğiniz küçük görme ve kalplerinizde ışıldayan ve bize zafer yolumuzu aydınlatan millet aşkı ve bütün heyecanla seyrettiğim sayısız kahramanlıklarınız için; Erlere: Kurtu­luş için yaptığınız bu savaştan çok daha evvel, sizi başka muharebe mey­danlarında da tanımıştım. Dünyanın hiçbir ordusunda, yüreği seninkin-den daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. Kanaatinle, imanınla, itaatinle, hiçbir korkunun yıldırmadığı demir gibi temiz kalbinle, düşmanı nihayet alt eden büyük gayretin için; minnet ve şükranımı söyle­meyi kendime en aziz bir borç bilirim. Sizin gibi kumandanları, subayları, erleri olan bir millete, yad elleri altında köle olmak mümkün değildir. Bu defa Türkiye Büyük Millet Meclisinin hakkımda yeni bir rütbe ve unvanla belli olan iltifat ve teveccühü, doğrudan doğruya size aittir. Milletin verdi­ği bu rütbeyle yükselen ordu, en şerefli, en ulu bir gaza ile seçkinleşen, yine ordudur. Zaferden dolayı sizin kahramanlıklarınızla, sizin gösterdiği­niz sonsuz fedakarlıklar pahasına kazanılan bu büyük muzafferiydin mil­let tarafından takdirine delalet eden bu rütbe ve unvanı, ancak size yakış­tırarak, bütün askerlik hayatımın en büyük iftihar kaynağı olarak taşıyaca­ğım. Tanrı, giriştiğimiz Kurtuluş Mücadelesinde şerefli silah arkadaşları­ma kendilerini seçkin kılan asaletin, civanmertliğin, kahramanlığın hakkı olan kesin kurtuluşu nasibetsin” 44.
Sakarya Zaferinin dış dünyadaki yankılarına gelince; bu konuda, dikkate değer yorum ve değerlendirmeler birbirini izler. Örneğin; tanınmış The Times Gazetesinin 14 Eylül 1921 tarihli sayısında şu yorum göze çar­pıyor: “Yunanlılar, Ankara’ya erişmekte kesinlikle başarısızlığa uğradılar ve şimdi batıya doğru çekilmektedirler. Eski Frikya Krallığının ülkesi Sa­karya havzasında, 18.000 kişi zayiat verdikten sonra, Kral Konstantinin Ordusu geri çekilmek zorunda bırakıldı… Mustafa Kemal’in Ordusu, zayi­at vermiş olmakla beraber, boyun eğmemiştir ve kış içersinde gücünü ye­niden toparlayabilecektir. Yunan başarısızlığı sonucu, Türk Milliyetçi Li­derinin Doğu’daki prestiji artmıştır… Müttefikler şimdi acıklı bir çıkmazla karşı karşıya bulunmaktadırlar… Her halde, Yakındoğu konusunda, Müttefiklerin yeni bir politika tespit etmeleri anı gelmiştir… Anadolu’nun bağrına karşı bu hamle (Yunan Taarruzu), bir felaketle sonuçlanmazsa, şükredilmelidir…”45. Ünlü ingiliz tarihçisi Toynbee ise, Sakarya Meydan Muharebesini, derin bir görüşle şöyle değerlendiriyor: “…Karşılaşma, şid­detli çarpışmalarla, aralıksız üç hafta sürmüştür. Türklerin önderi, sık sık savaş alanının ortasında idi. Bir seferinde de, ciddi bir şekilde yaralanmış­tı. Türkler ve Yunanlılar, göğüs göğüse gelmişlerdi. Bu, hemen hemen eşit güçler arasında geçen korkunç bir çatışma idi. Bu, gerçekten; Doğu ile Batı’nın, Batılılaşmış bir devlet ile yeni Türkiye’nin üstünlük için çarpışmaları idi. Üç hafta sonunda Türklerin direncini kıramayan Yunanlı­lar, nihayet, ilerlemekten vazgeçmek ve karşı saldırıya geçen Türk Milli­yetçileri önünde geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Yunanlıların moralle­ri çökmüştü. 16 Eylülde genel geri çekilme emri verilmişti. Ve yenik Yu­nanlılar çekilirken, yolları üstündeki köyleri durmaksızın yakıp yıkıyorlar­dı. Ayın yirmiüçünde, Eskişehir-Afyon hattındaki eski mevzilerine kadar çekilmişlerdi… Sakarya Savaşı ile, Türk-Yunan Savaşında durum, tersine dönmüştü. Denilebilir ki; bu savaş, içinde yaşadığımız yüzyıl tarihinin en büyük savaşlarından biridir. Bu savaşı izleyen bir yıllık durgunluk, Türklere güçlerini toplamak ve orduyu daha iyi duruma getirmek için bol zaman kazandırmıştır…” 46. Nihayet; Bir Amerikalı yazarın şu değerlen­dirmesi gerçekten anlamlıdır: “…Sakarya kıyılarındaki Türk Zaferi, Yakın ve Ortadoğunun siyasal yüzünü kökünden değiştirmiştir. Batı, 200 yıldan beri yaşlı Osmanlı İmparatorluğunu hırpalıyordu. Fakat, Sakarya Nehrin­de Türk’ün kendisi ile karşılaşmış ve Türk’e dokunduğu an, tarihin akışı değişmiştir. Tarih, bir gün, Sakarya kıyılarındaki bu pek az bilinen çarpışmanın, çağımızın kesin sonuçlu muharebelerinden biri olduğunu anlaya­caktır…” 47.
IX. Ankara İtilafnamesi:
Stratejik nitelikli bu büyük askeri başarının, Sakarya Zaferinin, siyasal alandaki sonucunu, Mustafa Kemal Paşa, şu sözlerle belirtiyor: “… Sakar­ya Muzafferiyetinden sonra, Batı ile olan müspet ve neticeli temas ve münasebetimizi Ankara İtilafnamesi teşkil eder. Bu İtilafname, Ankara’da, 20 Ekim 1921’de imza edilmiştir… Bu İtilafname ile, siyasi, iktisadi, askeri, vb., hiçbir hususta istiklalimizden hiçbir şey feda etmeksizin, vatanımız bölümlerinin kıymetli parçalarını işgalden kurtarmış olduk. Bu İtilafname ile milli emellerimiz, ilk defa olarak, Batı devletlerinden biri tarafından tasdik ve ifade edilmiş oldu…”48.
Mustafa Kemal Paşa, Fransa ile iyi ilişkiler sürdürme yolunda tam bir diplomatik incelikle davranarak, yardımına inandığı Fransız otoriteleri­ne mektuplar göndermeyi ihmal etmez. Özellikle; Afrika Harekatı ile ünlü Mareşal Lyautey’e ve Fransız politikasında etkin bir rol sahibi Senatör (sonraları Başbakan) Mösyö Poincare’ye 23 Aralık 1921’de gönderilen şu mektuplar dikkati çeker niteliktedir: “Sayın Mareşal, (Fransız Gazeteci) Madam Berthe George-Gaulis, ricam üzerine, bu birkaç satır yazının size ulaştırılmasını kabul etmekle; şimdiye kadar gösterdiği sayısız dostluk delillerine yeni bir tanesini ilave etmek nezaketinde bulundu. İstiklalimiz için giriştiğimiz savaşta, bize karşı göstermek lütfunda bulunduğunuz sempatiden dolayı en derin minnet hislerimi ifade etmek için, işte bu fırsattan faydalanıyorum. Fransa, kendisinden umduklarımızda bizi hayal kırıklığı­na uğratmadı ve en yetkili şeflerinin muhabbet sözleri ile, yaşadığımız o müşkül anlarda bizi teselli etmeyi, maneviyatımızı yükseltmeyi bildi. Fransa’nın yüksek menfaatlerini ve Akdeniz’de işgal ettiği hususi mevkii idrak etmek basiretini gösteren ve Fransa’nın Yakındoğu’da geleneksel po­litikasını devam ettirmeye taraftar olan kimseler arasında Ekselansınız bi­rinci planda yer almış ve hiç şüphesiz ki, yüksek müdahaleniz, terazinin bizden yana meyletmesine amil olmuştur. Her iki tarafın karşılıklı olarak sarfettiği gayretlerin, Ankara Antlaşmasının yapılması suretiyle, meyveleri­ni vermiş olduğunu görmekle bahtiyarız. Ve iki millet arasında en geniş anlayış ve samimiyetle yeniden kurulan, yüzlerce yıllık maziye sahip, dost­luk münasebetleri üzerine en mutlu tesirleri yaratmaktan geri kalmayacak olan bu vesikaya büyük ümitler bağlamaktayız. Yüksek değerini takdir et­tiğimiz bu kıymetli sempatiyi, Sayın Mareşal, bizden esirgememekte de­vam edeceğinizi ümit ederim…” “Sayın Senatör, Türkiye’nin size büyük bir minnettarlık borcu bulunduğu kanısı ile, bizim haklı davamızı savun­maktaki büyük payınız için, içten teşekkürlerimi sunarım. Fransız yiğitlik ruhuna uygun olarak; siz, bunca özveri ile ve kahramanlıkla kendi bağım­sızlığı için savaşan bahtsız Türk halkından yana sesinizi yükselttiniz. Sizin asil çabalarınız, Ankara Antlaşması ile ilk meyvelerini verdi. Yakındoğu kaderinin kefesine cömertçe konmuş olan sizin yüksek otoritenizin, ileride, Fransız politikasının yüzyıllardır özen gösterdiği Akdeniz dengesinin ko­runması ile sıkı sıkıya bağlı olan İzmir ve Trakya sorunlarının hakça çözümünde de ağır basacağına şüphem yoktur…”49.
X. Vatan Müdafaasında Birlik:
Sakarya Zaferinden sonra, Başkumandan olarak, “…Maddi, mühim vazifelerim de vardı. Onlardan biri, harp ve muharebe karşısında millete aldırmaya mecbur olduğum durumdu” diyen Mustafa Kemal Paşa, şu değerlendirmeyi yapar: “…Harp ve muharebe demek, iki milletin, yalnız iki ordunun değil; iki milletin, bütün mevcudiyetleri ile ve bütün varı yoğu ile, bütün maddi ve manevi varlıkları ile, birbiri ile karşı karşıya gelmesi ve birbiri ile vuruşması demektir. Bu nedenle; bütün Türk milletini, cephede bulunan ordu kadar, fikir, his ve fiil alanında ilgilendirmen idim. Millet fertleri, yalnız düşman karşısında bulunanlar değil; köyde, evinde, tarlasında bulunan herkes, silahla vuruşan savaşçı gibi; kendini vazifeli hissederek, bütün varlığını mücadeleye adayacaktı. Bütün maddi varlığını vatan müdafaasına adamakta yavaş davranan ve göz yuman milletler, harp ve muharebeyi ciddi olarak göze almış ve başarabileceklerine inan­mış sayılmazlar. Gelecekteki harplerin tek başarı şartı da, en ziyade bu arz ettiğim hususta yer almış olacaktır… Millet, bundan sonra, bu güne kadar olan tecrübeleri de gözden geçirerek; aziz vatanın taarruza uğrama­sını imkansız kılan sebep ve şartları, daha geniş ve daha açık ve daha ke­sin bir surette tespit eder…”50.
Çağdaş “Topyekûn Savaş” ilkesini dile getiren bu karakteristik görüşe karşılık; Büyük Millet Meclisinde, bazı çevrelerde, aceleci bir hava göze çarpar. Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri ile, “…Mecliste, Ordu aleyhine de bir cereyan vücuda getirilmişti. Diyorlar ki; Sakarya Muharebesinden sonra aylar geçtiği halde Ordu niçin taarruz etmiyor? Behemehal taarruz etmelidir. Hiç olmazsa, sınırlı belirli bir cephede bir taarruz yapılmalıdır ki; Ordumuzun taarruz kabiliyeti olup olmadığı anlaşılsın. Bu cereyana mukavemet ettik. Maksadı­mız, tamamen hazırlığımızı ikmal ederek umumi ve neticeli bir taarruz yapmak olduğu için, kısmen taarruz fikrini destekleyemezdik; bunda hiç­bir fayda yoktu… 4 Mart 1922 günü akşamı, cepheyi teftiş etmek üzere, Ankara’dan ayrılmaya karar vermiştim. Bu münasebetle, o gün, mecliste gizli celsede, bazı açıklamalarda ve ricalarda bulundum. Anlattım ki; Sa­karya Meydan Muharebesinden sonra, düşman ordusunu Eskişehir-Seyit-gazi-Afyonkarahisar genel hattına kadar takip eden kuvvetlerimiz, bütün ordu olmayıp; yalnız süvarilerimiz ve süvari birliklerimize istinat noktası olmak üzere ileri sürülen bazı tümenlerimizdi. Ordumuzun kararı taarruz­dur. Fakat; bu taarruzu tehir ediyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tamamen ik­male daha zaman lazımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten daha fenadır. Bekleyişimiz, taarruz kararından vazgeç­tiğimiz veyahut bunu başaracak gücü kazanmaktan ümitsiz olduğumuz suretinde görülmeye ve yorumlanmaya yer yoktur… Kurtuluş için, istiklal için, eninde sonunda düşmanla bütün varlığımızla vuruşarak onu yenmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz… Maddi ve bilhassa manevi düşüş, korku ile, aciz ile başlar. Aciz ve korkak insanlar, herhangi bir felaket karşısında milletin de tembelliğe yakalanmasına ve çekingen bir hale gelmesine sebep olurlar. Aciz ve tereddütte o kadar ileri giderler ki; adeta kendi kendilerini tahkir ederler. Derler ki; biz adam değiliz ve olamayız! ken­di kendimize adam olmamıza imkan yoktur. Biz, kayıtsız şartsız, varlığımızı bir yabancıya bırakalım… Türkiye’yi böyle yanlış yollarda çökme ve yıkılma vadisine sevk edenlerin elinden kurtarmak lazımdır. Bunun için, keşfolunmuş bir gerçek vardır. Ona uyacağız. O gerçek şudur: Türkiye’nin düşünme organını büsbütün yeni bir imanla donatmak; bütün millete yeni bir maneviyat ver­mek… Şimdi, düşmana taarruz için verilmiş olan kesin kararımızı tatbike başlamadan evvel; hazırlamaya ve tamamlamaya mecbur bulunduğumuz savaş vasıtalarının ne olduğunu arz edeyim: Tam üç vasıtanın hazırlığının kafi derecede olduğunu görmek lüzumunu hissediyorum. Onlardan birincisi ve en mühimi ve asıl olanı, doğrudan doğruya milletin kendisidir. Milletin, hayat ve istiklali için, kalbinde vicdanında beliren, gelişen arzu ve emellerin sağlamlığıdır. Millet, bu iç arzusunu ne kadar kuvvetli gösterirse; bu arzu ve emelinin gerçekleşmesi için ne kadar çok azim ve iman gösterirse, düşmanlara karşı başarı için o kadar kuvvetli bir vasıtaya malik olduğumuza kani olurum, ikinci vasıta, milleti temsil eden Meclisin milli arzuyu göstermede ve bunun icaplarını kanaatle tatbikte göstereceği azim ve yiğitliktir. Meclis ne kadar çok dayanışma ve birlik halinde milli arzuyu belirginleştirirse, düşmana karşı o kadar kuvvetli üstünlük vasıtamız olur. Üçüncü vasıta, milletin silahlı evlatlarından ibaret olup, düşman kar­şısında yığınak yapmış bulunan ordumuzdur…”51.
I. Temel Görüşler:
1922 yılı, başlangıcından itibaren, Mustafa Kemal Paşa’nın birçok diplomatik konuşmalarına ve basına verdiği demeçlere sahne olur. Çeşitli alanları kapsayan ve birbirini bütünler bir nitelik taşıyan bu konuşma ve demeçler, Mustafa Kemal Paşa’nın etkin temel görüşlerini yansıtması bakımından, dikkate değer. Örneğin; Ukrayna Büyükelçisi General Frunze’nin 3 Ocak’taki veda yemeğinde yaptığı konuşmada, Mustafa Kemal Paşa’nın şu gözlemleri çok anlamlıdır: “… Gerçekten; büyük hadiseler, fikirlerde büyük inkılaplar yapar… Umumi Harp (I. Dünya Savaşı) de, Türkiye halkı üzerinde tabii tesirini yaptı ve arzuya değer bir uyanıklık vücuda getirdi. Zalimler Türkiye halkını yoketmek istiyorlardı. Milleti öldürücü baskı altında bulunduran adaletsiz idare de bunlarla işbirliği yaptığından; millet, hem harice, hem de benliğine darbe vuran dahildeki idareye karşı ayaklandı. Bunun neticesi olarak, mukadderatını kendi eline aldı. Milletimizin bu günkü idaresi, gerçek anlamda bir halk idaresidir… Dünyadaki son hadise, Umumi Harp… bütün insanlığın düşünüşünde mühim intibalar hasıl eylemiştir. Gerçi bu intibaları hisseden milletlerin başında hala mevcut despot dimağlar, zorbalıklarını kuvvetleri ile yaşatmak için çabalıyor. Fakat; az zaman zarfında, bütün dünya, hakkın ne ta­rafta olduğunu teslim edecek ve toplumlar birer yüksek insanlık ailesi ha­line dönüşeceklerdir. İşte o zaman, milletlerin bütün gayesini insanlık ve karşılıklı sevgi teşkil edecektir. Bu düşünce hareketinin kuvvetli eserlerine Doğu’da, Asya’da tesadüf ettiğimiz gibi… Afrika’da da aynı fikir hareketinin mevcut olduğunu görürüz. Bizzat, bir sene devam eden bir muharebe esnasında Afrika’da, o mücadeleyi yapan insanlar içinde bulundum. Onla­ra yakından temasım, fikirlerine derin vukufum vardır. Afrika insanları, belki şahsi hürriyetlerini daha evvel idrak etmişlerdi. Fırsat bulamadılar. İstilacılar ve onların saldırgan orduları, kendilerini hiçbir vakit baskıdan uzak durmadı. Fakat; bu baskı ne kadar kuvvetli olursa olsun, en büyük fikir hareketine karşı duramayacaktır. İnsanlığa yönelik fikir hareketi ergeç muvaffak olacaktır. Bütün mazlum milletler, zalimleri bir gün yok edecektir. 0 zaman, dünya yüzünden zalim ve mazlum kelimeleri kalkacak; insanlık, kendi­sine yakışan bir sosyal düzene kavuşacaktır. Bizim milletlerimiz o zaman, bu gayeye vasıl olan milletler arasında, ön alışı ile ciddi olarak iftihar edecek­tir…” 52.
Vakit Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin (Yalman) ile yapılan ve 10 Ocak’ta yayımlanan konuşmasında, Mustafa Kemal Paşa, özellikle şöyle diyor: “… Her halde; halkımızı idare ile yakından ilgilendirmek, yani idareyi doğrudan doğruya halkın eline verebilecek bir idare tarzını tesis et­mek, hem milli hakimiyetin hakiki olarak temsili ve hem de bu sayede halkın, benliğini anlaması bakımından çok gerekli idi. İşte bu düşüncelerin, bu tetkiklerin ilhamı olarak proje yapılmıştı…. Misak-ı Milli, sulh yapmak için, en makul ve asgari şartlarımızı belirleyen bir programdır. Sulha ulaşmak için toplayacağımız esasları belirtir. Fakat, memleket ve milleti kurtarmak için sulh yapmak kafi değildir. Milletin gerçek kurtulu­şu için yapılacak çalışmalar, ondan sonra başlayacaktır. Sulhtan sonraki çalışmalarda muvaffak olabilmek, milletin istiklalinin korunmasına bağlıdır. Misak-ı Millinin hedefi onu temindir. Memleket ve milletin geleceğin­den gerçekten emin olabilmesi, bir defa halkçılık esasına dayanan idari teşkilatının hakkıyla yapılması ve kurulması ve tatbik olunması ile bera­ber; ekonomik durumumuzun milli refahımızı temin edecek tarzda düzel­tilmesine ve canlandırılmasına bağlıdır. Bu gerçekleri milli prensip tanıya­rak muhafaza edebilecek bir toplum olabilmemiz için de, eğitimimizi tamamiyle pratik ve gerçek ihtiyaçlarımıza uygun bir program çerçevesinde canlandırmak lazımdır ki; bu noktalarda başarı sayesinde memleket imar edilebilecek ve millet zenginleştirilebilecektir. Ufak bir program kadrosunu söylemek lazım gelirse; teşkilat, baştan sona kadar halk teşkilatı olacaktır. Genel idareyi halkın eline vereceğiz. Bu toplumda hak sahibi olmak, herkesin iş sahibi olması esasına dayanacaktır. Millet, hak sahibi olmak için çalışacaktır. Düzeltilecek şeyler ekonomi ve eğitimdir. Bu sayede memleket imar edilecek, millet refah sahibi olacaktır. Hiçbir millet ve memlekete karşı tecavüz fikri beslemeyiz- Fakat; varlığımızı ve istiklalimizi korumak için, bir de memleketimizin bu dediğimiz sahada rahatça ve tam bir inanışla çalışarak refahlı ve mutlu olmasını temin için, her vakit memleket ve milletimizi müdafaaya güçlü bir orduya sahip olmak da çalışmalarımızın seçkin unsurudur… Benim bütün tertipler ve uygulamalarda hareket prensibi yaptığım bir şey vardır: O da, vücuda getirilen teşkiller ve tesislerin şahısla değil; gerçekle devam edebildiğidir. Bu nedenle; herhangi bir program, filanın programı olarak değil; fakat, millet ve memleketin ihtiyacına cevap verecek fikirleri ve tedbirleri kapsaması bakımından kıymetli ve saygın olabilir…” 53. 11 Ocak 1922’de, Entransigeant Muhabirine verdiği kısa demeçte: “Türk sulh şartları, Misak-ı Millinin ilan günü olan 28 Ocak 1920’den beri bütün dünyaca bilinir. Bu şartlar, siyasi ve iktisadi tam istiklalin tasdiki, Fransa ile yapılan 20 Ekim Antlaşması, Türkiye’nin istiklaline hürmet edildikçe barışçı ve uyuşmacı olduğunu ispat eder….” diyen Mustafa Kemal Paşa; Petit Parisien Muhabiri ile de uzun bir konuşma yapar. “Bu beyanlar, hissiyatımıza karşı olsa da, Türkiye’nin takip ettiği siyasetin kıymetli bir delilidir. Her şeyden önce; Mustafa Kemal Paşa’nın, devletler tarafından Türkiye’ye tebliğ edilen bazı şartlara ne derece ısrarla itiraz ettiğini kaydetmeliyim” diye başlayan muhabir, Mustafa Kemal Paşa’nın şu açıklamalarını yazıyor: “…Meseleleri yalnız Yunanistan ile mi müzakare edeceğiz? O halde, Yunanlılara söylenecek yalnız iki kelimemiz vardır ki; birincisi, istila ettikleri topraklarımızı derhal terk etmeye davettir, ikinci kelime de, bu istila esnasında yaptıkları geniş tahriplerin tamirini istemektir. Eğer devletler yeni fedakarlıklar kabul ettirmeden ve yeni kan döktürmeden Yunanlılara topraklarımızı boşalttırmaya ciddi ola­rak karar verdilerse; bu boşaltmanın teminini bizzat kendileri üstlenmeli­dirler… Sulh yapılması ciddi bir surette arzu olunduğu takdirde; en emin vasıta, Türk topraklarının boşaltılması ve sulh görüşmelerinin açılmasıdır. Yunan Ordusu Anadolu’da kaldıkça, Müttefik devletlerin sulh yapabile­ceklerini zannetmem. Büyük Millet Meclisi Hükümeti veya bizzat ben, Türk milletine her şeyden evvel milli emellerinin elde edileceği hakkında teminat vermeye mecburuz… Eğer devletler, Yakındoğu’da barış yapmayı ciddi olarak arzu ediyorlarsa; yanlış olan hareket noktasından vazgeçmeli­dirler. Türk milleti, Yunanlıları kovmaya her ne pahasına olursa olsun ka­rar vermiştir…”54
Mart 1922’de Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesinde uzun bir denetleme gezisine çıkar. Bu sırada, yoğunlaşan dış siyaset olayları ile de yakın­dan ilgilidir. Nitekim; önce, İtilaf Devletlerinin 22 Mart 1922 tarihli müta­reke teklifi; sonra, 26 Mart 1922 tarihli sulh esasları ile ilgili teklifler nota­sı ile meşgul olur. Bu konuları Mustafa Kemal Paşa şöyle özetliyor: “…. İtilaf Devletleri Hariciye Nazırları, 22 Mart 1922 tarihinde, Türkiye ve Yunan Hükümetlerine mütareke teklifinde bulundu. Bu sırada, ben cep­hede bulunuyordum… Yunanlılar bu mütarekeyi hemen kabul ettiler. Yu­nan Ordusu Sakarya’dan sonra, maddi ve manevi bakımlardan yenilmişti. Bu ordunun yeniden geniş ölçüde hareket ve taarruz yaparak talihini de­nemeye bir daha kalkışması zordu… Yunan Ordusunu yeniden kesin so­nuç verecek harekata sevk etmek mümkün olamayınca; bizim de bir sene­ye yakın zamandan beri hazırlanması ile meşgul olduğumuz ordumuzu hareketsizliğe sevketmek, milli hükümete ümitler vererek beklenti içinde bırakmak ve bu suretle geçecek zaman zarfında, milli hükümeti ve ordu­muzu gevşetmek, (İtilaf Devletleri İçin) gerçekten mühim bir tedbirdi… 24 Mart 1922 tarihinde, Vekiller Heyeti Başkanlığına şu düşüncelerimi bildir­dim: Esas itibariyle, Müttefik Devletler Hariciye Nazırlarının müşterek olarak yaptıkları mütareke teklifine karşı retle karşılık vermek veya herhangi bir şekil ve surette isteksizlik veya güvensizlik hissi verecek tarzda karşılıkta bulunmak, doğru değildir. Aksine, mütareke teklifini iyi karşılamak lazımdır. Bu nedenle; vereceği­miz cevap olumsuz değil; olumlu olacaktır. Müttefik devletlerde iyi niyet yoksa, sonunda olumsuz davranış onlardan çıkmalıdır. Biz, yalnız, onların teklif ettiği şart­ları kabul edemiyeceğimizden; karşı şartlar ileri süreceğiz… 24/25 Mart gecesi Vekiller Heyeti ile Sivrihisar’da birleşerek, cevabi notayı görüşmek suretiy­le tespit etmeye karar verdik… Fakat; bu cevabı vermeye vakit kalmadan, Paris’te toplanan Nazırlar Konferansının 26 Mart 1922 tarihli ikinci bir notası alındı. Bu nota, İtilaf Devletlerinin sulh esasları hakkındaki teklifle­rini kapsıyordu… İtilaf devletlerinin mütareke teklifine ait olan ilk notaları­nın içeriği tahlil edildikten ve ikinci tafsilatlı notalarının kapsadığı şartlar görüldükten sonra, İstanbul Hükümeti de beraber olduğu halde (İtilaf Devletlerinin) aleyhimizde yok edici teşebbüs ve çalışmalar ile yeni bir saf­ha açtıklarına hükmetmek tabii idi. Buna karşı; durumu gayet ciddi görmek ve esaslı, büyük bir mücadeleye hazırlanmak lazım geliyordu. Ev­vela; bize teklif olunan şartların mahiyetini millete ve dünya kamuoyuna açıklamak uygundu… Her iki notaya, 5 Nisan 1922 tarihinde verilen (ce­vabımızda)… mütarekeyi esas itibariyle kabul ettik. Fakat; esas şart olarak, mütareke ile beraber tahliye işine başlanmasını çok gerekli saydık… Müta­reke hakkındaki tekliflerimiz Müttefik devletlerce kabul edildiği takdirde; sulh tekliflerini tetkik için, üç hafta zarfında murahhaslarımızı kararlaştırı­lacak şehre göndermeye hazır olduğumuzu bildirdik. Bu notamıza, 15 Ni­san 1922’de cevap verdiler. Pek tabii, olumsuzdu…” 55.
Mayıs 1922’de, Başkumandanlık Kanununun uzatılması işi gündemdedir. Mustafa Kemal Paşa’nın açıklamalarına göre, “… Başkumandanlık Kanunu, birinci defa 31 Ekim 1921’de; ikinci defa 4 Şubat 1922’de; üçüncü defa 6 Mayıs 1922’de uzatıldı. Her defasında muhaliflerin eleştiri­leri ve taşlamaları oldu. Özellikle üçüncü uzatma, mühimce bir vaka ha­linde oldu. 6 Mayıs 1922 gününe ön alan günlerde, zamanı geldiği için, kanunun uzatılması Mecliste söz konusu olmuş; ben, rahatsızlığım nede­niyle, Mecliste hazır bulunamamıştım. 5 Mayıs günü akşamı evime gelen Vekiller Heyeti, durumu şöyle izah etti: Mecliste muhalifler, benim, Başku­mandanlıkta kalmamı istemiyorlar. Birçok münakaşalı görüşmelerden sonra, mesele oya konmuş; usule göre, lazım gelen çoğunluk hasıl olmamış; yani Başkumandanlık Kanununun uzatılması kabul edilmemiş. Vekiller Heyeti, özellikle Erkan-ı Harbiyeyi Umumiye Riyaseti (Genelkurmay Başkanlığı) ve Müdafaa-yı Milliye Vekaleti (Milli Savunma Bakanlığı) -ki, askeri durumu yakından takip eden makamlardır- pek çok müteessir ol­muşlar. Meclisin gösterdiği ruhsal durum karşısında; kendilerinin de vazifeye devamında bir fayda olmayacağını ileri sürerek, istifaya kalkıştılar. Ordu, Meclisteki oylamadan sonra, kumandansız kalmıştı. Erkan-ı Harbiyeyi Umumiye Reisi ve Vekiller Heyeti de istifa ettiği takdirde; memleketin genel idaresinde düşünülmeye değer şiddetli bir bunalımın meydana gel­mesi kaçınılmazdı. Onun için; gerek Erkan-ı Harbiyeyi Umumiye Reisine ve gerek Vekiller Heyetine, daha 24 saat sabretmelerini ve beklemelerini rica ettim. Memleketin ve genel maksadın yüksek menfaati adına; ben de, Başkumandanlık vazifesini yapmaya devam kararını verdim ve bunu Vekiller Heyetine de bildirdim. Ertesi günü, yani 6 Mayıs 1922 de, bir gizli celsede Meclise izahat vereceğimi bildirdim… (Bu konuşmamı) özetlemekle yetineceğim: Başkumandanlık ve Başkumandanlık Kanunu meselesinde; başlangıçta olduğu gibi, bu gün de, lüzumsuzluğundan yahut değiştirilmesi gereğinden söz eden ve Başkumandanlığın bulunuşundan şikayetçi olan kimseler var… Ben, lüzumsuz bir mevkiin, bir makamın mutlaka de­vam ettirilmesi taraflısı değilim. Ancak; Başkumandanlık makamının ve bu makama yetki veren Kanunun lüzum ve lüzumsuzluğuna karar vere­bilmek için genel durumun, askeri durumun layıkı ile tetkik ve mütalaası icap eder… Bizim mühim ve asıl olan vazifemiz, siyaset yapmak değildir. Bizim ve bütün memleket ve milletin bugün tek vazifesi, topraklarımızda bulunan düşma­nı süngülerimizle kovmaktır. Bunu yapmadıkça; siyaset, anlamsız bir sözden ibaret kalır… Ben, milli maksadın temini için tek çarenin, muharebe ve muharebe­de basarı olduğunu söylüyorum. Bütün gücümüzü, bütün kaynaklarımızı, bütün varlığımızı orduya vereceğiz. Gücümüzü dünyaya tanıtacağız ve ancak ondan son­ra, milleti insan gibi yaşatmak mümkün olacaktır, diyorum… Gelir kaynakları­mızla ne yapabileceğimiz hakkındaki kaygı, belki herkesten çok beni meş­gul etmektedir. Yalnız; ben, ordumuzun varlığını ve kuvvetini paramızla müte­nasip bulundurmak nazariyesini kabul edenlerden değilim; paramız vardır, ordu ya­parız; paramız bitti, ordu dağıtın. Benim için böyle bir mesele yoktur. Para vardır veya yoktur, ister olsun ister olmasın; Ordu vardır ve olacaktır. Bu noktada bir hatıramı da canlandırayım. Ben, ilk defa bu işe başladığım zaman, en akıllı ve düşünür yaşayan birtakım kimseler bana sordular: Paramız var mıdır? silahımız var mıdır? yoktur, dedim. O zaman, o halde ne yapacaksın? dediler; para olacak, ordu olacak ve bu millet, istiklalini kurtaracaktır, dedim. Görüyorsu­nuz ki; hepsi oldu ve olacaktır… ihtiyaç, tehlike, bize her şeyi meşru göstermekte­dir… Bir gerçeği göz önüne sermek mecburiyetindeyim. Yüksek Meclisin, Başkumandanlığın lüzumuna inandığına şüphe olmamakla bareber; mu­halefetin, hiçbir esasa dayanmayan gösterileri, Meclis kararını istenmeyen noktada belli ettirdi. Bunun neticesi ne oldu biliyor musunuz? Başkumandanlık iki gündür karmaşık ve askıda bulunuyor. Bu dakikada ordu, kumandansızdır. Eğer ben, orduya kumanda etmekte devam ediyorsam, kanunsuz olarak kumanda ediyorum. Mecliste beliren oya göre, derhal kumandadan el çekmek isterdim ve Başkumandanlığımın son bulduğunu hükümete bildirirdim. Fakat, giderilmesi imkansız bir fenalığa meydan bırakmamak mecburiyeti karşısında bulundum. Düşman karşısında bulunan ordumuz, başsız bırakılamazdı. Bu nedenle; bırakmadım, bırakamam ve bırakmayacağım…” 56. Nihayet; Meclis, Paşa’nın sözleri ile, “adeta çarpışmalar tarzında münakaşalar” sonunda, ezici bir çoğunlukla, Başkuman­danlık Kanununu uzatır. Bu konu, 20 Temmuz 1922’de tekrar gündem­dedir. Fakat; bu kez, Meclisin havası çok daha değişiktir. Mustafa Kemal Paşa, Mecliste şöyle konuşur: “… Artık; manevi ve maddi kuvvet, ola­ğanüstü hiçbir tedbire ihtiyaç hissettirmeksizin; milli emelleri tam bir güvenle elde edecek dereceye ulaşmıştır. Bu sebeple; olağanüstü yetkilerin uzatılmasına lüzum ve ihtiyaç kalmadığı kanaatindeyim. Bu gün, yok olduğunu görmekle memnun olduğumuz bu ihtiyacın, bundan sonra da meydana gelmesini görmemekle mutlu olacağız. Başkumandanlık makamının uzatılması, olsa olsa Misak-ı Millimizin asıl ruhu ile beraber olarak, kesin sonuca ulaşacağımız güne kadar devam eder. Mutlu sonuca güvenle ulaşacağımıza şüphe yoktur. O gün; kıymetli İzmir’imiz, güzel Bursa’mız, İstanbul’umuz, Trakya’mız anavatana katılmış olacaktır. O mutlu günün gelişinde; bütün milletle beraber, en büyük saadetlere erişerek onurlana­cağız. Benim, başkaca, ikinci bir saadetim olacaktır ki; o da, mukaddes davamıza başladığımız gün bulunduğum mevkie geri dönebilmekliğim im­kanıdır. Milletin bağrında serbest bir fert olmak kadar, dünyada mutluluk var mı dır? Gerçekleri bilen, kalbinde ve vicdanında manevi ve mukaddes kazlardan başka Zevk taşımayan insanlar için, ne kadar yüksek olursa olsun, maddi makamların hiçbir kıymeti yoktur…” 57. Bu görüşmelerin sonunda; Mustafa Kemal Paşa’ya, Meclis tarafından süresiz olarak Başkumandanlık verilir.
1922 yılı ilkbaharı, Mustafa Kemal Paşa için, gerek yurt gezileri, gerek çeşitli görüşmeler ve demeçler bakımından, yine çök hareketlidir. Örneğin; 23 Nisan’da Yeni Gün Gazetesi Muhabirine, o seçkin günü şöyle değerlendirir: “23 Nisan, Türkiye Milli Tarihinin başlangıcı ve yeni bir dönüm noktasıdır. Bütün bir düşmanlık dünyasına karşı ayaklanan Türkiye halkının, Türkiye Büyük Millet Meclisini vücuda getirmek hususunda gösterdiği harikayı ifade eder” 58.
Mustafa Kemal Paşa 13-24 Haziran tarihleri arasında, Kocaeli Cephesini denetlemek ve bölgenin genel durumunu gözden geçirmek üzere, Sa­rayköy-Adapazarı-İzmit bölgesini kapsayan bir gezi yapar. 13 Haziran’da, Sarayköy istasyonunda, Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa ile buluşur ve “…Vagonda yapılan uzun görüşmelerden sonra, Ağustos sonlarında genel taarruzun yapılabileceği…” sonucuna varır 59. 18 Haziran’da ise, İzmit’te, tanınmış Fransız yazar Claude Farrere ile görüşür ve yaptığı uzun konuşmada şu dikkate değer görüşlere yer verir: “… Memleketimiz tehlikeli dakikalar yaşarken, milletimiz zulümlere maruz bulunurken, dünya­nın bütün adaletsizlikleri üzerimize yöneltilirken; bu zulme karşı göklere yükselen yüce bir ses, insani bir seda işitiliyordu. O sedanın sahibi, huzu­runda bulunmakla mesut olduğumuz Claude Farrere’dir. İnsanlar; adetle­rini, ahlaklarını, hislerini, eğilimlerini, hatta fikirlerini besleme ve terbiye­de; içinde yetiştiği toplumun genel eğilimlerinden kurtulamazlar. Fakat, bazı büyük yaradılışlar vardır ki; onlar, yalnız, mensup oldukları toplum­lara karşı kalplerini ve ruhlarını aynı halde tutarlar. İşte, Mösyö Claude Farrere, bu büyük insanlardan biridir… Dostumuzun, İstanbul’da geçirdi­ği beş on gün zarfında hasıl ettiği izlenimleri bilmem; fakat; İstanbul’da henüz düşmanların süngüleri ve tehditleri altında yaşayan o zavallı, o bahtsız vatandaşlarımızın kalplerindeki hicranlara elbette temas etmiş­tir… Türkiye halkı, yüzyıllardan beri hür ve müstakil yaşamış ve istiklali bir hayat gereği saymış bir kavmin kahraman evlatlarıdır. Bu millet istiklalsiz yaşamamıştır. Yaşayamaz ve yaşamayacaktır… Milletimiz, istiklaline vuru­lan darbeler ve varlığında açılan gedikler karşısında, göz yaşları döküyor­du. Dost ile düşmanı ayırt edemeyecek bir hale getirilmişti. Bu manzara karşısında, acı düşüncelere boğulmuştu. İşte, milletimizin bu boğulmuş halini, son bir yok edici darbe vurmak için fırsat bekleyenler vesile saydı ve gerekli anın geldiğini sandı. Karar verildi, hareket başladı. Artık, mas­keler atıldı. Türkiye parçalanacak; Türkiye halkı esir, zelil, sefil ve perişan edilecektir… Özellikle; batı’nın bazı hükümetleri ve siyasi ileri gelenleri, bunun böyle olmasında ısrar ediyordu ve şu anda da ısrar ediyor. Bu ha­reket tarzlarını dünya önünde mazur göstermek ve hatta kendi milletleri­nin gözünden gizlemek için başvurmadıkları tedbir kalmadı… Türkler vahşidir, zalimdir, medeniyet gereklerini kabule istidatlı değildir tarzında, aslında vahşilerin, zalim ve saldırganların haksız yere icat ettikleri bir formülü dillerine dolayarak kamuoyunu kandırmaya kalkıştılar. Bu teşebbüslerinde muvaffak olacaklarını zannettiler. Başka bir tedbire lüzum görmüyorlardı. Çünkü, Türkiye’nin yaşama kabiliyetinden tamamiyle mahrum olduğunu varsayıyorlardı. Halbuki; düşmanlarımız, bu zanlarında tamamiyle aldanmışlardır. Bu, muhakkaktır. Gerçekten, beyinleri birta­kım ihtiraslı hislerin dalgalar gibi çarptığı yer olan insanların görüşü ile ve birtakım yanlış zanlarla gerçeği değiştirmek ve hakkı söndürmek mümkün değildir ve bu güne kadar kainatta buna imkan bulunmamıştır… Türkiye halkının bütün fakirliğine ve zaruretler içinde olmasına rağmen, gizli veya açık düşman elleri ile bu gün içine atılmış olduğu uçurumun bütün deh­şetine rağmen; üç seneden beri kendi mukadderatını eline alarak hükümet idaresinde gösterdiği kabiliyet ve kudret, (orada olan öğrencileri işaretle) şu gördüğümüz çocukları vatana layık yetiştirmek için eğitim işle­rinde gösterdiği kabiliyet, memleketimizin hemen hemen bütünü ile kuşa­tılmış bulunmasına rağmen; varlığını korumak için asıl olduğuna inandığı iktisadi işlerinin düzenlenmesinde gösterdiği kabiliyet, doğuda ve batıda başarıları devam eden ve edeceğine kimsenin şüphe etmemesi lazım gelen düzenli ve büyük ordular teşkili hususunda gösterdiği pek büyük kabiliyet ve kudret, düşmanlarımızın ikinci görüşlerinde de, yani kabiliyetten mah­rum olduğumuz hakkındaki zanlarında da, ne kadar aldandıklarını ispata kafi deliller değil midir? …Varlığını anlamış olan, hürriyet ile esaret farkı­nı takdir eden, ölümü esarete tercih eyleyen ve bunu her gün fiilen ispat edegelen bir milleti mutlaka yok etmek gibi zalimce bir arzuya düşmek kadar, dünyada vahşet tasavvur olunur mu?… Düşmanlarımız, Türkiye’nin Hıristiyanlara zulmettiğini; yalancı, saçmasapan bir iftira halinde ileri sürerek, medeniyet dünyasının fikirlerini karıştırmak istiyorlar. Türkiye’nin davasındaki kutsallığı ve Türkiye’nin hakkını teslim eğiliminde olanların görüşlerini başka yönlere çevirmeye çalışıyorlar. Bütün bu iddialar, bir sürü yalan ve iftiradan ibarettir. Yeni Türkiye Devletinin idare sorumluluğunu üstlenmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, bütün davranışların­dan tarihe ve medeniyete karşı hesap vermekte bir an tereddüt etmez. Çünkü; bu hesaptan alnı ak olarak tamamiyle muzaffer çıkacağında şüphesi yoktur…” 60.
Mustafa Kemal Paşa, bu gezinin sonunda, 24 Haziran’da annesi ile birlikte, Ankara’ya döner. Paşa, 7 Temmuz’da Sovyet Elçiliğindeki davette şu anlamlı konuşmayı yapar: “… Türkiye halkının Doğu milletleri ile; Rusya ile, Azerbaycan ile, Afgan ile, İran ile olan bağları, yalnız hisler üzerine dayalı değildir. Hakiki, maddi, değişmez nitelikli birtakım esaslara dayanmaktadır… Bu gün dostlarımız emin olabilirler ki; biz, dünyada dost ile de, düşman ile de temasa gelebiliriz ve onlar da bizimle temas edebilirler. Fakat; bu temas, mevcut samimi bağları, dostluğu, daima sarsılmaktan koruyacaktır. Türkiye’nin bugünkü mücadelesinin yalnız Türki­ye’ye ait olmadığını, bütün arkadaşlarımız ifade etmiş iseler de, bunu bir defa daha vurgulamak lüzumunu hissediyordum. Türkiye’nin bugünkü mücadelesi, yalnız kendi nam ve hesabına olsa idi; belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye büyük ve mühim bir gayret sarfediyor. Çünkü; müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün Doğu’nun davasıdır ve bunu sona erdirinceye kadar; Türkiye, kendisi ile beraber olan Doğu milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir… “ 61.
II. Büyük Taarruz Öncesi:
Temmuz 1922, Türk milletinin kaderini belirleyecek olan Büyük Taarruzun, gerek harekat planlarını geliştirme, gerek eğitim ve lojistik alanlarında uygulamaları hızlandırma bakımından geniş çalışmalarla dolu bir aydır. Muhaliflerin, Mecliste “… Ordunun taarruz kabiliyeti olmadığından…” söz etmelerine karşılık; Mustafa Kemal Paşa, “… Ben, daha Hazi­ran ortasında taarruza karar vermiştim. Bu kararımdan, Cephe Kumanda­nı (İsmet Paşa) ile Erkan-ı Harbiyeyi Umumiye Reisi (Fevzi Paşa) ve Müdafaayı Milliye Vekili (Kazım Paşa), yalnız bunlar haberli bulunuyor­du…” 62 diyerek, sözlerini şöyle sürdürür: “Artık, Büyük Taarruzdan bah­setmek zamanı geldi… Öteden beri tasavvur ettiğimiz taarruz planımızın esasını arz edeyim: Düşündüğümüz, Ordumuzun asıl kuvvetlerini düşman cephesinin bir cenahında (yanında) ve mümkün olduğu kadar dış cena­bında toplayarak; bir imha meydan muharebesi yapmaktı. Bunun için uy­gun gördüğümüz durum, asıl kuvvetlerimizi düşmanın Afyonkarahisar ci­varında bulunan sağ cenah grubu güneyinde ve Akarçay ile Dumlupınar hizasına kadar olan sahada toplamaktı. Düşmanın en hassas ve mühim noktası orası idi. Çabuk ve kesin sonuç almak, düşmanı bu cenahından vurmakla mümkündü… Hareket ve taarruz planımız çok evvel tespit edil­mişti… 28 Temmuz 1922 günü öğleden sonra yapılacak bir futbol müsa­bakasını seyretmek vesilesi ile, Ordu Kumandanları ve bazı Kolordu Kumandanları (Batı Cephesi Karargahının bulunduğu) Akşehir’e davet edil­di. 28/29 (Temmuz) gecesi, kumandanlarla umumi bir tarzda taarruz hakkında fikir alışverişinde bulundum. 30 Temmuz 1922 günü, Erkan-ı Harbiyeyi Umumiye Reisi ve Garp Cephesi Kumandanı ile tekrar görüşerek, taarruzun tarz ve ayrıntılarını tespit ettik. Ankara’dan davet ettiğimiz Müdafaayı Milliye Vekili Kazım Paşa da, 1 Ağustos 1922 öğleden sonra Akşehir’e geldi. Ordu hazırlığının tamamlanmasında Müdafaayı Milliye Vekaletine ait olan hususlar tespit olundu. Ordunun hazırlıklarının ta­mamlanması ile taarruzun çabuklaştırılmasını emrettikten sonra, tekrar Ankara’ya döndüm… Artık, Vekiller Heyetini (Taarruz emri verdiğimden) haberdar etmek zamanı gelmişti. Yaptığımız bir toplantıda; iç, dış ve askeri durumu görüşüp tartıştıktan sonra, taarruz hususunda Vekiller Heyeti ile uyuştuk. Diğer bir mesele de mühimdi. Muhalifler; Ordunun çürüyüp döküldüğünden, kıpırdayacak halde olmadığından, böyle karanlık ve belir­sizlik içinde beklentinin felaketle sonuçlanacağından ibaret propagandala­rına çok hız vermişlerdi. Gerçi; Mecliste bu anlayış akımının yaptığı akis­ler, zaten düşmandan çok gizlemek istediğim harekat bakımından faydalı idi. Fakat; bu menfi propaganda, en yakın ve en inançlı kimseler üzerinde dahi kötü tesire başlamış; onlarda da tereddütler uyandırmıştı. Onları da, yakında yapacağım taarruz hakkında ve altı yedi günde düşman asıl kuv­vetlerini mağlup edeceğime dair olan itimadım hususunda aydınlatmayı ve sükûnete kavuşturmayı lüzumlu gördüm. Bunu da yaptıktan sonra, Ankara’dan ayrıldım… Hareketimi, pek sınırlı birkaç kişiden başka, bütün Ankara’dan gizledim. Benim ayrıldığımı bilenler, burada imişim gibi dav­ranacaklardı. Hatta benim, Çankaya’da çay ziyafeti verdiğimi de gazeteler­le ilan edeceklerdi… Trenle hareket etmedim. Bir gece, otomobille, Tuz Gölü üzerinden Konya’ya gittim… Konya’da bulunduğumun da hiçbir ta­rafa bildirilmemesini temin ettim. 20 Ağustos 1922 günü öğleden sonra saat dörtte Garp Cephesi Karargahında, yani Akşehir’de bulunuyordum. Kısa bir görüşmeden sonra, 26 Ağustos 1922 sabahı düşmana taarruz için Cephe kumandanına emir verdim… Taarruzumuz, stratejik ve aynı za­manda taktik bir baskın halinde yapılacaktı. Bunun mümkün olabilmesi için, yığınak ve tertiplerin gizli kalmasına ehemmiyet vermek lazımdı. Bu sebeple; bütün hareketler gece yapılacak, birlikler gündüzleri köylerde ve ağaçlıklar altında istirahat edeceklerdi. Taarruz bölgesinde yolların düzel­tilmesi ve benzeri faaliyetlerle düşmanın dikkatini çekmemek için, diğer bazı bölgelerde de aynı suretle aldatma faaliyetlerinde bulunulacaktı. 24 Ağustos 1922’de, Karargahlarımızı Akşehir’den, taarruz cephesi gerisindeki Şuhut Kasabasına aldırdık. 25 Ağustos 1922 sabahı da, Şuhut’tan, muharebeyi idare ettiğimiz Kocatepe’nin güneybatısında çadırlı ordugaha nak­lettik.
III. Büyük Taarruz ve Başkumandan Meydan Muharebesi:
26 Ağustos sabahı, Kocatepe’de hazır bulunuyorduk. Sabah saat 05.30’da, topçu ateşimizle taarruz başladı. 26, 27 Ağustos günlerinde, yani iki gün zarfında, düşmanın Karahisar’ın güneyinde 50 ve doğusunda 20, 30 kilometre uzunluğunda bulunan tahkim edilmiş cephelerini düşürdük. Mağlûp olan düşman ordusu büyük kuvvetlerini, 30 Ağustos’a kadar Aslıhanlar civarında kuşattık. 30 Ağustos’ta yaptığımız muharebe sonunda (buna Başkumandan Muharebesi unvanı verilmiştir), düşmanın asıl kuv­vetlerini imha ve esir ettik. Düşman Ordusu Başkumandanlığını yapan General Trikopis de esirler arasında idi. Demek ki; düşündüğümüz kesin sonuç, beş günde alınmış oldu. 31 Ağustos 1922 günü, Ordularımız, asıl kuvvetleri ile, İzmir genel istikametinde hareket ederken; diğer kısımları ile de, düşmanın Eskişehir ve kuzeyinde bulunan kuvvetlerini mağlûp et­mek üzere, hareket ediyorlardı. Başkumandan Muharebesinin neticesine kadar, her gün muvaffakiyetlerle inkişaf eden taarruzumuzu resmi tebliğ­lerle gayet ehemmiyetsiz harekattan ibaret gösteriyorduk. Maksadımız, du­rumu mümkün olduğu kadar dünyadan gizlemekti. Çünkü, düşman or­dusunu tamamiyle imha edeceğimizden emin idik. Bunu anlayıp, düşman ordusunu felaketten kurtarmak isteyeceklerin yeni teşebbüslerine meydan vermemeyi uygun görmüştük. Gerçekten; bizim hareketimizi hissettikleri zaman, taarruzumuzdan sonra müracaatlar olmuştur. Mesela; taarruz et­mekte bulunduğumuz sırada, İcra Vekilleri Reisi olan Rauf Bey’den… 4 Eylül tarihli bir telgraf almıştım. (5 Eylül’de) verdiğim cevap şudur (özet): Anadolu’daki Yunan Ordusu kesin surette mağlûp edilmiştir. Yunan Ordusunun ar­tık yeniden ciddi bir mukavemet göstermesine ihtimal yoktur. Anadolu için her­hangi bir müzakereye gerek kalmamıştır, ancak Trakya için söz konusu olabilir…” 63.
İtilaf Devletlerinin mütareke için Mustafa Kemal Paşa ile görüşme isteği tekrarlanmış; fakat, harekat, hedefine ulaşıncaya kadar; herhangi bir görüşme gerçekleşmemiştir. Bu konuda, Paşa, şöyle der: “…Bizzat bana verilen bir telsiz telgrafta, İzmir’deki İtilaf Devletleri Konsoloslarına benimle müzakerelerde bulunmak selahiyetini verdiklerinden, hangi gün ve nerede görüşebileceğim soruluyordu. Buna verdiğim cevapta, 9 Eylül 1922’de, Nif (Kemalpaşa)’te görüşebileceğimizi bildirmiştim. Gerçekten; dedi­ğim günde ben Nif’te bulundum. Fakat; görüşmeyi isteyenler, orada değildi. Çünkü; Ordularımız, İzmir rıhtımında ilk verdiğim hedefe, Akdeniz’e, ulaşmış bulunuyorlardı…”64.
Büyük Taarruz Harekatının kesin bir mutlu sonuca ulaşmasını “…Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Muharebesi ve ondan sonra düşman ordusunu tamamiyle imha veya esir eden ve kılıç artıklarını Akdeniz’e döken harekatımızı açıklamak ve nitelemek için söz söylemekten kendimi müstağni sayarım…” 65 sözleri ile özetleyen Mustafa Kemal Paşa’nın şu son değerlendirmesi soylu ve gerçekçi bir liderlik örneğidir: “Her safhası ile düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekat, Türk Ordusunun, Türk subaylar ve kumanda heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir daha tespit eden çok büyük bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal fikrinin ölmez abidesidir. Bu esen vücuda getiren bir milletin evladı, bir ordunun Başkumandanı olduğum için sonsuza kadar mesut ve bahtiyarım”66.
Eylül 1922, Mustafa Kemal Paşa’nın hayatında coşkulu bir aydır. Başkumandanı olduğu ordular, vermiş olduğu hedeflere ulaşarak, düşmanı savaş dışı bırakmış; böylece, aziz milletine verdiği “özgürlük ve bağımsızlık” sözü gerçekleşmiştir. 13 Eylül 1922’de, milletine şu beyannameyi yayımlar (özet): “Asil Türk Milleti, Ordularımız 9 Eylül sabahı İzmir’imizi ve yine 9 Eylül akşamı Bursa’mızı muzaffer bir şekilde kurtardılar. Akde­niz, askerlerimizin zafer melodileri ile dalgalanıyor. Asya imparatorluğuna yeltenen küstah bir düşmanın muharebe meydanlarına gelmek cesaretinde bulunan ordu kumandanları ile kumanda heyetleri, günlerden beri Türki­ye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin harp esiri bulunuyor… Düşman Ordularının harp malzemesi, hemen hemen üçte ikisi ile, topraklarımızda-dır. Düşmanın, esirlerden başka, insan kaybının yüzbinden ne kadar fazla olduğunu tayin etmek güçtür. Fakat; resmi yetki ile milletimize bildiririm ki; bizim insan kaybımız, dörtte üçü hafif yaralı olmak üzere, onbin kişiye varmaktadır. Büyük Türk Milleti! Ordularımızın kabiliyet ve kudreti düşmanlarımıza dehşet, dostlarımıza emniyet verecek bir olgunluk ile belli oldu. Millet Orduları, 14 gün zarfında, büyük bir düşman ordusunu imha ettiler. 400 kilometrelik aralıksız bir takip yaptılar. Anadolu’da istila edilmiş olan bütün bölgemizi geri aldılar. Büyük Zafer, sadece senin eserin­dir. Çünkü; İzmir’imizi siyasi ihtiraslar neticesinde, adeta sevinerek düşmana teslim eden heyetler ile milletin hiçbir münasebeti yoktu. Bursa’mızı istila eden Yunan kuvvetleri ise, ancak imparatorluğun askeri teş­kilatı ile işbirliği ve hareket birliği ederek muvaffak olmuşlardı. Vatanın kurtuluşu, milletin oy ve idaresi, kendi mukadderatı üzerinde kayıtsız şartsız hakim olduğu zaman başlamış ve ancak milletin vicdanından doğan ordularla müspet ve kesin neticelere ermiştir…”67.
Ayrıca; bu ay (Eylül 1922), Mustafa Kemal Paşa için görüşmeler, yer­li ve yabancı muhabirlere demeçler bakımından, çok yoğun bir çalışma ile geçer. Görüşmeler arasında; ilk olarak, İstanbul’daki Fransız Yüksek Komiseri General Pelle ile yapılan göze çarpıyor. Paşa, bu konuda şöyle di­yor: “…General Pelle, benimle görüşmek üzere, İzmir’e geldi. Tarafsız bölge olarak adlandırdığı bir sahaya ordularımızın girmemesinin uygun olacağını, tav­siye etti. Milli Hükümetimizin böyle bir bölge tanımadığını; Trakya’yı da kurtarmadıkça, Ordularımızın durdurulmasına imkan olmadığını, söyledim. General Pelle, Mösyö Franclin Bouillon’un benimle görüşmek üzere gelmek istediğine dair almış olduğu hususi bir telgrafı gösterdi. Kendisini İzmir’de ka­bul edeceğimi söyledim. Mösyö Franclin Bouillon, bir harp gemisi ile İz­mir’e geldi… Biz (kendisi ile) görüşürken; 23 Eylül 1922 tarihli, İtilaf Dev­letleri Hariciye Nazırları imzası ile, bir nota geldi. Bu nota, esaslı olarak iki meseleyi kapsıyordu. Biri, askeri harekatın durdurulması; diğeri, konfe­ransa, sulha ait idi. Biz, Rumeli’de, milli hududumuza kadar Doğu Trak­ya’yı tamamiyle almadıkça; askeri hareketten vazgeçemezdik. Ancak, vata­nımızın bu kısmından düşman kıtaları çıkarıldığı takdirde; fazla bir hare­ket yapmaya, kendiliğinden lüzum kalmayacaktı. Bu notada… bir konferan­sa murahhaslarımızı göndermeye muvafakat edip etmeyeceğimiz sorulmakla bera­ber, görüşmeler esnasında Boğazlar’daki tarafsız bölgelere tarafımızdan asker gönderilmemesi şartı ile; Edirne dahil olmak üzere, Meric’e kadar Trakya’nın bize geri verilmesi hakkındaki arzumuzun iyi gözle görüleceği, belirtiliyordu. Notada; Boğazlar’dan, azınlıklardan, Milletler Cemiyetine girişimizden de söz ediliyor­du… Bu hususta görüşülmek üzere, Mudanya veya İzmit’te bir toplantı yapılması teklif edilmekte idi. 29 Eylül 1922 tarihinde, bu notaya verdiğim kısa bir cevapta, Mudanya Konferansını kabul ettiğimi, bildirdim. Fakat; Meriç Nehri’ne kadar, Trakya’nın derhal bize geri verilmesini, istedim…”68.
IV. Mudanya Ateşkes Anlaşması:
Mustafa Kemal Paşa’nm bu cevabı üzerine; 4 Ekim 1922 tarihinde, Mudanya’da bir konferans toplanır. İsmet Paşa’nın başkanlığında toplanan bu konferansa İngiltere (General Harrington), Fransa (General Charpy) ve İtalya (General Monbelli) murahhas olarak katılır. Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri ile, “…bir hafta kadar devam eden münakaşalı görüşmelerden sonra, 11 Ekim’de Kudanya Mütarekenamesi imzalandı. Bu suretle; Trakya, asıl vatanına katıldı…”69. Bu vesile ile; Mustafa Kemal Paşa, Müdafaayı Hukuk Teşkilatına ve Belediye Reisliklerine gönderdiği 11 Ekim tarihli telgrafta özetle şöyle der: “Edirne Şehri de dahil olduğu halde, Doğu Trakya’nın Yunanlılardan boşaltılması ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetine teslimi hakkındaki Mudanya Askeri Mukavele­namesi, 11 Ekim 1922 saat altı evvelde imza edilmiştir. Kazanılan büyük zaferin ilk mühim siyasi meyvesi, bu suretle Mudanya Konferansında elde edilmiş oluyor. Ordumuz tarafından fiilen temin edilen bütün Anado­lu’nun kesin kurtuluşundan başka; Umumi Harbi (I. Dünya Savaşı) takip eden en karanlık bir devrede, millet tarafından tespit edilen ilkelerin Ru­meli batı hudutlarımıza ait olan kısmı da, artık gerçekleşmiştir. Bütün milletin sarsılmaz azim ve imanı, ordularımızın dayanılması imkansız kah­ramanlık ve yiğitliği, toplanması yakın olan umumi sulh konferansında meşru haklarımızın tam olarak elde edilmesine emniyetle dayanak teşkil eder…” 70. Paşa, aynı gün, İngiliz Yüksek Komiseri General Harrington’a şu diplomatik nitelikli telgrafı gönderir:’ “Mudanya Konferansı sırasında, Türkiye Delegesi General İsmet ile Ekselansınız arasındaki karşılıklı ciddi anlayış hislerinin bizde çok derin memnunluk uyandırdığını arz etmekle şeref duyarım. Sulhun tesisi için sarf edilen gayretlerin başarı ile sonuçlan­masını bütün insanlık adına arzulamakta ve ümit etmekteyim…”71.
V.  Öğretmenler ile Baş Başa :
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’dan Bursa’ya gelmiş olan kalabalık bir öğretmenler grubuna 27 Ekim 1922’de tarihi nitelikli bir konuşma yaparak, özellikle şu hususlar üzerinde durur: “…İstanbul’un aydınlık ocakları­nı temsil eden yüksek heyetiniz karşısında duyduğum zevk sonsuzdur. Kalplerinizdeki hisleri, dimağlarındaki fikirleri doğrudan doğruya gözlerinizde ve alınlarınızda okumak, benim için olağanüstü bir arzuya erişmek­tir… Bilirsiniz ki, milletimiz büyük bir felaket geçirdi. Devletimiz bir da­ğılma tehlikesine maruz kaldı; varlığımız aleyhine birçok cinayetler işlendi. Çok çalıştık, bu güne ait başarıları elde ettik. Bir milleti uğradığı bir fela­ketten kurtarmakta, bir milleti uyarmada, ileri gelen kişilerin haiz olduğu ehemmiyet inkar edilemez. Hatta diyebiliriz ki; bu günü görmek, millet ileri gelenlerinin iffet ve namusu, vatanperverce milli gayreti ve bilhassa menfaatleri küçük görme hisleri sayesinde mümkün olmuştur. Fakat; bu gün ulaştığımız nokta, gerçek kurtuluş noktası değildir. Bu fikrimi izah edeyim: Bir milletin felakete uğraması demek, o milletin hasta olması demektir. Bu nedenle; kurtuluş, toplumdaki hastalığın sebebini bularak te­davi etmekle elde edilir. Hastalığın tedavisi ilmi ve fenni bir tarzda olursa, iyileşme sağlanır. Yoksa; aksine, hastalık1 azgınlaşır ve tedavi edilemez bir hale gelir. Bir toplumun hastalığı ne olabilir? Milleti millet yapan, ilerleten ve olgunlaştıran kuvvetler vardır: Fikir kuvvetleri ve sosyal kuvvetler. Fikirler manasız, mantıksız, saçmalıklarla dolu olursa, o fikirler hastadır. Ayrıca; sosyal hayat akıl ve mantıktan mahrum, faydasız ve zararlı birta­kım inanç ve geleneklerle dolu olursa, felce uğrar. Evvela fikir ve sosyoloji kuvvetlerinin kaynaklarını temizlemekten başlamak lazımdır. Memleketi, milleti kurtarmak isteyenler için; hamiyet, iyi niyet, fedekarlık, elzem olan vasıflardandır. Fakat; bir toplumdaki hastalığı görmek, onu tedavi etmek, toplumu asrın icaplarına göre ilerletebilmek için, bu vasıflar yetmez. Bu vasıfların yanında, ilim ve fen lazımdır. İlim ve fen teşebbüslerinin faaliyet merkezi ise, okuldur. Bu nedenle, okul lazımdır. Okul adını hep beraber hürmetle, derin saygı ile analım. Okul genç dimağlara insanlığa saygıyı, millet ve memlekete sevgiyi, istiklalin şerefini öğretir. İstiklal tehlikeye düştüğü zaman, onu kurtarmak için takibi uygun olan en sağlam yolu belletir. Memleket ve milleti kurtarmaya çalışanların, aynı zamanda, mesleklerinde birer namuslu uzman ve birer alim olmaları lazımdır. Bunu te­min eden okuldur. Ancak bu tarzda, her türlü teşebbüslerin mantıki neticelere ulaştırılması mümkün olur… Memleketimizin en bayındır, en hoş, en güzel yerlerini üç buçuk sene kirli ayakları ile çiğneyen düşmanı mağ­lûp eden zaferin sırrı nerededir bilir misiniz? Orduların sevk ve idaresinde ilim ve fen kanunlarını rehber almaktadır. Milletimizi yetiştirmek için asıl olan okullarımızın, üniversitelerimizin kurulmasında aynı yolu takip ede­ceğiz. Evet, milletimizin siyasal, sosyal hayatında; milletimizin fikri terbi­yesinde de rehberimiz, ilim ve fen olacaktır. Okul sayesinde, okulun vere­ceği ilim ve fen sayesindedir ki; Türk milleti, Türk sanatı, ekonomisi, Türk şiir ve edebiyatı bütün güzellikleri ile gelişir. Memleketimiz içinde; medeni fikirlerin, modern ilerlemelerin hiç vakit kaybetmeksizin yaygınlaşması ve gelişmesi lazımdır. Bunun için; ilim ve fenle uğraşan herkesin bu hususta çalışmayı bir namus görevi bilmesi gerekir. Kadın ve erkek öğretmenlerimiz, şairlerimiz, ediplerimiz, yazarlarımız devamlı olarak; mil­lete, bu felaket günlerini ve onun gerçek sebeplerini açık ve kesin olarak söyleyecekler, anlatacaklar; bu kara günlerin dönmemesi için, dünya yüzünde medeni ve modern bir Türkiye’nin varlığını tanımak istemeyenlere, onu tanıtmak zorunda olduğumuzu hatırlayacaklardır. Görülüyor ki; en mühim ve feyizli vazifelerimiz, eğitim işlerimizdir. Eğitim işlerinde mutla­ka muzaffer olmamız lazımdır. Bir milletin gerçek kurtuluşu, ancak bu su­retle olur. Bu zaferin temini için, hepimizin tek can ve fikir olarak, esaslı bir program üzerinde çalışması lazımdır. Bence, bu programın esaslı nok­taları ikidir: 1. Sosyal hayatımızın ihtiyaçlarına uyması, 2. Modern icapla­ra uygun olmasıdır. Gözlerimizi kapayıp, yalnız yaşadığımızı varsayamayız. Memleketimizi bir çember içine alıp, dünya ile alakasız yaşayamayız. Aksine; ileri, medeni bir millet olarak; medeniyet sahasının üzerinde yaşa­yacağız. Bu hayat, ancak ilim ve fenle olur. İlim ve fen nerede ise, oradan alacağız ve milletin her ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur. Hiçbir mantıki delile dayanmayan birtakım geleneklerin, inançların muhafazasında ısrar eden milletlerin ilerlemesi çok güç olur; bel­ki de, hiç olmaz, ilerlemede kayıt ve şartları aşamayan milletler, hayatı akla uygun ve pratik olarak göremez: hayat felsefesini geniş gören milletle­rin hakimiyeti ve esareti altına girmeye mahkûmdur. Bütün bu gerçekle­rin milletçe iyi benimsenmesi ve hazmedilmesi için; her şeyden evvel, ca­hilliğin giderilmesi lazımdır. Bu nedenle; eğitim programımızın, eğitim si­yasetimizin temel taşı, cahilliğin giderilmesidir. Bu giderilmedikçe, yerimizdeyiz. Yerinde duran bir şey ise, geriye gidiyor demektir. Bir taraftan, umumi olan cahilliği gidermeye çalışmakla beraber; diğer taraftan, sosyal hayatta yapıcı, etkili ve verimli organlar yetiştirmek lazımdır. Bu da, ilk ve orta öğretimin pratik bir tarzda olması ile mümkündür. Ancak bu sayede, sosyal kuruluşlar iş adamlarına, sanatkarlarına sahip olur. Tabii olarak; milli dehamızı geliştirecek, hislerimizi layık olduğu dereceye ulaştırmak için yüksek meslek mensuplarını da yetiştireceğiz. Çocuklarımızı da aynı bilgi edinme derecelerinden geçirerek yetiştireceğiz. Kesinlikle bilmeliyiz ki; iki parça halinde yaşayan milletler zayıftır, hastadır. Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz öğrenimin sınırı ne olursa olsun, onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz: 1. Milletine, 2. Türkiye devletine, 3.Türkiye Büyük Millet Meclisine düşman olanlarla mücadele lüzum ve vasıtaları ile donatılmış olmayan milletler için, hayatta kalma hakkı yoktur. Mücadele lazımdır. İtiraf edelim ki; biz üç buçuk sene evveline kadar cemaat halinde yaşıyorduk. Bizi, istedikleri gibi idare ediyorlardı. Dünya, bizi, temsil edenlere göre tanıyordu. Üç buçuk senedir, tamamıyla millet olarak yaşı­yoruz. Bunun maddi ve belirgin şahidi, hükümetimizin şekli ve hükümeti­mizin mahiyetidir ki; onu, kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi diye ad­landırdı… Hasis menfaatleri için ve şahıslarını koruyup gözetmek kaygısı ile milletin ve memleketin istiklalini düşmanlara vermekte sakınca görme­yen, istiklalimizi yok etme şartlarını kapsayan Sevres Andlaşmasını kabul eden hakimlerin, sultanların, padişahların hikayelerini, bu yağmalarını, Türk milleti artık yalnız tarihte okur… Ordularımızın kazandığı zafer, si­zin ve sizin ordularınızın zaferi için yalnız ortam hazırladı. Gerçek zaferi siz kazanacak, devam ettirecek ve mutlaka başaracaksınız. Ben ve sarsıl­maz imanla bütün arkadaşlarım, sizi takip edeceğiz ve sizin karşılaşacağı­nız engelleri kıracağız…” 72.
VI. Barış Şartları ve Hükümet Şekli:
Mustafa Kemal Paşa, Bursa’dan ayrılmadan önce, Petit Parisien Muhabirine; barış şartları, iç ve dış ilişkiler üzerinde bir demeç vererek; özel­likle şu hususlara değinir: “…Her şeyden evvel şurası bilinmek lazımdır ki; Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Kapitülasyonların devamını asla kabul etmeyecektir.. Eğer yabancı tebaalar, eskiden olduğu gibi, bundan sonra da kapitülasyonlardan istifade etmeyi düşünüyorlarsa, aldanıyorlar. Kapitülasyonlar, bizim için yoktur ve asla olmayacaktır. Türkiye’nin istiklali her sahada tam olarak ve bütünü ile tasdik olunmak şartı ile, kapılarımız bütün yabancılara genişçe açık kalacaktır. Türkiye ile Büyük Devletler arasında daha sonra yapılacak sözleşmeler gereğince, biz, yabancılarla iyi ilişkiler kuracak ve devam ettireceğiz… Memleketimizde vücut bulan yeni durumun sonuçlarından yabancıları ürküterek Avrupa’da aleyhimize bir fikir akımı yaratmak isteyenler, bizim düşmanlarımızdır. Halbuki; Türki­ye,, bize de, onlara da yetecek kadar büyük ve zengindir. Birtakım iktisadi meseleler vardır ki; biz, bunları kendi kaynaklarımızla ve yalnız kendi ser­mayemizle halledemeyiz. Bize yardım edecek dostlar bulmaya mecburuz. Halkımızın Fransa hakkında dostça duygular beslemesi pek tabiidir; çünkü, Fransa kamuoyunun Türklere müsait olduğunu gördük ve her gün görüyoruz… Lloyd George düştü, iktidara yeni bir kabine geldi; an­cak, biz henüz bununla münasebete girmedik. İngilizlerin Türklere karşı besledikleri hisler ve emeller hakkında bir hüküm verebilmek için, her şeyden evvel İngiliz diplomatlarının açık kalp ile konuştuklarını görmek isteriz. Gerçi; İngiliz milletinin büyük kısmı şimdi Türkiye’ye karşı düşmanca hisler beslemiyorlar ise de, siyasette böyle duygular müspet ve iki taraf için memnuniyet verici bir neticeye ulaşmaya kafi değildir… (Sulh) şartlarımız, çok açık ve çok sadedir. İstiklalimizin kayıtsız şartsız tasdikini istiyoruz. Bu kısa cümlede, programımızın bütün ana hatları vardır. Milli hudutlarımız dahilinde bulunan toprakların bize verilmesinde ıs­rar edeceğiz. Ondan sonra, bu topraklar dahilinde tam olarak müstakil, yani kapitülasyonsuz bir Türkiye yaşamasını istiyoruz. İşte, bütün istediklerimiz budur. Şu arada, dünyayı ilgilendiren bir mesele ortaya çıkmıştır ki; bu da, Boğazlar Meselesidir. Bu meselenin yalnız Türkiye’nin arzu ve özel menfaatleri dairesinde hallolunamayacağını bilmez değiliz. Bu işte Avrupa’nın genel menfaatinin de dikkate alınmak lazım geldiğini biliyoruz ve bunun için konferansta tespit edilecek bir şekli kabule biz de hazırız… Türkiye ve Müttefikler ve Yunanistan arasında sulh yapılması için tanzimi lazım gelen meseleler, bilhassa bu devletleri ilgilendirir. Ancak, Çanakkale Meselesinin halli için hususi bir konferans toplanması ve bu konferasa bütün ilgili devletlerin ve bilhassa Sovyet Hükümetinin iştirak eylemeleri arzuya değer… Yeni Türkiye’nin eski Türkiye ile hiçbir alakası yoktur. Osmanlı Hükümeti tarihe geçmiştir. Şimdi yeni bir Türkiye doğmuştur. Gerçi, millet değişmemiştir. Aynı Türk unsuru bu milleti teşkil eder. An­cak, idare tarzı değişmiştir. Ankara’da bir milli hükümet kurulmadan ev­vel, İstanbul’da bir sultan ve bunun bir hükümeti vardı… Bu hükümet tarzının verdiği fena neticeler meydandadır. Millet, ölmek istemiyor; yaşa­mak ve bunun için de ne lazımsa onu yapmak istiyordu. İşte onun için dir ki; üç seneden beri idare tarzını değiştirdi… Doğrudan doğruya millet­ten çıkan bir hükümeti kabul etti.. Şurasını unutmamalı ki; bu idare tar­zı, bir Bolşevik sistemi değildir. Biz, ne bolşevikiz, ne de komünist; ne bi­ri, ne diğeri olamayız. Çünkü; biz, milliyetçiyiz ve dinimize saygılıyız. Kı­sacası; bizim hükümet şeklimiz, tam bir demokrasi hükümetidir. Ve lisa­nımızda, bu hükümet, halk hükümeti diye anılır… 73.
VII. Saltanatın Kaldırılması ve Hilafet:
Mustafa Kemal Paşa, Ankara’ya dönünce, 28 Ekim 1922’de İtilaf Devletlerinden, Lozan’da toplanacak olan sulh görüşmesine davet yazısı gelir. İtilaf Devletleri, İstanbul Hükümetini de konferansa çağırmıştır. Bu çağrı vesilesiyle, Tevfik Paşa, Sadrazam imzası ile Büyük Millet Meclisi Reisliğine gönderdiği 29 Ekim 1922 tarihli telgrafında, konferans için ortak çalışma teklifinde bulunur 74.
Bu durum, denilebilir ki; Osmanlı Saltanatının kaldırılmasının çabuklaştırılmasına yol açar. Nitekim; Mustafa Kemal Paşa, “…Bu müşterek da­vet keyfiyeti, şahsi saltanatın lağvı muamelesini kesin olarak sonuçlandır­dı…” 75 der.Çünkü; 1 Kasım 1922’de Mecliste yapılan tarihi toplantıdaki geniş kapsamlı konuşmasına, “Arkadaşlar, İstanbul’da meşru olmayan bir sıfatı şahsına atfeden Tevfik Paşa, evvela hususi ve gizli olarak, ordularını­zın Başkumandanına; sonradan, onu jurnal eder tarzda, açık bir telgrafname ile yüksek meclise müracaatta bulundu. Dikkat buyurulursa gelen telgrafname ile İslam kamuoyu karıştırılmak isteniyor. Bu telgrafnamedeki zihniyet, istiklalimizi yok etmeye çalışan düşmanlarımıza karşı mukaddes davamızı müdafaada fiilen ve hukukça başarılara ulaşan milli hükümeti­mizi zayıf bir duruma düşürmeye yöneliktir…” diye başlar; “Türk, İslam ve Osmanlı Tarihi” üzerinde geniş bilgi ve örnekler verir 76; en sonunda, şu açıklamaları yapar: “Bundan sonra, meseleye müteallik takrirler üç encümene…havale olundu. Bu üç encümen heyetinin bir araya gelip, bi­zim takip ettiğimiz maksada göre meseleyi halletmesi ve sonuçlandırması, elbette, güçtü. Vaziyeti yakından ve bizzat takip etmek lazım geldi. Üç encümen bir daha toplandı. Seriye Encümenine mensup hoca efendiler, hilafetin saltanattan ayrılmayacağını, bilinen safsatalara dayandırarak, id­dia ettiler… Biz, çok kalabalık olan aynı odanın bir köşesinde münakaşayı dinliyorduk. Bu tarzda, müzakerenin maksada uygun neticeye varmasını beklemek anlamsızdı. Bunu anladık. Nihayet, Müşterek Encümen Reisin­den söz aldım. Önümüzdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle, şu be­yanlarda bulundum: Efendim, dedim, hakimiyet ve saltanat, hiç kimse tarafından, hiç kimseye, ilim icabıdır diye; müzakere ile, münakaşa ile ve­rilmez. Hakimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla, Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına el koymuşlardı; bu sarkıntılıklarını altı asırdan beri devam ettirmişlerdi. Şimdi de, Türk mille­ti, bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline fiilen almış bulunuyor. Bu, bir emrivakidir. Mevzuubahsolan, millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız? meselesi değildir. Mesele, zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehal, olacaktır. Burada, toplananlar, Meclis ve herkes, meseleyi tabii görürse; fikrimce, uygun olur. Aksi takdirde; yine, hakikat, usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat; ihtimal, bazı kafalar kesilecektir. İşin ilmi cihetine gelince, hoca efendilerin hiç merak ve endişelerine yer yoktur. Bu hususta ilmi izahat vereyim, dedim ve uzun uzadıya birtakım açıklamalarda bulundum. Bunun üzerine, Ankara mebusların­dan Hoca Mustafa Efendi: Afferdersiniz efendim, dedi; biz, meseleyi başka bir noktayı nazardan mütalaa ediyorduk, izahatınızdan aydınlandık. Mesele, Müşte­rek Encümence halledilmişti…” 77.
Bu tarihi toplantının sonucunu, Mustafa Kemal Paşa, şöyle belirtiyor: “Süratle kanun layihası tespit olundu. Aynı günde (1 Kasım 1922), Meclisin ikinci celsesinde okundu. İsim okunarak oya konulması teklifine karşı, kürsüye çıktım. Dedim ki: buna lüzum yoktur. Memleket ve milletin istik­lalini ebediyen koruyacak esasları yüksek meclisin oybirliği ile kabul ede­ceğini zannederim. Oya sesleri yükseldi. Nihayet, Reis, oya koydu ve oybirliği ile kabul edilmiştir, dedi. Yalnız, menfi bir ses işitildi: ben muhalifim. Bu seda, söz yok, sedaları ile boğuldu. İşte, Efendiler, Osmanlı Saltanatı­nın yıkılma ve yok olma merasiminin son safhası bu suretle vereyan et­miştir…” 78.
Bu arada; belirtilmeye değer bir nokta olarak denilebilir ki, devrini tamamlamış olan Osmanlı saltanatı, son temsilcisinin yüz kızartıcı yeni bir davranışına uğramak suretiyle; tarihin derinliklerine acı bir olayla göçmüştür. Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri ile, “17 Kasım 1922 tarihli resmi bir telgrafın ilk cümlesi şu idi: Vahdettin Efendi, bu gece Saraydan yok olmuştur… 18 Kasım 1922 gününe ait Meclis Zabıt Ceridesinde …okunmuş olan bir mektup sureti ile, ona ilişik —ajanslarla neşrolunmuş— bir beyanname suretini de tekrar okuyalım: Bir nüshasını iliştirdi­ğim resmi beyannamede söylendiği üzere, Zat-ı Şahane, kendisini İngilte­re’nin himayesi altına koyarak, bir İngiliz savaş gemisi ile İstanbul’dan ay­rılmıştır. İmza: Harrington, 17 Kasım 1922. (Bu mektuba) ilişik olan beyanname sureti: Resmen beyan olunur ki; Zat-ı Şahane, bu günkü vaziyet neticesinde hürriyet ve hayatını tehlikede gördüğünden; bütün İslamların halifesi sıfatı ile, İngiliz himayesini ve aynı zamanda İstanbul’dan başka bir yere naklini istemiştir. Zat-ı Şahane’nin arzusu bu sabah yerine getirilmiştir. Türkiye’deki İngiliz Kuvvetlerinin Başkumandanı General Sir Charles Harrington, Zat-ı Şahane’yi almaya giderek bir İngiliz savaş gemisine kadar kendisine refakat etmiş ve Zat-ı Şahane, vapurda Akdeniz Filo­su Umum Kumandanı Sir de Brock tarafından karşılanmıştır. İngiltere Yüksek Komiser Vekili Sir Newill Henderson, Zat-ı Şahane’yi gemide zi­yaret ederek Kral Beşinci George’a bildirilmek üzere, arzularını sormuş­tur….” 79.
Bu acı olayı yaratanı “asil bir milleti utanç verici bir vaziyete düşüren sefil” olarak niteleyen Mustafa Kemal Paşa, durumu şöyle değerlendirir: “… Kamuoyunu, hakiki vaziyetle karşı karşıya bırakmayı tercih ederim. Yanlış bir mirasa konmak usulü neticesi olarak; büyük bir makam, görkemli bir unvan kazanabilmiş bir sefilin, izzeti nefsi çok yüksek, asil bir milleti nasıl utanç verici vaziyete düşürebileceği, o zaman, daha tabii surette anlaşılır. Gerçekten; her ne sebep ve suretle olursa olsun, Vahdettin gibi, hürriyet ve hayatını milleti içinde tehlikede görebilecek kadar adi bir mahlûkun, bir dakika dahi olsa, bir milletin başında bulunduğunu düşünmek, ne hazindir. Teşekküre şayandır ki; bu alçak, miras kalmış saltanat makamından milleti tarafından düşürüldükten sonra, alçaklığını tamamlamış bulunuyor. Türk milletinin bu ön alışı, elbette, takdire layık­tır. Aciz, adi, his ve idrakten mahrum bir mahlûk, kabul eden herhangi bir yabancının himayesine girebilir; fakat, böyle bir mahlûkun, bütün İs­lamların Halifesi sıfatını haiz bulunduğunu ifade etmek, elbette, muvafık değildir. Böyle bir telakkinin doğru olabilmesi, önce bütün İslam kitleleri­nin esir olmaları şartına bağlıdır. Halbuki, cihanda hakikat böyle inidir? Biz, Türkler, bütün tarihi hayatımızca, hürriyet ve istiklale örnek olmuş bir milletiz. Kıymetsiz hayatlarını ikibuçuk gün fazla sefilcesine sürükleye-bilmek için her türlü alçalışı mubah gören halifeler oyununu da sahneden kaldırabildiğimizi gösterdik. Bu suretle; devletlerin, milletlerin birbirleri ile münasebetlerinde şahısların, hususuyla mensup olduğu devlet ve milletin zararına da olsa, şahsi vaziyet ve hayatlarından başka bir şey düşünmeye­cek alçakların ehemmiyeti olamayacağı yolundaki bilinen gerçeği teyit et­tik. Milletlerin ilişkilerinde mankenlerden istifade sistemine rağbet devrine son vermek, medeni alemin samimi temennisini teşkil etmelidir… Firari Halife, Türkiye Büyük Millet Meclisinde, makamından indirilip yerine, 18 Kasım 1922’de, sonuncu Halife olan Abdülmecit Efendi seçildi….” 80.
1922 Kasım ayının son yansı, daha ziyade, Halifelik ile ilgili tartışmalar ve Lozan Konferansı konusu ile geçer. Mustafa Kemal Paşa, 18 Kasım 1922’de, durumu şöyle açıklıyor: “…Mecliste, meseleyi çok ciddi ve mühim telakki edenler vardı ve özellikle hoca efendiler, kendi ihtisaslarına giren bir mevzu bulduklarından çok dikkatli ve uyanık idiler. Bir halife kaçmış…. onu görevden almak, yenisini seçmek… sonra, yenisini İstan­bul’da bırakmayıp, Ankara’ya getirmek… milletin ve devletin yakından başına geçirmek… hülasa; Halifenin firarı yüzünden Türkiye’de, bütün İs­lam Aleminde karışıklık vukua gelmiş veyahut gelecekmiş…. onun için tedbirler alınmalı imiş… tarzında mütalaalar, endişeler ileri sürülüyordu. Bazı hatipler de, Halife olacak zatın sıfatının, selahiyetinin ne olacağını tespit lüzumundan bahsediyorlardı. Ben de, müzakere ve münakaşalara iş­tirak ettim… söylediklerimin esasları şu cümlelerde toplanıyordu: …Bu meclis, Türkiye halkının meclisidir. Bu meclisin sıfat ve selahiyeti, yalnız ve ancak Türkiye halkının ve Türk vatanının hayatına ve mukadderatına şamil ve nafiz olabilir. Meclisimiz, kendi kendine bütün İslam Alemine şamil bir kudret iktisap edemez. Türk milleti ve onun temsilcilerinden meydana gelen Meclisimiz, kendi mevcudiyetini, Halife unvanını taşıyan veya taşıyacak olan bir zatın eline veremez ve vermeyecektir. Bundan do­layı İslam Aleminde karışıklık varmış veyahut olacakmış. Bunların hepsi manasız ve yalan sözlerdir. Kim söylemişse yalan söylemiştir. Bu sözüme itiraz eden bir zata cevap verdim. Açıkça dedim ki: Sen yalan söyleyebilir­sin, istidatlısın! ….Bizim, dünyanın gözünde, en büyük kuvvet ve kudreti­miz, yeni şekil ve mahiyetimizdir. Hilafet makamı esaret altında olabilir. Halife namını taşıyanlar yabancılara sığınabilirler. Düşmanlar ve halifeler beraber olabilirler ve her şeyi yapmaya teşebbüs edebilirler. Fakat; yeni Türkiye’nin idare tarzını, siyasetini, kuvvetini kesin olarak sarsamazlar. Türkiye halkının, kayıtsız şartsız, hakimiyetine sahip olduğunu, bir defa daha ve kesinlikle tekrar ediyorum. Hakimiyet, hiçbir mana, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve delalette iştirak kabul etmez. Unvanı halife olsun, ne olursa olsun; hiç kimse, bu milletin mukadderatına iştirak sahibi olamaz. Millet, buna kesinlikle müsaade edemez. Bunu teklif edecek hiçbir millet­vekili bulunamaz. Bu nedenle; firarı Halifeyi makamından uzaklaştırmak, yenisini seçmek ve bu mevzu ile ilgili bütün işlemlerde, söylediğim görüşler dahilinde hareket zaruridir….” 81. Böylece; Mustafa Kemal Paşa “…. Halife seçilecek zatın padişahlık sevda ve iddiasına kapılarak herhangi bir yabancı devlete sığınma ihtimalinin giderilmesi…”82, tedbirlerine önem verir. Bu nedenle; yeni halife Abdülmecit Efendi’ye gönderdiği 19 Kasım 1922 tarihli açık telgrafta, “hakimiyetin kayıtsız şartsız millette olduğunu” belirtmeyi ön planda tutar ve “…. Türkiye devletinin hakimiyetini kayıtsız şartsız milletin sorumluluğunda saklı tutan Anayasaya uygun olarak, icra kudreti ve teşri selahiyeti kendisinde görünen ve toplanan milletin tek ve gerçek temsilcilerinden meydana gelen Türkiye Büyük Millet Meclisinin 1 Kasım 1922 tarihinde oybirliği ile kabul ettiği gerekçe ve esaslar dahilin­de, Büyük Meclisçe, 18 Kasım 1922 tarihinde toplanan celsede, hilafete seçilmiş olduğunu” bildirir 83.
Bu arada; Mustafa Kemal Paşa, “Meclisteki muhaliflerin muhtelif hücum hareketleri”nden söz eder84 ve çok anlamlı bir konuşma yapar: “…. Reisten söz alarak, şu mütalaalarda bulundum: Bu kanun teklifi, hususi bir maksadı ihtiva ediyor ve bu hususi maksat doğruca şahsımı ilgilendirdiğinden, müsaade ederseniz, birkaç kelime ile fikrimi arz emek istiyorum… Kanun layihası, doğrudan doğruya, benim şahsımı vatandaşlık haklarından düşürmek görüşüne yöneliktir. 14. maddede yazılı olan satırları gözden geçirecek olursanız, orada deniliyordu ki; Büyük Millet Mecli­sine aza seçilebilmek için, Türkiye’nin bu günkü hudutları dahilindeki mahaller ahalisinden olmak şarttır veya seçim dairesi dahilinde oturmak şarttır. Ondan sonra muhacir olarak gelenler, yerleşme tarihinden itibaren beş sene geçmiş ise, seçilebilirler. Ne yazık ki; doğum yerim, bu günkü hudutlar haricinde kalmış bulunuyor, ikincisi, herhangi bir seçim dairesi­nin beş senelik bir oturanı bile değilim. Doğum yerim, bu günkü milli hududumuzun dışında kalmıştır. Fakat; bu böyle ise, bunda benim kesinlikle bir kasıt ve kabahatim yoktur. Bunun sebebi, bütün memleketimizi, milletimizi yok ve darmadağın etmek isteyen düşmanların, hareketlerinde muvaffak olmaktan kısmen menedilememiş olmasıdır. Eğer düşmanlar, tamamen maksatlarında muvaffak olmuş olsalardı, Allah korusun, buraya imzasını koyan efendilerin dahi memleketleri hudut haricinde kalabilirdi. Bundan başka; bu maddenin istediği şartı haiz bulunmuyorsan; yani, beş sene sürekli olarak bir seçim dairesinde oturamamış isem, o da, bu vatana yaptığım hizmetler yüzündendir. Eğer, bu maddenin istediği şartı kazanmaya çalışsa idim, İstanbul’u kazandırmaktan ibaret olan Arıburnu ve Anafartalar’daki müdafaalarımı yapmamaklığım lazım gelirdi. Eğer ben, bir yerde beş sene oturmaya mahkûm olsa idim, Bitlis ve Muş’u aldıktan sonra, Diyarbekir istikametinde yayılan düşmanın karşısı­na çıkmamaklığım, Bitlis ve Muş’u kurtarmaktan ibaret olan vatani vazife­mi yapmamaklığım lazım gelirdi. Bu efendilerin istediği şartları kazanmak istese idim, Suriye’yi tahliye eden orduların kalıntılarından, Halep’te bir ordu teşkil ederek düşmana karşı müdafaa etmemekliğim ve bu gün milli hududumuz dediğimiz hududu fiilen tespit etmemekliğim lazım gelirdi. Zannediyorum ki; ondan sonraki çalışmalarım, cümlece malûmdur. Hiç­bir yerde beş sene oturamayacak kadar çalışmış bulunuyorum. Ben zannediyordum ki; bu hizmetlerimden dolayı milletimin muhabbetine ve teveccühüne mazhar oldum. Belki, bütün İslam Aleminin muhabbet ve teveccühüne mazharım. Bu nedenle bu teveccühlere karşılık vatandaşlık haklarından düşürülmeye uğrayacağımı hiç hatıra getirmezdim. Tahmin ediyorum ve ediyordum ki; yabancı düşmanlar, bana, suikast etmek suretiyle memleketimdeki hizmetimden beni ayırmaya çalışacaklardır. Fakat; hiçbir zaman hatır ve hayalime getirmezdim ki, yüce Mecliste, iki üç kişi bile olsun, aynı zihniyette bulunabilsin. Bu nedenle; ben, anlamak istiyorum. Bu efendiler seçim daireleri halkının ciddi olarak fikir ve hislerinin tercümanı mıdırlar? Yine, bu efendilere karşı söylüyorum; mebus olmak itibariyle, tabii, yaygın bir sıfatı kendilerinde toplamış bulunuyorlar. Bu nedenle; millet, bu efendilerle aynı fikirde midir? Beni vatandaşlık haklarından düşürmek selahiyeti bu efendilere nereden verilmiştir? Bu kürsüden, resmen, yüce heyetinize ve bu efendilerin seçim daireleri halkı­na ve bütün millete soruyorum ve cevap istiyorum!” 85. Paşa, bu konuş­masının etkilerini şöyle belirtiyor: “Bu sözlerim, ajans ve basın ile yayım­landı. Millet, sözlerimi ve sorumu duydu. Hemen, memleketin istisnasız seçim dairelerinin gerçek seçmenleri tarafından, halk tarafından, Meclis Reisliğine protestonameler yağdı. Kanuni teklife imza koyan mebus efen­dilerin de seçim daireleri halkı, kendilerini ve kendileri ile aynı fikirde olanları kınamakta gecikmediler….” 86.
VIII. Yurt Gezileri:
Mustafa Kemal Paşa, bu kadar önemli olaylar ve kararların geliştiği hassas ortamda, daha önceleri de görüldüğü gibi, “halk ile yakından temasa gelmek, ruh hallerini ve fikir eğilimlerini bir daha tetkik etmek” gereğin duyar; diğer bir deyişle, “toplumla iç içe bulunmak” inancını taşı­yan bir ulusal önder olduğu gerçeğini ortaya koyar. Buna göre; 1923 yılı­nın ilk aylarında, biri Batı Anadolu’yu, diğeri Güney Anadolu’yu kapsa­mak üzere, iki yurt gezisi yapar. Bu geziler sırasında; basın toplantıları düzenletir, basın mensuplarına demeçler verir, halkın çeşitli kesimlerine doğrudan doğruya seslenir. Denilebilir ki; yaptığı bütün konuşmalar, top­lumu yakından ilgilendiren iç ve dış sorunlardan, tutucu kesimlerce halkta yaratılmaya çalışılan tereddüt ve endişeleri giderici açıklama ve aydınlat­maları kapsayan önemli konulardan oluşur. Bu arada; geleceğe yönelik inkılap ve kalkınma girişimlerine de zaman zaman değindiği görülür.
Paşa, Batı Anadolu gezisi (14 Ocak — 20 Şubat 1923) sırasında; ilk olarak (15 Ocak), Eskişehir’de çeşitli konularda halka seslenir ve ertesi gün (16 Ocak) Arifiye’de, halk önünde şu konuşmayı yapar (Özet): “… Evvela, sulhsever olduğumuz için, sulhu arzu ediyoruz. Sonra, devamlı muharebeler dolayısıyla; memleket, sulha, düzen ve bayındırlığa çok muhtaçtır… Bizim mücadelemiz bitmemiştir. Asıl sulhtan sonra el birliği ile çalışmayı elden bırakmamak lazımdır… Tarihimizle ispatlanmıştır ki; şimdiye kadar nihayetsiz zaferler elde etmişizdir. Tarihimiz, birçok parlak muvaffakiyetler kaydeder. Fakat; zaferle beraber, her şey bırakılmış ve meyvelerini toplamayı ecdadımız ihmal etmiştir… Tarihimiz geçmişte nihayetsiz zaferler kaydettiği için, halk, herhangi bir askeri harekatın netice­sine karşı itimat gösterebilir. Ancak; bu gibi zaferlerin ardından da, halk. daima ihmal edildiğini görmeye geçmiş günlerin telkinleri ile alışmıştır… Memleketimiz, asıl sulhtan sonra faaliyet ve fedekarca çaba ister. Halk, üçbuçuk, dört seneden beri, nihayetsiz gayret ve fedekarlık ve harcamalar­da bulundu. Ancak sulhtan sonra hep birlikte göstereceğimiz faaliyet ve gayretlerdir ki; bu harcamaların meyvelerini toplayacaktır. Memleket, iktisadi bakımdan, çok gayrete muhtaçtır. İktisadi işlerimizin iyileştirilmesine ve düzenine vereceğimiz ehemmiyet derecesinde, memlekete bir refah te­min edeceğiz. Biz, haddimizi bilir kimseleriz. Aşırı istek sahibi değiliz. Bu gün, esaret acıları altında inleyen birçok din kardeşlerimiz vardır. Bunlar için de, kendi çevrelerinde istiklallerini elde etmeleri ve tam bir istiklal ile memleketlerinin refah ve yükselişine gayret sarfetmeleri, en büyük temennilerimizdendir” 87.
Batı Anadolu gezisinin en önemli basın toplantısı, aynı gün (16 Ocak) İzmit’te yapılır. Mustafa Kemal Paşa, beşbuçuk saat süren bu toplantıda, İstanbul gazeteleri başyazarlarının o dönemle ilgili güncel sorularını cevaplandırır. Bu cevaplardan bazıları, bu gün de dikkat çekicidir: “Harp mesullerinden bahsetmiştiniz. İtiraf ederim ki; eski Osmanlı Devletinin Umumi Harbe nasıl bir maksat ve gaye ile girdiğini, yani harbe iştirakten maksat nedir, anlamış değilim. Harpten büsbütün sakınmak mümkün mü idi? Hiç. olmazsa, harbe iştiraki mümkün mertebe geciktirmek kabil mi idi? İşte bu noktaların düşünülmesinin değeri vardır. Harbe girdikten sonra, idare bakımından yapılan yanlışlar çoktu. Bir milletin asıl kuvvetleri, kendi hayatını ve varlığını müdafaa içindir. Fakat; kendi varlığını unu­tup da, kuvvetini herhangi yabancı bir gaye için kullanmak, asla caiz de­ğildir. Harbi sevk ve idare edenler, Umumi Harpte, kendi varlığımızı unu­tarak, tamamıyla başkalarının esiri olmuşlardır. Esasen memleketi müda­faaya yeterli olmayan kuvvetlerimiz, Galiçya’ya, Makedonya’ya, İran Ova­larına gönderilmekle hata edilmiştir… Bu hataların birinci mesulü, Enver Paşa merhumdur. Onun emri ile hareket eden kumandanları mesul tut­mak, doğru değildir. Onlar vazifelerim yapmışlardır. Sonra, siyasi mesuller de birer suretle vefat etmişlerdir. Bu nedenle., hangi mesullerden bahsedi­yorsunuz? Diğer bir suale geçiyorum: Milli Mücadelenin maksat ve gayesi, milletin tam istiklalini ve kayıtsız şartsız hakimiyetini temin etmek ve de­vam ettirmektir. Millet, harici istiklalini kazanmak için, takibi lazım gelen hareket hattını Misak-ı Milli ile ifade etmiştir. Milli Hakimiyetini elde edebilmek için, takibi lazım gelen hareket hattını da, Teştilat-ı Esasiye Kanunu tespit etmiştir. 1 Kasım’da, Büyük Millet Meclisinde verilen ka­rar, yeni Türkiye devletinin mahiyetini bir defa daha vurguladı. Misak-ı Millimizin hedef aldığı gayeye, ordularımızın zaferleri ile ulaştık. Bu mad­di başarıları siyasi olarak tespit için, murahhaslarımız, Lozan’da müzake­reler ile meşguldürler. Murahhaslarımızın elindeki direktif, Misak-ı Milli­dir… Şimdi, dahili vaziyetimize geliyorum. Değişik suallerinizi buraya ala­cağım… Dahili vaziyet bahis mevzuu olurken, en evvel inzibat ve asayiş meseleleri akla gelir… Bu günkü vaziyet memnunluk vericidir. Adli vakalar bile azalmıştır… Pontus diye, artık, Türkiye’de bir meseleden bahsoluna-maz. Asırlardan beri vukuatsız kalmayan Dersim’de, adli vukuat bile yok­tur. Harpten çıkan bir memleketin en mühim meşguliyeti, iktisadi vaziye­tin iyileştirilmesidir. Bu sene içinde, çiftçilere epeyce yardım edilmiştir. Zi­raat için makineler, tohumluklar dağıtılmıştır. Maliyemizin vaziyetinden çok memnunuz. Harbin devamına rağmen; gelirimizle kendimizi idare edebiliyoruz… Hükümet merkezi neresi olacak, buyurulmuştu… Hükümet merkezi neresi olmalıdır? düşündük. Bence, iki bakımdan tetkikler yapmak icap eder. Biri, her türlü taarruz ve tecavüze karşı yerinden kıpırdamayarak, kuvvet ve sükûnetini muhafaza edebilecek bir yer olmalı. Bu iti­barla; tabii, memleketin merkezini araştırmak lazım. Yoksa, bir geminin topundan telaşa düşebilecek bir yerde hükümet merkezi olamaz. İkincisi., hükümet merkezi öyle bir yerde olmalı ki; hükümet, gözünü memleketin bütün çevrelerine eşit surette çevirebilsin. Memleketin bir kenarına çekildi­ğimiz zaman, vatanın bizden uzak kalan imarsız yerlerini unutuveriyoruz. Biliyorsunuz ki; Anadolu, bu gün, baştan başa harabe halindedir. Kasaba ve şehir denilen yerler de öyledir. Niçin böyledir? Çünkü; İstanbul’u hükümet merkezi yapmışız ve kendimizi yalnız onun cazibesine kaptırmı­şız. İstanbul, en güzel bir şehrimiz, en kıymetli bir hazinemizdir. İşgal al­tında bulunduğu müddet zarfında, bütün Anadolu, onun elemini taşıdı. Hala işgal acısından kurtulamamış olan İstanbul’u ve İstanbul halkını düşünüyoruz. Fakat; bu muhabbetimiz, mutlaka onun hükümet merkezi olması şeklinde tecelli etmemelidir. İstanbul’un hükümet merkezi olma­ması, ona karşı ne sevgimizi azaltır, ne de alakamızı. Bu memlekette çalış­mak isteyenler, bu memleketi idare etmek isteyenler memleketin içine gir­meli, bu milletle aynı şartlar içinde yaşamalı ki; ne yapmak lazım gelece­ğini ciddi surette hissedebilsin. Her halde; birçok sebepler, hükümet mer­kezinin Ankara – Kayseri – Sivas üçgeni dahilinde bir noktada olmasını icap ettiriyor. Bu üçgenin bir ucunda bulunan Ankara, pekala merkez olabilir. Esasen; hadiseler de, orasını merkez yapmıştır… Bir de, memleke­tin nüfus meselesine temas edildi. Hakikaten; nüfusumuz, arazimize göre pek azdır. Bunun sebebi basittir. Vaktiyle, büyük imparatorluklar tesisine heves ettik. Fetihler yaptık. Dünyayı almak istedik. Her zaptettiğimiz yere Anadolu halkını gönderdik. Oralarda öldürttük. Avrupa’nın bir kısmını, Mısır’ı, Irak’ı, Hicaz’ı, Yemen’i müdafaa ve muhafaza için öldürdüğümüz Türk gençlerinin sayısını kim bilir? Bunu gidermek için, sıhhi ve sosyal tedbirler alacağız. Hariçten muhacir getireceğiz. Askerlik müddetini azalta­cağız. İnsan kuvveti yerine, makine kuvveti koyacağız… (Ermenilere yurt verilmezse, buraya teker teker gelebilecekler mi? sorusuna) teker teker gel­melerini menedemeyiz. Bu yurdu yalnız Ermeniler istemiyorlar. Geldaniler, Asuriler, daha bilmem kimler, bu hevese düştüler. Eğer bunların hep­sine birer yurt vermeye kalkarsak, bizim elimizde yurt kalmaz. Bizden, o kadar çok şey istiyorlar…. Mühim suallerden biri de şu idi: Millet Mec­lisindeki teşekküller ve cereyanlar. Hep beraber Meclisin üçbuçuk senelik bir tarihçesini yapalım: İstanbul’daki Meclis taarruza uğrarken; benim, Anadolu’da düşündüğüm şey; milleti, mutlaka, bir noktaya bağlayarak faaliyetimi devam ettirmek oldu. Fakat; o noktanın, birkaç şahıstan ibaret küçük bir heyet olmasını hafif bir teşebbüs buldum. Büyük bir meclis olsun, dedim. Ne kadar büyük olursa; millet için, o kadar emniyet verici, diye düşündüm. Aynı zamanda, bu meclisin selahiyeti de büyük olsun, dedim. Livalarda (kaza ve vilayet arası) seçim yapıldı. Evvelki ikinci seçmenler, Müdafaa-yı Hukuk Heyetleri, Belediye Heyetleri, milletçe başka ne kadar seçilmiş heyet varsa; onların iştiraki ile seçim yapıldı. Bu işlem­lerin yapıldığı zamanki vaziyeti ve ruh halini hatırlamak lazımdır: İstan­bul’da kahredici bir zulüm herkesi tehdit ediyor; Anadolu’nun hiçbir tara­fında emniyet hissi yok. Neler yapıldığına dair milletçe, açık bir karar ve kanaat yok. Şüpheli ve karanlık bir vaziyet. Bazı yerler, gidişi iyi görmedikleri için, uzun müddet mebus göndermek hususunda bile tereddüt etti­ler. Bazı memleketler ise, gönderdikleri mebusların, eninde sonunda, asıla­caklarına emin bulunuyorlardı. İlk devre gayet sakin geçti. Bakalım ne olacak? diye, hep beraber yürümüşlerdi. Meclisin ilk açılışı sıralarında, benim uzun konuşmam vardır. O konuşmanın sonunda hükümetin teşkiline ve mahiyetine esas olmak üzere, bir proje teklif etmiştim. O projeyi, tam benim teklifim anında, kabul etmek uygun olamayacağına ve beni bi­raz tetkik etmek lazım geleceğine dair, yalnız bir iki kişi, bir iki kelimeden ibaret olmak üzere, söz söylediler. Fakat, bu sözlere ehemmiyet verilmedi. Meclis, ittifakla, projeyi kabul etti. Bu proje üzerinde hasıl olan ilk te­reddüt şu idi: Alim ve hukuk bilir tanınan kişiler projeyi tetkik edince gördüler ki; bundan çıkan hükümet şekli, mevcut olan hükümet şekille­rinden hiçbirine benzemiyor. Meclisin mahiyeti de, tarihte aynı mahiyette görülmüş meclislere benzemiyor. Mukayesede birim olarak Fransız İnkıla-bmdaki meclisi ele aldılar. Bildiğiniz gibi; o meclis, belediye azalarından ikişer kişinin bir araya gelmesi ile teşekkül etmiş ve kendisine geçici gözüyle bakmıştır ve sırası gelince, asıl meclisin yeniden toplanıp işlere el koyması kabul edilmiştir. İşte, bunu bilen alimler, olsa olsa, bu meclisin de o mahiyette bir meclis olabileceği; bu nedenle, İs­tanbul’da tecavüze uğrayan meclisin, tekrar, uygun zaman ve şartta top­lanmasına kadar vazife yapabileceği kanaatinde idiler ve bu meclisin ifade ettiği hükümet de, olsa olsa, felce uğramış bir hale düşürülen İstanbul’da­ki hükümetin tekrar çalışmaya geçeceği güne kadar geçici olarak meyda­na gelmiş sayılıyordu. Bense, hiç öyle düşünmüyordum. Fakat; o projede, düşündüklerim çok dikkatle ima edilmiştir. Zannederim ki, haklı bulursunuz. Çünkü; hislerimi önceden daha fazla izaha kalkışsam; (Meclisin) çoğu beni bırakıp giderlerdi… Proje esaslarına göre, bir prog­ram tespit ettim. Halk Programı namı altındaki bu projeyi bir gecede bastırdık, ertesi günü toplanan kimselere dağıttık. Onlar, kendi programları ile bu program arasında büyük bir çelişki görmüşler. Tetkik ettiler. Neticede, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu meydana çıktı. Teşkilatı Esasiye Kanununu münakaşa ve kabul ettirmeye çalışırken; anlaşmazlık, kaba şekilde, şöyle çıkıyordu: Diyorlardı ki; böyle bir program ve böyle bir kanunun hedef aldığı gaye, hilafet ve saltanat makamını bir kenara itmek ve bir cumhuriyet yapmaktır. Biz de diyorduk ki; yanılıyorsunuz efendiler, saltanat ve hilafet makamı, cumhuri­yet simdi bahis mevzuu değildir… Nihayet blok halinde bulunan meclis, bir gün, beş parçaya ayrıldı. Fakat; sağ, sol kanat şeklinde değil; hissi, şahsi, fikri, değişik sebepler dolayısıyla parçalara ayrıldı. Hiçbirisinde, bir karar temin edecek çoğunluk kalmadı. Zaman zaman birleşirlerdi. Fakat; çok kez, birbirinden ayrı olarak çalışırlardı. Vekiller Heyetinde bulunan arka­daşlar, çok güçlük çekiyorlardı. Zira, icra selahiyetini haiz olan bu meclis­te birçok mühim meseleleri meclise danışmak, oradan karar almak mec­buriyeti vardı. İş o decereye geldi ki, en basit meseleler için de Meclisten karar almak imkanı kalmadı. Ben, bu vaziyeti çok tehlikeli buldum. Ya­pılacak mühim işlerimiz vardı. Katlanacak nihayetsiz fedakarlıklar olacaktı. Hatırıma gelen şey, bu ufak parçaları birleştirmek ve bir grup haline koy­mak oldu. Ona teşebbüs ettim. Bununla; evvela teker teker, sonra da top­lu şekilde görüşerek, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-yı Hukuk Grubu diye bir grup yaptık. Bu gruba, program olmak üzere, esaslı iki şey gösterdik: Misak-ı Milli, Teşkilatı Esasiye. Misak-ı Milli meselesinde, bütün meclis müttefik bulunuyordu. Anlaşmazlık, Teşkilatı Esasiye Kanunu üzerinde görünüyordu. Onun için, esas olarak o noktayı belirttim. Grup, bu suretle çoğunluk kazandı. Gruba dahil olmayanlar azınlıkta kaldılar. İtiraf etmeli ki; grup haline getirdiğimiz kimseler, fikir ve yorum bakımından tama-miyle birlik değildiler. Belki o günün duyguları ile, daha doğrusu telkinle­ri ile, bir araya gelmişlerdi. Bu nedenle; daha evvel Meclisin içinde mey­dana gelen parçalanma vaziyeti Grupta da başladı. Grupta ufak ufak hi­ziplerin teşekkülü seziliyordu. O zaman, bazı arkadaşlar daha sıkı, daha dayanışmalı bir hizip yapmak için özel teşebbüslere başladılar. Anlaşılıyordu ki; arkadaşları birbirine bağlamak için, onlara gayet umumi hedefler vermek kafi gelmiyordu. Umumi esaslar üzerinde anlaşmak kolay oluyor­du. Ancak, tatbikat safhalarına gelince, muhalefet ve hususi görüşler ken­dini gösteriyordu. Bu hususi görüşler, programın teferruatlı olmasını gerektiriyordu. Daha teferruatlı bir program ise, bu teşkilatın fırka (parti) ma­nasını ifade etmesi sakıncası vardı. O zaman için fırka teşkilini uygun bul­mak doğru değildi. Kuvvetimizi, ancak Mecliste ve bu nedenle, milli kuv­vetler arasında göstereceğimiz birlik ve dayanışma ile dünyaya anlatacaktık Memnun olmayanların memnuniyetsizlikleri, hep şahsi sebeplerden doğuyordu. Doğrudan doğruya benim şahsımdan memnun olmayanlar vardı. Birçokları da, benimle beraber çalışan bazı arkadaşlardan memnuniyetsizlik gösteriyorlardı. Nihayet; bu memnun olmayanlar, kendi arala­rında beraber çalışmaya karar verdiler. Sayıları gittikçe arttı. Vaziyeti ida­re için, kendilerine bir idare heyeti seçtiler, O idare heyetinin etrafında bir zümre çalışıyordu. Bu zümrenin ismi yoktu. Aradılar; fakat, kendileri­ne yakıştırılacak uygun bir isim bulamadılar. Nihayet, dediler ki; biz de, Anadolu-Rumeli Müdafaa-yı Hukuk Cemiyetine mensubuz. Biz de, o ce­miyet tarafından seçildik. Bizim de ismimiz aynı; fakat, iki numaralı grubuz. Bu grup, zaman zaman azaldı, Bu çoğalış, ve azalışın sebebi şudur: İki grubun arasında kalmış olan birtakım gericiler, menfaatseverler vardı. Bunlar kendi menfaatlerini hangi tarafta bulurlarsa, o tarafı tutuyorlardı. Bu gibiler, çok dürüst hareket eden birinci gruptan daima uzak kaldılar. İkinci grup ve ona tabi olan gericiler, sürekli olarak vekillere taarruz eder­ler; onları düşürmek isterler; orduyu tenkit ederlerdi. Zaman oldu ki; or­dunun içişlerine karışmak istediler, şöyle teklifler yaptılar: bu ordu ile hiç-birşey yapılamayacak. Bari, hiç olmazsa, yarısını terhis edelim; diğer yarı­sını bekletelim. Sonra da, ordu için Başkumandana lüzum yoktur, diyor­lardı. Bunun için de, menfi rey veriyorlardı. Onlar, daima, hükümeti elle­rine almaya çalışıyorlardı. Hele, Dahiliye Vekilliğini elde etmeye özellikle ehemmiyet veriyorlardı. Eğer bu vekilliği ellerine alırlarsa, bütün teşkilata hakim olacaklar; seçimlerde, istedikleri çoğunluğu kazanacaklar. Böyle düşünüyorlardı. Fakat; son günlerde, bütün teşebbüslerinde muvaffak olamadılar, muvaffak olamayacaklarını da anladılar. Şimdiki halleri, dağılmadır. Mevcutları yirmiüç kişiye inmiştir. Oradan ayrılanlar da, kendi kendilerine tarafsız bir vaziyet almış, tövbe eder bir hale girmişlerdir… Bu gün bu efendilere bazı hocalar da katılmıştır. Bu suretle, hocaların en cahilleri onlara katılmıştır. Kendilerince müdafaalarına esas olacak tezi de buldular, diyorlardı ki: biz, bu hükümet tarzına, Meclisin bu mahiyetine karşı değiliz- Fakat; bu gün, o selahiyetleri haiz olanın yerini tutacak kimse, reislik makamında kim ise o olacaktır. Bu gün için, Mustafa Kemal Paşa vardır. Belki, bu günkü şartları ile, bu makamı tutabilir. Fakat; yarın, çekildiği zaman veya öldüğü zaman, mümessil olarak yerine kimi getireceğiz? Biz, birbirimizi çekemeyiz. Böyle bir Meclis bulamayız- Netice, dağılma olur. Bu nedenle, o makamda (yani Millet Meclisi Reisliğinde), öyle bir zat bulunmalı ki; böyle seçimle, diğer bazı şeylerle ka­yıt altına alınmasın. Bu zat kim olabilir? Halife’yi Reis yaparız. Onu, bir defaya mahsus olmak üzere seçeriz. Ondan sonra hiçbir şey düşünmeyiz. Orası öyle bir makam olur ki; oraya herkes gözünü dikmez. Ona, biz bir hak veririz ki; Meclisin kanunlarını, hükümetin kararlarını tasdik eder. İşte bu adamlar, böyle formül ile, prensip anlaşmazlığı şeklinde ortaya çıkmış bulunuyorlar… Biz, bu meseleyi siyaset bakımından halletmişizdir: Dünya yüzünde, müstakil ve yeni bir Türk devleti vardır. Devleti kuran milletin bir Türkiye Büyük Millet Meclisi vardır. Memleketin tek, gerçek temsilcisi bu meclistir. Türkiye Devletinin Reisi de vardır. Bu şekil hukukidir, ilmidir, özellikle devletin istiklalini en iyi muhafaza edebilecek bir şekildir. Türkiye Devleti, başka bir makam tanımaz. Aslında, başka bir makam yoktur; yani hilafet makamının resmi vaziyet ve mahiyeti yoktur. Hilafet demek, bütün İslam Alemine yaygın bir idare noktası demek ise, tarihte bu, hiçbir vakit vaki olmamıştır. Bütün İslam Aleminin, halife sıfatı ile, bir adam tarafından idaresi vaki de değildir…. (İlgili soruyu cevaplandırarak) Ben, Halk Fırkası namı altında bir fırka tesis edeceğim, dediğim zaman; zannolunmuş idi ki; milletin değişik sınıflarından bir veya iki sınıfın menfaatlerini, yahut refahını temin etmeye dönük bir gaye takip edeceğimden, diğer sınıfların menfaatlerini düşünmeyeceğim. Böyle bir şey yoktur. Fırkanın programı bütün milletin refah ve saadetini temine yönelik olacaktır. Görüşlerimizi, beraber çalışmak istediğimiz insanlardan kurulmuş fırkaya anlatmak lazımdır. Halkı kendi halinde bırakırsak, bir adım ileri atamayız. Program elimizde kalır. Bütün milleti müspet bir çalışma programı ile alakalı kılmalıyız. Mesele programdadır. İsim değişmesi ile kimseyi aldatamayız. Ortaya koyacağımız şey, müspet millet programı olmalıdır. Memleketin umum heyetinin menfaatine ait ve hizmet edici bir program yapılmalıdır… Yalnız şahsımı düşünse idim, sulh olur olmaz: ben tarihi ve milli va­zifemi yaptım, der ve hoşuma giden bir tarafa çekilir, otururdum. Bu tarzda hareket, nefsim için daha iyi olurdu. Mücadeleye devam eden bir insan, mutlaka yıpranır. Sulhun imzalanacağı gün, şüphesiz birçok muvaf­fakiyetler kazanmış bulunacağız. Buna rağmen; hiçbir şeyin son bulmamış olduğunu kabul etmek lazımdır. Yeniden, daha esaslı işlere başlamak mecburiyetindeyiz. Elde edilmesini istediğimiz bütün neticeleri yeniden iş­leyerek vurgulamalıyız… Biz, bir inkılap yaptık. Buna devam ediyoruz. Bi­liyorsunuz ki; memleketin birçok yerleri, bilerek veya bilmeyerek, isyan et­ti. İsyancıları yola getirmeye mecbur olduk. Şimdiye kadar yaptıklarımız, ancak ondan sonra teessüs edebilmiştir. Biliyorsunuz ki; Fransız Büyük İnkılabı, hemen yüz sene devam etmiştir. Üç senede esaslı bir inkılabın biteceğini farzetmek hata olur. Belki, zaman zaman şöyle veya böyle bir şeyler olacaktır. Kanaatimizi sabit, ümidimizi hakim bulundurmak saye­sinde, mutlaka üstün geleceğiz. Hocaları memnun edelim, İslam Alemini memnun edelim, herkesi memnun edelim, dersek; mümkün olsun, hepsi memnun olsun; ama, biz, maksadı temin etmiş olmayız. İdare-i maslahatçılar esaslı inkılap yapamaz. Bu günkü sefalet ve rezalet içinde, esasen kimseyi memnun etmeye imkan yoktur. Memleket imar edilmiş, millet zengin olduğu zaman, herkes memnun olur… Bu memleketi şu istikamete sevk ederken, bir şey yaptığımızı ifade etmeliyiz. Bizde daima muteber ve bahis mevzuu olan, çoğunluktur. Bu milletin çoğunluğu bizimle olursa; fırka deyiniz, ne derseniz deyiniz, yürütmek mümkündür. Çoğunluk bera­ber değilse; grup deyiniz, heyet deyiniz, buna dayanarak inkılapta muvaffa­kiyet mümkün olamaz. (O zaman, ne yapmak lazım? sorusuna) o zaman, inkılabın temini için, tarihin gösterdiği vasıtaya müracaat edeceğiz. (Ka­nunda bir açıklık yok, denilmesi üzerine) inkılabın kanunu, mevcut ka­nunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafalarımızdaki cereyanı boğmadıkça; başladığımız inkilap ve yenilik, bir an bile durmayacaktır. Bizden sonraki devirlerde de böyle olacaktır. (Bu teşkilat, yeniden seçime kadar hazırlanabilir mi? sorusuna) Halk teşkilatı mı? Siz çalışmadığınıza göre, hazırlanamayacaktır. Siz, yalnız tenkit ediyorsunuz. Fakat; yapılacak program hakkında bir şey söylemiyorsunuz… (Paşa, ilerde daha uzun uza-dıya görüşmek ümidini belirterek) hiç şüphesiz, sulh olduktan sonra çok çalışmak lüzumuna kaniiz. Bunun için, kayıplarımızı en az bir zamanda giderecek esaslı bir program yapmaya mecburuz. Bu program üzerinde fırka teşekkül edecektir… Milleti teşkilatsız ve hedefsiz bırakamayız. Bıra­kırsak, bu millet elimizden gider… Bu üç senelik milli çalışmaların, feda­karlığın neticesi olmak üzere, ulaştığımız hedefler ikidir: Birisi, tam istik­lal; diğeri de, bunun kadar ehemmiyetli olan yeni hükümetimizdir. Birin­cisini açıklamak kolaydır. Çünkü, herkesin duyduğu, canının yandığı şey­dir, ikincisini ise, herkes anlamıyor. Bunun için; hükümetin vaziyetini ve mahiyetini, Teşkilat-ı Esasiye Kanununun ruh ve manasını, görüştüğümüz noktalardan tahlil ve tetkik ederek, halka anlatmalıyız. Tutucuları mutlaka bize hücum ettirmek için değil; sağduyu sahibi olan millet çoğunluğuna gerçeği anlatacak tarzda…. Dünyada denge denilen bir şey vardır. Biz, onun haricinde değiliz. Doğu’da büyük bir devletle, yahut Batı’da birkaç devletle temas etmek, anlaşmalar ve belki ittifaklar yapmak suretiyle, den­ge sahasında yerimizi tespit düşüncesi vardır. Ne Doğu’ya ve ne de Batı’ya ehemmiyet vermeksizin, yalnız kendi varlığımıza dayanarak yetinilebilir mi? suali de hatıra geliyor. Doğrusunu söylemek lazım gelirse; bu da­kikada emniyete değer olan siyaset, yalnız kendi varlığımıza dayanmaktır. Başkalarına, emniyetle, kalbimizi bağlayamayız. Fakat; bu demek değildir ki; yarın vukubulacak zorluklar karşısında, herhangi bir tarafa daha çok yaklaşmak mümkün değildir ve uygun değildir” 88.
Mustafa Kemal Paşa, 21 Ocak’ta Bursa’dadır; orada, 22 Ocak’ta halka karşı yaptığı uzun bir konuşmada, değişik soruları cevaplandırır: “… (Anıtlarla ilgili ilk soruya cevap olarak) abidelerden bahseden arkadaşı­mızın maksadı, heykel olsa gerektir. Dünyada medeni, ileri ve gelişmiş ol­mak isteyen herhangi bir millet, mutlaka heykel yapacak ve heykeltraş ye­tiştirecektir. Abidelerin şuraya buraya tarihi hatıralar olarak dikilmesinin dine aykırı olduğunu iddia edenler, şer’i hükümleri layıkı ile incelememiş olanlardır… Islamın gerçekleri tamamiyle anlaşıldıktan ve hasıl olan vicda­ni kanaat kuvvetli hadiseler ile de güçlendikten sonra; birtakım aydın in­sanları taş parçalarına böyle tapacaklarım farz ve zannetmek, İslam Alemi­ne hakaret etmek demektir. Aydın ve dindar olan milletimiz, gelişme çare­lerinden biri olan heykeltraşlığı en üstün derecede ilerletecek ve memleke­timizin her köşesi, ecdadımızın ve bundan sonra yetişecek evlatlarımızın hatıralarını güzel heykellerle dünyaya ilan edecektir. Bu iş, çoktan başla­mıştır. Mesela; Sivas’tan Erzurum’a giderken, yol üzerinde güzel bir hey­kele tesadüf edersiniz. Sonra, Mısırlılar İslam değil midir? İslamlık yalnız Türkiye ve Anadolu halkına mı mahsustur? Seyahat edenler pekala bilir­ler ki; Mısır’da, birçok büyük kişilerin heykelleri vardır. Milletimiz, din ve dil gibi, iki kıymetli fazilete maliktir. Bu faziletleri, hiçbir kuvvet, milleti­mizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz. İnsanlar, olgun­laşmak için bazı şeylere muhtaçtır. Bir millet ki, resim yapmaz; bir millet ki, heykel yapmaz; bir millet ki, fennin icap ettirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki, o milletin yükselme yolunda yeri yoktur. Halbuki; bizim milleti­miz, gerçek vasıfları ile, medeni ve gelişmiş olmaya layıktır ve olacaktır. (Sulh sorusuna değinerek) Gerçekte; sulh bizim için ne kadar yararlı ise; muhataplarımız için de, o kadar yararlı ve lazımdır. Çünkü; bundan son­ra, memleketimizin imarı ve canlandırılması için çalışmak istiyoruz. Onla­rın da bu lüzumu anlamamalarına imkan yoktur. Ancak; onlar, bizim ge­leceğimize tereddütle bakarak, yaptığımız inkılabın esaslı bir inkılap olma­dığını ve günün birinde mutlaka devrileceğimizi zannetmişlerdi. İşte bu hayal, sulhu şimdiye kadar uzaklaştırmıştır. Fakat; hamdolsun, milletimi­zin ve meclisimizin gösterdiği birlik ve Lozan’da bulunan murahhas heye­timizin davamızı müdafaa hususunda gösterdiği kudret ve basiret, düşmanlarımızın, bu kere, hayallere sapmalarına imkan bırakmayacaktır…
(Halkın bir noktada aydınlatılması isteği ile ilgili olarak) milletimiz, üçbuçuk senelik bir zamana sıkıştırılması imkanı olmayan çok büyük bir inkı­labın yaratıcısı olmuştur. Gerçekten; asırlardan beri bağlı olmaya alıştığı­mız bir idare şeklinin dışına çıkarak dünyada benzeri bulunmayan bir devlet kurduk. Fakat; bu yeniliğin mutlaka ters bir hareketi icap ettireceği­ni hatırımızdan çıkarmamak lazımdır. Bu harekete, özel deyişi ile, irtica (gericilik) derler. Yaptığımız işler ve aldığımız neticelere göre; bu gibi irticalar, her vakit beklenmelidir. Kanla yapılan inkılaplar, daha sağlam olur; kansız inkılap ebedileştirilemez. Fakat; biz, bu inkılaba ulaşmak için, lüzumu kadar kan döktük. Bu kanlarımız, yalnız muharebe meydanlarında değil; aynı zamanda, memleketin dahilinde de döküldü. Biliyorsunuz ki; Hendek’te, Bolu’da, Konya’da, Yozgat’ta, vesair memleketlerimizde, bir­çok isyanlar vukua geldi. Ve bunların hepsi bastırıldı. Temenni olunur ki; bu dökülen kanlar kafi gelsin ve bundan sonra kan dökülmesin. Mesut inkılabımızın aleyhinde fikir ve his taşıyanları aydınlatmak ve uyarmak, aydınlarımıza düşen milli vazifelerin en mühimi ve en birincisidir… (bir­çok soruyu cevaplandırdıktan sonra, son söz olarak) Milletimizi, şimdiye kadar söylediğim sözlerle ve hareketlerimle, aldatmamış olmakla iftihar ediyorum. Yapacağım. Yapacağız. Yapabiliriz, dediğim zaman; onların gerçekten yapılabileceğine inanmıştım. Nitekim; Sakarya Muharebesi baş­lamadan evvel, düşmanı memleketimiz içinde boğacağız, demiştim. Bana, bazı mühim sayılan yerlerden müracaatlar vaki olarak; milleti boş yere kırdırmayınız, demişler; Romenlerden, Bulgarlardan, Yunanlılardan söz ederek, kurtuluşumuzu geleceğe bırakmanın uygun olacağını söylemişler­di. Fakat; milletin kabiliyetini, azmini, imanını dikkate alarak; onlara, ha­yır, yapacağız, demiştim. Şimdi de; milleti refaha, ileriye; milleti bayındırlı­ğa sevk etmek için, mevcut kabiliyetimizi dikkate alarak; bunu da yapacağız, diyorum” 89.
Mustafa Kemal Paşa, Batı Anadolu gezisi programı çerçevesinde; 25 Ocak’ta Alaşehir’de, 26 Ocak’ta Salihli, Turgutlu ve Manisa’da birer konuşma yapar ve 26 Ocak akşamı İzmir’dedir. 27 Ocak’ta, ilk işi annesinin ruhuna seslenmektir; 14 Ocak’ta ölümüne yetişemediği annesinin Karşıyaka’daki mezarı başında şu konuşmayı yapar: “Zavallı validem, bütün mil­let için ülkü olan İzmir’in mukaddes topraklarına vücudunu bırakmış bu­lunuyor. Arkadaşlar, ölüm, yaratılışın en tabii bir kanunudur. Fakat, böyle olmakla beraber; bazen ne hazin tecelliler arz eder. Burada yatan validem, zulmün, zorbalığın, bütün milleti felaket uçurumuna götüren bir keyfi idarenin kurbanı olmuştur. Bunu izah etmek için, müsaade buyurursanız, acıklı hayatının göze çarpan birkaç noktasını arz edeyim: Abdülhamit devrinde idi. 1905 tarihinde mektepten henüz kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımı atıyordum. Fakat; bu adım, hayata değil; zin­dana tesadüf etti. Hakikaten; bir gün, beni aldılar ve zorba idarenin zin­danlarına koydular. Orada aylarca kaldım. Validem, bundan, ancak ha­pisten çıktıktan sonra haberdar olabildi. Ve derhal, beni görmeye koştu. İstanbul’a geldi. Fakat; orada, kendisi ile ancak üç beş gün görüşmek nasip oldu. Çünkü; tekrar, zorba idarenin hafiyeleri, casusları, cellatları evimizi sarmış ve beni alıp götürmüşlerdi. Validem, ağlayarak, arkamdan takip ediyordu. Ben sürgün edildiğim yere götürecek vapura bindirilirken; benimle görüşmekten men edilen validem, gözyaşları ile, Sirkeci rıhtımın­da, elemler ve kederler içinde terk edilmiş bulunuyordu. Sürgün yerimde geçirdiğim tehlikeler, onun hayatını acılar ve göz yaşları içinde geçirtmiş­tir. Başka bir nokta daha: Mütareke zamanında; Anadolu’ya geçtiğim va­kit, validemi ıstıraplı bir halde, İstanbul’da bırakmaya mecbur olmuştum. Yanımda, kendisinin görevlendirdiği bir adamım vardı. Bunu, Erzu­rum’dan İstanbul’a gönderdiğim zaman; validem, bu adamın yalnız ola­rak geldiğinden haberdar olduğu dakikada, benim hakkımda halife ve pa­dişah tarafından verilmiş olan idam kararının yerine getirildiğini zanneylemiş ve bu zan, kendisini felce uğratmıştı. Ondan sonra; bütün mücadele seneleri, onun hayatını elem, ıstırap içinde geçirtmişti. Padişah ve hükümetinin ve bütün düşmanların daima baskı ve işkencesi altında kal­mıştı. Evi, bin türlü sebep ve vesilelerle basılır ve aranır, kendisi rahatsız edilirdi. Validem, üçbuçuk senelik bütün gece ve gündüzlerini göz yaşları içinde geçirdi. Bu göz yaşları, ona gözlerini kaybettirdi. Nihayet; pek ya­kın zamanda, onu İstanbul’dan kurtarabildim. Ona kavuşabildim ki; o, artık maddeten ölmüştü; yalnız manen yaşıyordu. Validemin kaybından, şüphesiz, çok müteessirim. Fakat; bu teessürümü gideren ve beni teselli eden bir husus vardır ki; o da, anamız vatanı yok eden ve harabeye çeviren idarenin, artık, bir daha dönmemek üzere; yokluk mezarına götürülmüş olduğunu görmektir. Validem, bu toprağın altında; fakat, mil­li hakimiyet, sonsuza dek sürekli olsun. Beni teselli eden en büyük kuvvet budur. Evet, milli hakimiyet, sonsuza dek devam edecektir. Validemin ru­huna ve bütün ecdat ruhuna borçlu olduğum vicdan yeminini tekrar ede­yim. Validemin gömüldüğü yer önünde ve Allanın huzurunda and içiyo­rum, bu kadar kan dökerek milletin ele geçirdiği ve tespit ettiği hakimiye­tin muhafaza ve müdafaası için, icap ederse, validemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Milli hakimiyet uğrunda canımı vermek, benim için namus ve vicdan borcu olsun” 90.
Mustafa Kemal Paşa, 27 Ocak gecesi, İzmir’de şerefine verilen yemek­te halkın temsilcilerine şöyle seslenir (özet): “…İleri sürülen kıymetli sözler arasında özellikle milletin ve kahraman ordumuzun elde ettiği muvaffakiyetler ve zaferleri benim şahsımda temsil edilmiş görmekten dolayı bilhas­sa teşekkür ederim. Fakat, bir noktayı kaydetmek mecburiyetindeyim ve bunu gayet ehemmiyetli olarak arz ederim ki; bütün bu muvaffakiyetler, yalnız benim eserim değildir ve olamaz. Bütün muvaffakiyetler, bütün milletin azim ve imanı ile çalışmalarını birleştirmesi neticesidir. Kahraman milletimizin ve seçkin ordumuzun kazandığı muvaffakiyetler ve zaferlerdir. Bir millet, bir memleket için kurtuluş ve selamet ve muvaffakiyet istiyor­sak; bunu, yalnız bir şahıstan hiçbir vakit istememeliyiz. Herhangi bir şahsın muvaffakiyeti demek o milletin muvaffakiyeti demektir. Bir milletin muvaffakiyeti demek, mutlaka, bütün milli kuvvetlerin bir istikamette bu­lunması ile, meydana gelmesi ile mümkündür. Bu nedenle; bilelim ki, ulaştığımız muvaffakiyet, milletin kuvvetlerini birleştirmesinden, çalış­malarını ortaklaşa yapmasından ileri gelmiştir. Eğer, aynı muvaffakiyetleri ve zaferleri ilerde kazanmak istiyorsak; aynı esasa dayanalım ve aynı su­rette yürüyelim… (İzmir’in işgalini ve bunda padişah ve hükümetin hare­ketsiz kaldığını belirttikten sonra) İzmir ve havalisinin çok namuslu ve va­tansever ahalisi, hiçbir vakitte bu taçlı kişi ile ve onun heyeti ile, onun temsilcisi ile beraber olmadı, olmak istemedi ve olamazdı. Onun için; der­hal Redd-i İlhak namı ile teşkil ettiği cemiyet vasıtasıyla, bütün ahaliyi va­tan müdafaasına davet etti. Bu vesile ile, o cemiyetin namını hürmetle an­mayı bir borç sayarım. Bu teşebbüs, düşman karşısında bir namus cephe­si teşkil etti. Denilemez ki; bu cephe, çok büyük, maddi olarak çok kuv­vetli idi. Fakat; Çok yüksek namus ve manevi kuvvete malikti. Şüphe yok, bu namus cephesi, bütün memleket için bir davet ve teşvik cephesi idi. Bunu teşkil eden insanlar pekala biliyordu ki, bütün vatanseverler bu cepheye koşacaktı. Gerçekten öyle oldu. Bütün millet hakikati anladı. Ça­lışmalarını birleştirdi ve bu cephenin güçlendirilmesine koştu. Ancak, düşmanlarımız bunu anlamışlar ve buna imkan ve fırsat vermemek için, derhal o namus cephesine tecavüz ve taarruz eylemişlerdi. Efendiler, na­mus cephesi, hiçbir vakit yıkılmaz, mağlûp olmaz. Bu nedenle; o cephe yıkılmamış, mağlûp edilememiştir. Belki, memleketin ve milletin muhtaç olduğu zamanı kazandırmak üzere, biraz geriye çekildi. Tabiatıyla; bu, millet ve memleket için zararsız oldu denilemez; bir müddet için; güzel yerlerimiz, pek kıymetli, feyizli arazimiz düşmanın ayakları altında çiğnenmeye mahkûm olmuştur. Bu manzara karşısında, milletin müteessir olma­dığını söylemek, doğru değildir; ancak, bu teessür, milletin azim ve ima­nında sebat etmesine ve vazifede devam eylemesine ve nihayet, düşmanla­rı sonuna kadar kırmak hususundaki kesin kararına yine mani olamadı ve millet, çalışmasında devam etti. Düşman, bütün bu çalışmaları mutlaka yıkmak için… taarruz etti. Fakat; bu taarruzları, milletin imanı ve azmi ve milletin öz evlatlarından kurulmuş olan kahraman ordusunun azim ve yi­ğitliği önünde, acı, şiddetli darbeler ile, geri atıldı. Birinci İnönü oldu, İkin­ci İnönü oldu, Sakarya oldu; nihayet, millet ve ordu, artık, düşmanı yok etmek için lazım gelen kuvveti, kudreti ve bütün hazırlıkları almış ve yap­mış bulunuyordu. Bundan sonra vukubulan hareket, neticesi bütün dünyaca bilinen hareketti… (Eski ve yeni idare devresini mukayese ettikten sonra) kayıtsız şartsız tabiri ile açıklanan hakimiyeti milletin elinde tutmak demek, bu hakimiyetin bir zerresini; sıfatı, ismi ne olursa olsun; hiçbir makama vermemek, verdirmemek demektir. Bununla kastettiğim manayı kolaylıkla anlayabilirsiniz. Efendiler, henüz kurtulmuş değiliz; atılan adımlar, bundan sonra atılması lazım gelen adımların başlangıcıdır. İnsan, baş­langıçta iken, neticeye ulaştığını iddia ederse; dünyanın en derin dalgın­lıkları içinde kendisini uçuyor görür. Biz, daha, çok adımlar atmak mec­buriyetindeyiz. Bu adımlar, hem çok hızlı, hem de çok uzun olmalıdır. Bu nedenle; bu adımları doğru ve muayyen bir istikamet dahilinde alabil­mek için, kendi mukadderatımıza kendimiz sahip ve hakim olmak mecbu­riyetindeyiz. (Milletimiz) artık, haklarını, hiçbir suretle, hiçbir şekilde, hiçbir kimseye vermemek kesin niyetindedir. Buna göre; bizi aldatmamak şartıyla, sulh yapmaya hazırız. Ve çok kuvvetle ümit ediyoruz ki; insanlık ve medeniyetin hakiki arzusu olan bu insanca arzu, o medeniyeti ve top­lumu temsil eden murahhas heyetleri tarafından kesinlikle kavranacak ve müşterek bir neticeye ulaşma mümkün olacaktır. Gerçekte; bu netice, maddi olarak elde edilmiştir. Yalnız; bunun resmi ifadesi kalmıştır. Bunu ümitle bekliyoruz….” 91.
IX. Evlenme
Mustafa Kemal Paşa’nın Batı Anadolu Gezisinde bu seferki İzmir durağı, kendisinin özel hayatında önemli bir gelişmeye sahne olur; bir süreden beri derin bir ilgi duyduğu Latife Hanım’la evlenme kararını hemen gerçekleştirir. Latife Hanım, İzmir’in tanınmış bir ailesinin (Uşakhgil)’in kızıdır; Avrupa’da yüksek eğitim görmüştür, Fransızca ve İngilizceye hakim aydın ve görgülü bir genç kızdır. 31 Ocak 1923 tarihli İkdam gazetesine dayanan bir kaynakta, Mustafa Kemal Paşa ile Latife Hanım’ın ev­lenişi şöyle özetleniyor: “…29 Ocak I923 (Pazartesi) günü saat 17.00’de, Muammer (Uşakhgil)’in Göztepe’deki konağında, gösterişsiz bir nikah töreni vardı. Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan (Gazi) Mustafa Kemal Paşa ile İzmirli Muammer (Uşaklıgil)’in kızı Latife Hanım hayatlarını birleştiriyorlardı. Atatürk’ün (o zaman, Mustafa Kemal Pa­şa’dır) nikah şahitleri Fevzi (Çakmak) ve Kazım (Karabekir) Paşalar, Latife Hanım’ın şahitleri de Vali Abdülhalik (Renda) ve Başyaver Salih (Bozok) Beylerdir…”1. İzmir Müftüsü tarafından kıyılan bu nikah töreninde bulu­nan Asım Gündüz (rahmetli orgeneral)’ün söylediğine göre; Mustafa Ke­mal Paşa, onun kulağına eğilir ve “zaman olur, nikahı Vali Bey kıyar”2 diyerek, daha o günden medeni nikaha karar verdiğini dolaylı biçimde belirtir.
X. İzmir’de Başyazarlar ile Görüşme:
Mustafa Kemal Paşa, İzmir’de bulunduğu daha sonraki günlerde, İz­mir basını ile buluşur ve fırsatları değerlendirerek halka seslenişlerini sürdürür. Halkı çeşitli konular üzerinde aydınlatmaya yönelik olan ve önemli iç ve dış sorunları kapsayan bu konuşmaların, daha öncekilerde olduğu gibi, birbirini bütünleyici bir nitelik taşıdıkları göze çarpar. Örne­ğin; İzmir’de yayınlanmakta olan gazetelerin başyazarları ile 30 Ocak’ta yaptığı görüşmede, özellikle “ekonomi ve eğitim” in önemine işaret eder.
(Özet): “…Türkiye, tam istiklalini temin edecek bir sulh ister… İnsanca yaşayabilmek için muhtaç olduğumuz hayati vasıtaları ve istiklali temin edinceye kadar, başladığımız işte devam olunacaktır. Milletin ciddi kararı budur… Artık, bu milleti esir ve bu memleketi sömürge yapmak hevesin­de bulunanların ne büyük gaflette oldukları anlaşılır. Memleketin gerçek istek ve ihtiyaçlarına tamamiyle uygun bir sulh yapmak imkanı hasıl ol­duktan sonra, geçmişin kayıplarını az zamanda hızla ve güvenle gidermek mecburiyetindeyiz. Özellikle, iktisat ve irfan (eğitim) çalışmalarında çok büyük azım ve gayret lazımdır. Bu çalışmaları esaslı ilkelere dayandırmak ve doğru istikametlerde sürdürebilmek için, bütün milletin çalışma ve gayretini ahenkli ve verimli kılmak maksadıyla, sulhten sonra, Halk Fırkası (Partisi) namı altında bir siyasi kuruluşa lüzum olduğu kanaatindeyim…”3. İz­mir’de, 31 Ocak’ta halk önünde yaptığı konuşmada ise, daha ziyade “ka­dın” konusu üzerinde durur: “…Tanrı, insanları iki cins olarak yaratmıştır. Bunlar, birbirlerine lazımdır ve birbirlerini bütünler… Bir toplum, cinsin­den yalnız birinin asri (modern) icapları elde etmesi ile yetinirse; o top­lum, yarıdan fazla zayıf bir durumda kalır. Bir millet, ilerlemek ve mede­nileşmek isterse; bilhassa bu noktayı esas olarak kabul etmek mecburiye­tindedir. Bizim toplumumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı tindedir. Bizim toplumumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdi­ğimiz kayıtsızlık ve kusurdan doğmaktadır. İnsanlar, dünyaya, mukadder olduk­ları yaşamak için gelmişlerdir. Yaşamak demek, faaliyet demektir. Bu neden­le; bir toplumun bir uzvu faaliyette bulunurken, diğer uzvu işlemezse; o top­lum, felce uğrar… Bu nedenle; bizim toplumumuz için ilim ve fenlazım ise, bunları aynı derecede hem erkek ve hem de kadınlarımızın elde etmeleri la­zımdır… Kadının en büyük vazifesi analıktır. İlk terbiye verilen yerin ana ku­cağı olduğu düşünülürse; bu vazifenin ehemmiyeti layıkı ile anlaşılır. Milleti­miz, kuvvetli bir millet olmaya azmetmiştir. Bugün lazım olan şeylerden biri de, kadınlarımızın her hususta yükselmelerini temindir. Bu nedenle; kadınlarımız da alim ve mütefennin (fen bilgini) olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün tahsil derecelerinden geçeceklerdir. Sonra, kadınlar, toplum hayatında erkeklerle beraber yürüyerek; birbirinin yardımcısı ve kollayıcısı olacaklar­dır… Düşmanlarımız, bizi, dinin tesiri altında kalmış olmakla itham (ede­rek) duraksama ve çöküşümüzü buna yoruyorlar. Bu, yanlıştır. Bizim di­nimiz, hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını istememiştir. Allah’ın emrettiği şey, erkek ve kadın Müslimlerin beraber olarak, ilim ve ir­fan elae etmesidir. Kadın ve erkek, bu ilim ve irfanı aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla donanmış olmak mecburiyetindedir… Türk toplumunda kadınlar ilimce, irfanca ve diğer hususlarda erkeklerden kesinlikle geri kalmamışlardır. Belki, daha ileri gitmişlerdir. Bugün bu memleketi inceleyelim… Tarlalarda erkeklerle beraber çalışan, eşeklerine binerek öteberi satmak için kasabalardaki pazar yerine giden, oralarda bizzat yumurta ve tavuğunu, buğdayını satan ve ondan sonra, lazım olan şeyleri bizzat satın alan, köyüne dönen ve genel çalışmalarında kocalarına, kardeşlerine yardım eden kadınlar… Memleketimizde cahillik varsa, umumidir; yalnız kadınlarımıza değil, erkeklerimize de yaygındır…Bu konuda son söz olarak diyorum ki, bizi analarımızın adam etmesi lazımdı. Onlar, edebildikleri kadar etmişlerdir. Fakat; bugünkü seviyemiz, bugünkü temel icaplar ve ihtiyaçlara yetmez. Başka düşüncede, başka olgunlukta adamla­ra muhtacız. Bunları yetiştirecek olan, bundan sonraki annelerdir. Bu sözlerimin, istiklalini, şerefini, hayat ve varlığını temin ve sürdürmeyi ilke kabul eden yeni Türkiye devletinin esaslarından birini teşkil etmesi lazım­dır ve inşallah edecektir…”4
XI. Birinci iktisat Kongresi’nin Açılışı:
Mustafa Kemal Paşa, Batı Anadolu gezi programını tamamlamak üzere, Şubat başlangıcında İzmir’den kısa bir süre için ayrılır; 5 Şubat’ta Akhisar’da konuşur5 7 Şubat’ta Balıkesir’de camide halka hitap eder6 ve 10 Şubat’ta İzmir’e döner. Bu gelişinde en önemli olay, İzmir’de Birin­ci İktisat Kongresi’nin açılışıdır. Paşa, I7 Şubat’ta bu kongrede, milli ikti­sat politikamız bakımından temel bir değer taşıyan şu açış konuşmasını yapar (Özet): “…Sizler, doğrudan doğruya milletimizi teşkil eden halk sı­nıflarının içinden geliyorsunuz. Bu itibarla; memleketimizin, milletimizin halini, ihtiyacını ve milletimizin isteklerini ve acılarını yakından biliyorsu­nuz… Sizin söyleyeceğiniz sözler, alınması lüzumunu beyan edeceğiniz ted­birler, doğrudan doğruya halkın ağzından söylenmiş sayılır. Bu, en büyük doğruluktadır. Zira; halkın sesi, hakkın sesidir…Tarih, milletlerin yükseliş ve yıkılış sebeplerini ararken; birçok siyasi, askeri, içtimai sebepler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok; bütün bu sebepler, sosyal olaylarda et­kilidirler. Fakat; bir milletin doğrudan doğruya hayatı ile, yükselişi ile, yıkılışı ile ilgili ve ilişkili olan, milletin iktisadi işleridir. Tarihin ve tecrübenin tespit etti­ği bu hakikat, bizim milli hayatımızda ve milli tarihimizde de tamamiyle bellidir. Gerçekten; Türk tarihi tetkik olunursa, bütün yükseliş ve yıkılış sebeplerinin bir iktisat meselesinden başka bir şey olmadığı anlaşılır…Yeni Türkiyemizi layık olduğu duruma ulaştırabilmek için, mutlaka iktisadi işlerimize birinci derecede ehemmiyet vermek mecburiyetindeyiz. Çünkü; zamanımız, tamamiyle bir iktasat devresinden başka bir şey değildir…Bir milletin hayat sebeplerini, refah ve saadetini teşkil eden iktisat işleri ile meşgul olmaması, dikkat çekici bir şeydir. Fakat biz, itiraf etmeye mecburuz ki; iktisat işlerimize lüzumu kadar ehemmiyet vermemiş bulunuyoruz. Bir milletin doğrudan doğruya hayat sebepleri ile meşgul olamaması o milletin yaşadığı devirler ile ve devirleri tespit eden tarihi ile çok ilgili­dir. Bu nedenle; biz de, eğer meşgul olmamış isek; gerçek sebeplerini, ge­çirdiğimiz devirlerde ve özellikle tarihimizde arayabiliriz. Fakat; böyle bir tetkik yaptığımız zaman, üzülerek itiraf etmeliyiz ki; biz, henüz, şimdiye kadar hakiki, ilmi, müspet manası ile milli bir devir yaşayamadık. Bu ne­denle, milli bir tarihe malik olamadık. Bu noktayı biraz açıklayabilmiş ol­mak için, hep beraber Osmanlı tarihini hatırlayalım. Osmanlı tarihinde bütün gayretler, bütün çalışmalar, milletin arzusu, emelleri ve gerçek ihti­yaçları bakımından değil; belki, şunun bunun özel emellerini, ihtiraslarını tatmin bakımından vuku bulmuştur. Mesela; Fatih İstanbul’u zaptettikten sonra, yani Selçuklu saltanatı ile Doğu Roma İmparatorluğunu miras ola­rak elde ettikten sonra, Batı Roma İmparatorluğunu da zaptederek; büyük bir saltanat kurmak istedi. Böyle büyük bir emel takip eyledi. Böyle bir emeli takip ve tatbik edebilmek için, bütün milleti, asıl unsuru, arkasından bu hedefe doğru şevketti. Mesela; Yavuz Sultan Selim, Fa­tih’in açtığı Batı cephesini tespit etmekle beraber; bütün Asya’yı birleştire­rek, büyük bir İslam imparatorluğu vücuda getirmek üzere, böyle bir si­yasi meslek takip etti. Asıl unsuru bunun arkasından dolaştırdı. Kanuni Süleyman, her iki cepheyi azami derecede genişletmek, bütün Akdeniz’i bir Osmanlı havuzu haline getirmek, Hindistan üzerinde nüfuzunu kur­mak gibi çok büyük, şahane bir siyaset takip etti. Bu siyasetin tatbiki için, asıl unsuru kullandı…Bütün bu davranışlar ve hareketler araştırılırsa, görülür ki; bu büyük, güçlü padişahlar, takip ettikleri dış siyasette kendi emelleri, hırsları ve arzularına dayanmışlardır. Büyük ve şahane arzularına dayanmakla beraber; iç teşkilatını, iç siyasetlerini, bu ihtirasları yaratan dış siyasetlerine göre düzenlemek zorunda kalmışlardır. Halbuki; dış siyaset, iç teşkilat ve iç siyasete dayandırılmak zaruretindedir; yani, iç teşkilatının ta­hammül edemeyeceği büyüklükte olmamalıdır. Yoksa; hayali dış siyaset peşinde dolaşanlar, dayanak noktalarını kendiliğinden kaybederler.
Gerçekte; Osmanlı hakanları, asıl olan noktayı unuttular. Hisleri ve emelleri üzerine bütün hareket ve işleri bina ettiler. İç teşkilatı, dış siyasetlerine uydurmak zorunda kalınca; zaptettikleri memleketlerde bütün un­surları; dilleri, dinleri, gelenekleri, her şeyi başka başka olan ve birçok milletlerden ibaret bulunan bu unsurları, olduğu gibi muhafazaya kalkıştı­lar ve onlara bütün bu şeyleri korunmuş bırakabilecek ayrıcalıklar, imti­yazlar verdiler. Buna karşılık; asıl unsur, sefer yapmakla, fetihler yapılan alanlarda ölmekle, zapt olunan memleketlerin kendisini ve halkını besle­mekle ve onlara bekçilik etmekle kendi kendisini tahrip ediyordu. Bu iti­barla; millet, asıl unsur kendi evinde, kendi yurdunda ve kendi gerçek hayat ihtiyaçlarını elde etmek için çalışmaktan tamamiyle mahrum bir halde bulunuyordu…Millet, hayati ihtiyaçlarla meşgul olmaktan engellen­miş olarak diyar diyar dolaştırılıyor ve bu yeni diyarlar halkı, birçok ayrıcalıklara, birçok imtiyazlara malik olarak çalışıyordu. Yani, fethedenler, asıl unsuru peşine takarak kılıçla fetihler yaparken, kılıç sallarken; zapt olunan memleketler ahalisi, kazandıkları ayrıcalıklar, imtiyazlarla sabana yapışıyorlar, toprak üzerinde çalışıyorlardı. Arkadaşlar, kılıçla fetihler ya­panlar, sabanla fetihler yapanlara yenilmeye ve sonunda yerlerini bırak­maya mecburdurlar. Nitekim, Osmanlı saltanatı da böyle olmuştur… Bu, bir gerçektir ki; tarihinin her devrinde ve cihanın her yerinde aynen vuku bulmuştur… Osmanlı fatihleri, hakanları, istilacıları, asıl unsurla beraber sabanın önünde mağlûp olup geri çekilmeye başladıktan sonra; asıl fela­ketlerin büyüğü başladı. Sırf şahane bir insan olarak yabancılara verilmiş olan ve özel bir lütuf olarak memleket içindeki Müslüman olmayan un­surlara verilmiş olan her şey, müktesep hak sayıldı. Fakat; yabancılar, yal­nız bu hakları muhafaza ile de yetinmediler. Belki her gün, onları biraz daha artırmak için çareler aradılar ve buldular… (I. Dünya Savaşı ve son­rasını açıklayarak ve Milli Mücadelede kazanılan zaferi vurgulayarak) si­yasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadi zaferlerle taçlan­mazlarsa, taçlanamazlarsa; kazanılan zaferler yaşayamaz, az zamanda söner. Bu itibarla; en kuvvetli ve parlak zaferimizin dahi temin edebildiği ve daha edebileceği yararlı meyveleri tespit için, iktisat işlerimizin, iktisadi hakimiyetimizin temin edilmesi, sağlamlaştırılması ve genişletilmesi lazım­dır… En kuvvetli silahımız, iktisat işlerindeki büyüklük, sağlamlık ve başarımız olacaktır… İçine girdiğimiz halk devrinin, milli devrin milli tarihini dahi yazabilmek için kalemlerimiz sabanlar olacaktır. Bence halk devri, iktisat devri kavramı ile ifade olunur. Öyle bir iktisat devri ki; onda memleketi­miz bayındır olsun, milletimiz refah içinde olsun ve zengin olsun. Bu nok­tada bir felsefeyi size hatırlatayım: El kanaatü kenzi layüfna (ayrılmaz ka­naat). Kanaati kenzi layüfna (ayrılmaz) farzetmek, fakirliği fazilet bilmek felsefesine de iktisat devri artık son versin… Bu felsefeyi, mutlaka yanlış yorumlamak yüzünden; bu millete, bu memlekete çok büyük fenalık edilmiştir… Biliriz ki; Allah, dünya üzerinde yarattığı bu kadar nimetleri, bu kadar güzellikleri insanlar istifade etsin, nimetlerinden yararlansın diye ya­ratmıştır ve azami derecede istifade edebilmek için de, bugün kainattan esirgediği zekayı, aklı insanlara vermiştir. Eğer vatan denilen şey, kupkuru dağlardan, taşlardan, mezra sahalarından, çıplak ovalardan ve vatan, şehirler ve çöllerden ibaret olsa idi, onun zindandan hiçbir farkı olmazdı. Ve gerçekten; bu dediğimiz felsefenin sahipleri, bu kıymetli vatanımızı böyle zindan ve cehennem yapmaktan başka bir şey yapmamışlardır. Halbuki; bu vatan, evlat ve torunlarımız için cennet yapılmaya layık, en layık bir vatandır. İşte, bu memleketi böyle bayındır hale, cennet haline getirecek olan, iktisadi tedbir ve etkenler ve iktisadi faaliyetlerdir. Bu nedenle, öyle bir iktisat devri lazımdır ki; artık, milletimiz insanca yaşamasını bilsin, insanca yaşamasının neye bağlı olduğunu öğrensin ve o çarelere başvursun…
Ve artık bu memleket, böyle fakir ve bu millet hakir değil; belki, memleketimi­ze zengin memleketi, zenginler memleketi; bu yeni Türkiye’nin adına da çalışan­lar diyarı denilsin. İşte millet, böyle bir devir içinde bulunuyor ve böyle bir devri yükseltecektir… Ve böyle bir devrin tarihini yazacaktır. Ve böyle bir devirde, böyle bir tarihte en büyük makam, en büyük hak, çalışanlara ait olacaktır… İktisat alanında düşünürken ve konuşurken, zannolunmasın ki; biz yabancı sermayesine düşman bulunuyoruz. Hayır, bizim memleketi­miz büyüktür. Çok çalışmaya ve sermayeye ihtiyacımız vardır. Bu neden­le; kanunlarımıza riayet etmek şartıyla, yabancı sermayesine lazım gelen güvenceyi vermeye her zaman hazırız ve arzu edilir ki; yabancı sermaye, bizim çalışmamıza ve bilinen zenginliğimize katılsın. Bizim için ve onlar için faydalı neticeler versin; fakat, eskisi gibi değil… Biz şimdiden hayat ihtiyaçlarımızı temine başlamış bulunuyoruz… Fakat; muvaffak olmak için, çok çalışmak lazım olduğunu bilmeliyiz- İktisadi işler diyoruz. Fakat; iktisadi işler demek, her şey demektir. Yaşamak için, mesut olmak için, insanlığın varlığı için ne lazımsa onların tümü demektir. Ziraat demektir, ticaret demektir, çalış­mak demektir, her şey demektir… Bu büyük ve feyizli toprakları işleyebil­mek, işletebilmek için noksan olan el emeğini mutlaka fenni aletler ile karşılamak zorundayız. Memleketimizi, bundan başka, demiryolu ile ve üzerinde otomobiller çalışır şoselerle ağ haline getirmek mecburiyetinde­yiz…. Memleketimiz ziraat memleketidir. Bu itibarla, halkımızın çoğunlu­ğu çiftçidir, çobandır. Bu nedenle; en büyük kuvveti, kudreti bu sahada gösterebiliriz ve bu sahada mühim yarışma alanlarına atılabiliriz. Fakat; aynı zamanda sanayimizi de artırmak ve genişletmek zorundayız…
Ürünlerin ve mamullerin alışverişi ve servete dönüşmesi için, ticarete ihtiyacımız vardır… Bunda başarılı olabilmek için, gerçekten memleketin ve milletin ihtiyacına uygun esaslı program üzerinde bütün milletin birleşik ve uyumlu çalışması lazımdır… Bence; yeni devletimizin, yeni hükümetimizin bütün esasları, bütün programları iktisat programından çıkmalıdır… Bu nedenle, evlatlarımızı eğitmeliyiz; onlara o suretle ilim ve irfan verme­liyiz ki; ticaret, ziraat ve sanatta ve bütün bunların faaliyet sahalarında ya­rarlı olsunlar, etkili olsunlar, aktif olsunlar, pratik bir organ olsunlar. Bu nedenle; eğitim programımız, gerek ilk öğretimde, gerek orta öğretimde verilecek bütün şeyler, bu görüşe göre olmalıdır. Eğitim programlarımız gibi, devlet şubeleri için tasavvur olunacak programlar da, iktisat progra­mına dayanmaktan kendini kurtaramazlar… Bu dakikada dinleyicilerim çiftçilerdir, sanatkarlardır, tüccarlar ve işçidir. Bunların hangisi birbirinin karşısında olabilir? Çiftçinin sanatkara, sanatkarın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, birbirine ve işçiye muhtaç olduğunu kim in­kar edebilir?… Programdan bahsolunduğu zaman, adeta denebilir ki; bütün halk için bir çalışma misak-ı millisidir. Ve böyle bir çalışma mi-sak-ı millisi mahiyetinde olan program etrafında toplanmaktan hasıl olacak siyasi şekil ise, gelişigüzel bir parti mahiyetinde tasavvur edilmemek lazım gelir ve sulhtan sonra vukua gelebilecek olan böyle bir siyasi şeklin, şimdi­ye kadar olduğu gibi, milletin azim ve imanı ile ve birlik ve dayanışması­nın birbirine yardımcı olması ile başarılı olacağı hakkındaki kanaatim kuvvetlidir ve tamdır…”7
XII. Güney Anadolu Gezisi:
Batı Anadolu Gezisini I7 Şubat 1923’te İzmir’de İktisat Kongresi’nin açılışı ile noktalayan Mustafa Kemal Paşa, 18 Şubat’ta Eskişehir’de, Lozan’dan dönmekte olan İsmet Paşa ile buluşarak, birlikte Ankara’ya gider. Ankara, daha açıkçası Meclis, Lozan Konferansı’nın kesilişinin heyecanı içindedir. Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri ile, “…Anlaşıldığına göre; mu­halifler, Murahhas Heyetimize, İsmet Paşa’ya, aman vermeyen bir hasım kesilmişlerdir. Güya, sulh olmuş iken, İsmet Paşa yapamamış, geri gelmiş. Murahhas Heyeti, Vekiller Heyetinin talimatına aykırı hareket eylemiş… 27 Şubat I923 gizli oturumunda başlayan taarruzlar, 6 Mart I923 gününe kadar hararetli, heyecanlı bir surette devam etti… (Paşa, bazı açıklamalar yaptıktan sonra, şöyle diyor) Düşüncelerime ilave ettim ki: Murahhas He­yetimiz, kendine verilen vazifeyi tamamiyle ve pek mükemmel bir surette yapmıştır. Milletimizin ve Meclisimizin şerefini korumuştur. Eğer sulh meselesini iyi sonuçlandırmak istiyorsak; Meclis tarafından da, Murahhas Heyetimize manevi kuvvet verilerek çalışmalarına devam ettirilmek lazımdır. Bu suretle hareket ederseniz, ümitli olabiliriz ki, bir sulh safhasına girmek mümkündür…”8. Bunun üzerine, Meclisteki tartışmalar sona erer.
Mustafa Kemal Paşa, olağanüstü denebilecek ruhsal gücünü dinç tutabilmenin kaynağını her zaman Türk milletinin yurtseverliğinde ve sağduyusunda bulan bir yaradılıştadır. Bu nedenle; gezisini sürdürerek Güney Anadolu’da toplumla kucaklaşmak üzere, I3 Mart 1923’te Ankara’dan trenle hareket eder. İ2 gün süren (13 Mart – 25 Mart I923) bu ge­zide ilk önemli durak Adana’dır. I5 Mart sabahı Adana’ya varan Paşa, büyük bir coşku ile karşılanır. Bu sırada hazır bulunan herkesi duygulandıran şöyle bir olay dikkati çeker: “…Atatürk, öğrencilerin yanına doğru ilerlediği sırada, karşıda siyahlara bürünmüş otuz kadar kızın ağlaştıklarını gördü. Oraya yöneldi. Derken, bunların arasından iki genç kız, ellerinde iki buket, Atatürk’e ilerledi. Birinin göğsünde İskenderun, ötekinde Antakya yazıyor, gerçekten hüngür hüngür ağlıyorlardı. Çiçekleri Atatürk’e ve Lati­fe Hanım’a sundular: Büyük Gazi, bizi de kurtar! Beşikteki çocuklarımız öldürülüyor. Yurdumuz, yuvamız dağıldı. Bizi de Hürriyete, Anavatan’a kavuştur. Atatürk, Hatay’ı temsil eden bu topluluğa seslendi: Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz- Günü gelecek, siz de kurtulacaksınız. İlk sözü bu olmuştu Adana’da”9
Paşa, aynı gün (15 Mart) öğleden sonra Türk Ocağı’na gider ve özellikle gençliğe yönelik şu konuşmayı yapar (Özet): “…Genç arkadaşlarım, …Ben ve benim gibi sevdiğiniz ve sevdiğinize şüphe olmayan arkadaşlarla beraber vicdanımıza düşen vazifeyi yaptık. Bu hususta bize cesaret veren siz ve sizi vücuda getiren büyük kalpli analar ve babalarınız ve bu millet­tir… Üç dört yıl içinde yapılan şeyler, kazanılan başarılar ve inkılaplar, bu müddete sığmayacak kadar yoğundur. Bu yoğunluğu, ancak, sizin gibi ev­latları olan bir millet omuzlarında taşıyabilir… Yer yer iç isyanlar oldu, birçok kanlar aktı ve millet, sonunda gerçeğin nerede olduğunu anladı. Bütün milletin iftihar edeceği bu sonuçları, henüz güvenilir saymak gaflet (ihtiyatsızlık) olur. Henüz gerçeği görmekten uzak kimseler var. Lakin, bi­lerek veya bilmeyerek milletin şerefine ve haysiyetine saldıran kimseler ol­sa bile; bu gibiler, sizin gibi vicdanlı ve dimağları gelişmiş gençler karşı­sında baş kaldırmaya imkan bulamayacaklardır. Millet, ulaştığı saadet mertebesinde (aşamasında) daha çok sizler, dikkat ve uyanıklıkla uyumlu olarak çalışmaya mecburdur. Gerçek zafer, muharebe meydanlarında muvaffak olmak değil; asıl zafer, başarıların kaynaklarını kuvvetlendirmek, milleti yükseltmektir. Memleketimiz, baştan sona kadar, hazinelerle doludur. Biz, o hazineler üstünde aç kalmış insanlar gibiyiz. Hepimiz, bütün bu hazineleri meydana çıkarmak ve servet ve refahımızın kaynaklarını bul­mak vazifesi ile yükümlüyüz. Bu vazifelerin kolaylıkla yapılacağını kabul etmek doğru değildir. Eminim ki; gençler, yalnız nazariyelerle meşgul de­ğillerdir. Sanatın, ziraatın, ticaretin ne olduğunu anlayan ve bunları fiilen tatbik eden gençlerdir. Gerçek başarıya ancak bu gibi verimli sahalardaki çalışma ile varacağız…”10. Yine, 15 Mart’ta lise binasında, halkın çeşitli kesimlerinden oluşan bir topluluğa seslenişinde, şu dikkate değer sözler göze çarpar: “…Arkadaşlarımız ve milletin bütün fertleri gibi, milli dava­mızda benim de çalışmalarım olmuş ise de; bu çalışmalarda kuvvetli atı­lımlar ve basanlar varsa, bunu bana bağlamayınız. Ancak ve ancak bütün milletin manevi kişiliğine bağlayınız. Ben, milletin bu yüksek manevi kişi­liği içinde sadece bir fert olmakla bahtiyarım… Geleceğe güvenle yürümekte devam edilecektir. Bugüne kadar ki milli çalışmalarımızın kıy­meti pek yüksek, başarı ve zaferlerimizin derecesi pek kuvvetlidir. Fakat; düşmanlarımız o kadar çok ve kalplerinde, vicdanlarında ve kafalarında aleyhimize besledikleri duygular ve düşünceler o kadar kuvvetlidir ki; elde ettiğimiz bu kadar başarılarla o duygu ve düşünceleri giderebileceğimizi zannetmek, gaflete düşmek olur… Düşmanlarımızın hakkımızda uzun asır­larla biriken duygularını yalnız bugünkü olaylarla silebileceğimizi sanmak, gerçeği söylemek olmaz. Biz, bunu zaferlerle değil; ancak bugünkü ilerle­meleri kabul, bugünkü ilmin ve medeniyetin istediği hususların hepsine girişme ve bütün medeni milletlerin bilgi seviyelerine fiilen ulaşmak ile ya­pacağız. Milletimizin kabiliyeti, çalışmaya olan aşkı, bizi bu yüksek aşa­maya eriştirmeye kolaylıkla yeterlidir…”11. Paşa, ertesi gün (16 Mart), yine Türk Ocağı’nda, bu defa çiftçiler için yaptığı önemli konuşmada şu hu­suslar üzerinde durur (Özet): “…Arkadaşlar, dünyada fetihlerin iki vasıtası vardır: biri kılıç, diğeri saban (sapan)… Milletleri vatanlarında yerleştirme­nin, millete istikrar vermenin vasıtası sabandır. Saban, kılıç gibi değildir. O, kullandıkça kuvvetlenir. Kılıç kullanan kol, çok geçmeden yorulduğu halde; sabanı kullanan kol, zaman geçtikçe toprağın daha çok sahibi olur. Kılıç ve saban, bu iki fatihten birincisi, ikincisine daima mağlûp oldu…
Milletimiz çok büyük acılar, yenilgiler, facialar görmüştür. Bütün olanlardan sonra, yine bu topraklarda bulunuyorsa; bunun asıl nedeni şundan­dır: Çünkü; Türk çiftçisi, bir eli ile kılıcını kullanırken; diğer elindeki sa­banla topraktan ayrılmadı. Eğer, milletimizin büyük çoğunluğu çiftçi ol­masa idi; biz, bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık… Güzel vatanımızı fakirliğe, memleketi harap bir duruma sürükleyen çeşitli sebepler içinde en kuvvetlisi ve en ehemmiyetlisi, ekonomik işlerde istiklalden mahrum ol­mamızdır… (Paşa, yaptığı uzun konuşmasında; zaman zaman komşu dev­letlere de değinerek, ekonomi, milli hakimiyet, milli birlik, savaş ve barış gibi çok kapsamlı konulara da temas eder ve sözlerini şöyle sürdürür) Ne olursa olsun; şu ve bu sebepler için, milleti harbe sürüklemek taraflısı de­ğilim. Harp zaruri ve hayati olmalı. Gerçek inancım şudur: Milleti harbe götürünce vicdanımda acı duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı ölmeyeceğiz diye harbe girebiliriz. Lakin, milletin hayatı tehlikeye maruz kalmayınca, harp bir cinayettir… Sulhun imzası ile önümüzde yeni bir çalışma devri açılacak. O zaman Türkiye Büyük Millet Meclisi tarihi vazifesini tamamlamış olacağı için, tabii olarak yeni seçimler yapılacaktır. Yeni seçimi çok mühim bir vatan meselesi olarak telakki ediniz. Çünkü; bundan sonra toplanacak olan meclisin memlekete, millete yapmaya mecbur olduğu vazifeler çok güç, çok ağır, çok mühimdir, içinizde memleketi ve milleti en çok seven, aklı­na, zekasına, vicdanına en çok güvendiğiniz insanları seçiniz. Ancak bu sayede meclis sizin arzularınızı yerine getirmeye, layık olduğunuz refahı temin kudretine malik olacaktır…”‘2. Paşa, Adana’daki son konuşmasını 16 Mart akşamı Türk Ocağı’nda esnaf kuruluşlarına karşı yaparak, özellikle sanat, sanat adamı, hafta tatili ve din konusu üzerinde durur (Özet): “…Bir mil­leti yaşatmak için birtakım temeller lazımdır ve bilirsiniz ki, bu temellerin en mühimlerinden biri sanattır. Bir millet sanattan ve sanatkardan mahrumsa, tam bir hayata malik olamaz… Sanatsız kalan bir milletin hayat da­marlarından biri kopmuş olur. Yalnız şunu söyleyeyim ki; milletlere tek tek sanatkar yetiştirmek kafi değildir. İnsanlar tek tek çalışırlarsa muvaffak olamazlar… İlk gerçek olarak anlarız ki; herhangi sanatta emniyetle ilerlemek arzu edilirse, aynı meslek ve sanatta bulunan insanların dayanışma içine girmesi lazımdır… Bir millet sanata ehemmiyet vermedikçe, büyük bir felakete mahkûmdur… Asil milletimiz sanattan mahrumdu. Sanatkar­lar azdı. Mevcut olanlar da lazım olduğu derecede sanatta usta değildi… Memleketiniz sizindir, Türklerindir… Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir. Arkadaşlar, bu memleketin halkı üzerinde kimsenin hak ve yetkisi olmadığı gibi, bu memleketi dışarıya muhtaç ettirmemek de size düşen bir vazifedir… Sizler ki, çok çalışıyorsunuz; çok çalışanlar o nispette havaya, sükûna, istirahate muhtaçtırlar… Bizi yanlış yola sevk eden soysuzlar, bilirsiniz ki; çok defa din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleri ile aldatagelmişlerdir. Tarihimizi okuyu­nuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki; milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar, hep din kılığı altındaki küfür ve melunluktan gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar. Halbuki; hamdolsun, hepimiz Müslümanız, hepimiz dinimize bağlıyız… Milletimizin içinde gerçek ve ciddi din adamları (ulema) vardır… (Gerekirse) bu gibi din adamlarına gidin… Fakat; genel olarak, buna da ihtiyaç yoktur. Özellikle bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile, hangi şeyin bu dine uy­gun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki; akla, mantı­ğa, kamu menfaatine uygundur; biliniz ki, o, bizim dinimize de uygundur… Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uygun düştüğü bir din olmasa idi; en mükemmel, son din olmazdı… Babalarımız, babalarımızın babaları sanat­la, millete hayat ve saadet verecek sahalarla lüzumu kadar uğraştırılma­mış, kendi evlerini ve kendi işlerini bırakmışlar, yabancıların bekçiliğini yapmışlar. Halbuki; bizi mahvetmek isteyenler, sanatın her dalında ilerle­mişler. Bugünkü tezgahla Amerika ve Avrupa’ya karşı mücadelenin nasibi yenilgidir. Kendi derecemizi bilelim. İnsaflı olalım. Neyi öğrenmek lazımsa onu öğrenelim… Bazı kimseler asri (çağdaş) olmayı kafir olmak sayıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış yorumu yapanların maksadı, İs­lamların kafirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın; hoca olmak sarıkla değil, beyinledir…”13
Mustafa Kemal Paşa, 17 Mart 1923 sabahı Adana’dan Mersin’e hare­ket eder. O gün Mersin’de bazı kısa ziyaretler yaptıktan sonra Millet Bahçesinde Türk Ocağı’nın düzenlediği bir açık hava toplantısına katılır. Paşa ile beraber bulunmakta olan tanınmış bir yazarın anlattığına göre, “…du­varların ve ağaçların üstüne kadar her yer insanlarla dolu. Fakat, Mersin’de her şey aksi gidiyor. Orta yere, birkaç basamakla çıkılıp tıpkı taht­ları andıran bir yer yapmışlar. Kral ve kraliçeye mahsus gibi yaldızlı iki koltuk. Gazi, sanki, refikası ile beraber, tüner gibi oraya çıkacak. Bahçeye girip de o manzarayı görür görmez adam akıllı kızdı ve bu ne maskaralık! diyerek, tahta sandalyelerden birini alıp rastgele oturuverdi”H. Burada, Paşa, Mersin Türk Ocağı Başkanı (Dr. Reşit Galip)’nın konuşmasını cevaplandırmak üzere, özetle şu konuşmayı yapar: “… Gerçekten; muhterem Doktorun dediği gibi, benim için dünyada en büyük mevki ve mükafat, milletin bir ferdi olarak yaşamaktır… Bugün olduğu gibi, ömrümün sonu­na kadar, milletin hizmetinde olmakla iftihar edeceğim… Mersinliler, memleketiniz Türkiye’nin çok mühim bir noktası bulunuyor, çok mühim bir ticaret noktasıdır… Memleketinize sahip olabilmek için çektiğiniz acı­lar, sıkıntılar, yokluklar büyük olmuştur… Hepimiz arzu edelim ki, acı günler tekerrür etmesin… Buna gerçekten layık olmak lazımdır. Muharebe meydanlarında kıymetli evlatlarımızın süngü ve silahlarının başarısı yeterli değildir. Bu zafer ve başarılar çok büyüktür. Ancak; gerçek refah ve saa­dete kavuşabilmek için, asıl bundan sonra çalışmak lazımdır. Sizin için za­fer ve ilerleme sahası iktisat işlerinde, ticarettedir. Bunu takdir ediyorsanız, çok çalışmaya mecbursunuz. Aksi takdirde; memleketin gerçek sahibi ol­duğunuzu söyleseniz bile, kimseyi inandıramazsınız…”15.
17 Mart 1923 günü öğleden sonra Mersin’den ayrılan Mustafa Kemal Paşa, geceyi Tarsus’ta geçirir ve 18 Mart günü Tarsus Çiftçiler Yurdu’nu ziyaret ederek, burada çiftçilere seslenir (Özet): “… Ben ne düşündüklerinizi bilen, ne hissettiklerinizi duyan, ne dertleriniz olduğunu anlayan bir arkadaşınız, bir kardeşiniz olmakla iftihar etmekteyim… Şimdiye kadar, yani üçbuçuk sene evvele kadar, vatanın birçok unsurları içinde en çok sı­kıntı, zorluk, acı çeken sizdiniz. Herkesten çok çalışan siz olduğunuz hal­de, en çok cefayı çeken sizdiniz. Vatan en çok sizin emeğinize dayandığı halde, en az bahtiyar ve mesut olan yine sizdiniz. Bunun sebebi sizinle meşgul olunmaması idi. Sizi düşünen pek az kimse vardı… Artık, bundan sonra böyle olmayacaktır… Milletin çoğunluğu sizlersiniz… Biz çok iyi çift­çi ve çok iyi asker yetiştiren bir milletiz. İyi çiftçi yetiştirdik: Çünkü, top­raklarımız çoktur; iyi asker yetiştirdik: Çünkü, o topraklara kast eden düşmanlar fazladır. O toprakları sürenler, o toprakları koruyan hep sizler­siniz. Bundan sonra da, daha iyi çiftçi ve daha iyi asker olacağız. Lakin; bundan sonra asker oluşumuz, artık eskisi gibi başkalarının hırsı, şan ve şerefi, keyfi için değil; yalnız ve yalnız bu aziz topraklarımızı muhafaza et­mek içindir… Milletimiz çok cevherli, çok kabiliyetli, diğer milletlere çok üstün olduğunu (geçirdiğiniz) bu mücadelede gösterdiği şuurla, azimle, yi­ğitlikle pek güzel ispat etti. Bu kabiliyeti, bundan sonra da, imar sahasın­da gösterecektir. Çiftçilerimizin gayreti ile memleketimizin verimli tarlaları birer bayındır yer kaynağı olacaktır. Şüphesiz, bu bayındır yeri cihandaki düşmanlara karşı müdafaa için kıymetli bir ordumuz da bulunacaktır…
Buraya kadar yalnız bu iki unsur (çiftçi ve asker) üzerinde söz söylediğim için, diğer unsurlara o kadar ehemmiyet vermediğim manasını anlamayı­nız. Sırtınıza giydiğiniz elbise, ayağınıza geçirdiğiniz kunduralardan en ufak şeylere kadar sanat sahiplerine muhtaçsınız… Bütün bu ihtiyacınızı temin için… kendinizden olan sanatkarlara koşacaksınız, onlara yardım et­mek hem borcunuz, hem menfaatinizdir… İhtiyacınızdan fazla üretimi dı­şarıya gönderecek ve onları altına dönüştüreceksiniz. Bunu yapabilmek için tüccarlara ihtiyacınız vardır. Eğer tüccarlar bizden olmazsa; milli ser­vetin ehemmiyetli bir kısmı, şimdiye kadar olduğu gibi, yine yabancılarda kalacaktır. Onun için, milli ticaretimizi yükseltmeye mecbursunuz. Bütün bu basit, fakat hayati gerçekleri bilerek, bilmeyenlere de yoluyla veya zor­la anlatarak gayemize yürüyeceğiz. Hepiniz pek güzel anlamışsınızdır ki; bizi o gayeye varmaktan meneden iki kuvvet vardır. Biri, dış düşmanlar­dır… Fakat… bizim için bunlardan daha zararlı, daha tehlikeli bir sınıf vardır: O da, içimizden çıkması muhtemel olan hainlerdir. Aklı eren, memleketi seven, gerçeği gören kimselerden böyle düşman çıkmaz. İçimiz­de böyleleri çıkarsa; onlar, ya aklı ermeyen cahiller, ya memleketi sevme­yen fenalar, ya gerçeği görmeyen körlerdir. Biz, cahil dediğimiz vakit, mutla­ka okumamış olanları kasdetmiyoruz. Kasdettiğim ilim, gerçeği bilmektir. Yoksa, okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi; hiç okumak bilmeyen­lerden de, özellikle sizin içinizde görüldüğü gibi, hakikati gören gerçek alimler çıkar. Sözlerime son verirken, tekrar, dikkatinizi şu noktaya çekiyo­rum. Paramızı, hayatımızı dış düşmanların sarkıntılığından kurtarmak, bu memleketin dış düşmanlara esir olmasına müsaade etmemek ne kadar la­zımsa; aynı zamanda ve onlardan daha fazla bir uyanıklıkla iç düşmanla­ra, içerdeki zararlı adamlara da dikkatle bekçilik yapmak ve onların her hareketini gözden kaçırmamak mecburiyetindeyiz. Biz, ancak bu gayretle, bu uyanışla çalışarak muvaffak olacağız. Bütün dünya, Türkiye’nin saygı değer varlığına imrenecek ve milletimize layık olduğu ve hak ettiği yüksek mevkii ayıracaktır…”u. Paşa, aynı gün (18 Mart) Gençlik Yurdu’nda da bir konuşma yaparak, özellikle gençlere öğütlerde bulunur (Özet): “…Fert­ler hayatta üç devre geçirir. Devletlerin hayatı da bu devirleri geçirebilir. Eski Osmanlı Hükümeti, bu hayat devirlerinin üçünü yaşadıktan sonra, yokluk tarihine karıştı. Onun yerini, dünya tarihinde bir yeni Türkiye al­dı. Yeni Türkiye Devleti, bütün Türklük özelliklerini; yani, onun dinç, azimli, faziletli etkenlerini kendisinde toplamıştır. Gençler! Biz, size, geç­mişten, geçmişin boş inançlarından, geçmişin mevcudiyetinden arınmış bir (eser) bıraktık…(bu eseri) büyütüp yükseltmek, bizlerden sizlere yönelir… Hayat, mücadeleden ibarettir. Bundan dolayı, hayatta yalnız iki şey var­dır: yenmek, yenilmek. Size, Türk Gençliği’ne bıraktığımız ve verdiğimiz vicdan emaneti, yalnız ve daima yenmektir ve eminim, daima yeneceksiniz. Milletin yükselme vasıta ve şartları için yapılacak şeylerde, atılacak adımlarda asla tereddüt etmeyin. Milleti o yükseliş aşamasına götürmek için (karşımıza) dikilecek engellere hep birlikte mani olacağız. Bunun için beyinlerinize, kültürünüze, bilgilerinize, icap ederse bileklerinize, kol gücünüze, bacaklarınıza müracaat edecek; fakat neticede, mutlaka ve mut­laka o gayeye varacağız. Gerek burada ve gerek seyahat ettiğim bütün yerlerde, genç arkadaşlarınız, hep sizler gibi, duygulu, azimli ve cesurdur. Bu nedenle; şimdiden, geleceğin parlak ufuklarını görmekle mesuttur. Bu millet, sizin gibi evlatları ile layık olduğu olgunluk seviyesine ulaşacak­tır…”17.
Güney Anadolu Gezisini tamamlayan Mustafa Kemal Paşa, Anka­ra’ya, Konya-Afyon-Kütahya üzerinden gitmek üzere, 19 Mart 1923’te Tarsus’tan ayrılır ve 20 Mart günü öğleye doğru Konya’dadır. Burada üç gün kalacak olan Paşa, çeşitli topluluklara karşı birkaç konuşma yapar. Bunların ilki 20 Mart’ta yaptığı şu konuşmadır (Özet): “… Dış düşman, artık, bizim için bir düşman olmaktan çıkmıştır. İstiklalimizi yok etmeye çalışanlar, artık, bizim için korkunç değildir. Onun tehlikeli olamaması için icap eden tedbirler alınmıştır. Biz, dış düşmanı bu hale milletin birli­ği ile getirdik. Lakin, düşman yalnız dışarda değildir. İçerde de bu mille­tin hayatı ile oynamak isteyen düşmanlar var. Dış düşmana karşı aldığı­mız tedbirleri, gösterdiğimiz birliği, iç düşmana karşı da daha şiddetle, daha uyanıklıkla göstermeliyiz. Süngü ile, silahla, kanla elde ettiğimiz za­ferden sonra; kültür, ilim, fen, iktisadi işler gibi sahalarda muzaffer olmak için çalışacağız. Milleti refah ve yükselişe götürecek bu sahalarda emniyet­le, muvaffakiyetle yürüyebilmek ise, yalnız bir şarta bağlıdır. Bu şart şu­dur: Milletin doğrudan doğruya kendi hakimiyetine kendinin sahip olma­sıdır. Üçbuçuk dört seneden beri tatbik edilerek milleti kurtuluşa erdiren, bundan sonra da sonsuza kadar tatbiki ile milleti yükselişe götürecek olan bu idare tarzı için tehlikelerin hepsi yok olmuş değildir. Lakin; hakimiye­tine doğrudan doğruya sahip olmanın kıymetini pek iyi anlayan ve pek iyi bilen millet, bu mukaddes hakimiyetine karşı başgösterecek her tehlikeyi ezecektir…”18. Daha sonra Konya Türk Ocağı’na giderek gençliğe yönelik uzun bir konuşma yapar (Özet):” … Arkadaşlar, her yerde söylüyoruz, her yerde söylüyor ve tekrar ediyoruz; milletin bugünkü zaferleri pek parlak olmakla beraber, henüz milletimizi gerçek kurtuluşa kavuşturmamıştır. Belki bundan sonraki çalışmalarımız, zaferi elde etmede olduğu gibi, aynı himmetle, aynı fedakarlıkla yapılacak çalışmalar neticesindedir ki, asıl gayeye ulaşacağız. O gayeye varmak için de, her şeyden evvel, bizi şimdiye kadar gaflet içinde bırakan sebep ve amilleri (etkenleri) tahlil etmek, mey­dana çıkarmak, dilden düşürmemek lazımdır. Bu gerçekleri millet vicdanı­nın kulağına ulaştırmak, bu gerçekleri milletin vicdanına iyice yerleştirmek için, onları bir daha, beş daha söylemek, onları daima ve daima tekrar et­mek lazımdır… Diyebilirim ki; bütün sefaletlerimizin kesin sebebi, zihniyet (düşünüş biçimi) meselesidir. İnsanlar ve insanlardan meydana gelen top­lumlar, her şeyden evvel, bütün fertleri ile sağlam bir zihniyete sahip ol­malıdırlar. Zihniyeti zayıf, çürük, yanlış, akılca hafif olan bir toplumun bütün çalışmaları boştur. İtiraf mecburiyetindeyiz ki; bütün İslam dünya­sının toplumsal kuruluşlarında hep yanlış zihniyetler hüküm sürdüğü için­dir ki, Doğu’dan Batı’ya kadar İslam memleketleri, düşmanların ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların esaret zincirine geçmiştir… İslam dinini bütün insanlığa kabul ettirmek için, Tanrı yoluna kılıç çeken Arap müca­hitleri, yüzyıllarca yüksek medeniyetler yaşamış, milli geçmişleri, örf ve ge­lenekleri olan birçok kavimleri; Türkler, İranlılar, Mısırlılar, Bizanslılar gi­bi kavimleri az zamanda İslamlık çevresine aldılar… Herhangi bir kavim yeni bir şekil alınca; devleti bütün esasları ile kabullenmekte, hazmetmek­te zorluklara uğruyor. Daima, asırlık medeniyetinin kendi toplumsal yapı­sında yerleştirdiği alışkanlıklara, inançlara bağlı kalıyor ve böyle her yeni bir şey alan kavimlerde yeni ile eskinin birbirine karıştığını, yeni şeyin esasları ile kendinde mevcut eski esasların birbirine katıldığını görüyoruz… İslam kavimleri içinde bizim milletimiz olan Türklerin gelenek ve milli davranışlar bakımından yanlış şeyleri yoktu. Türk toplumsal geleneklerinin pek çoğu İslamın gerçeğine uygun ve yakındı. Lakin; Türkler, bulun­duktan saha, yaşadıkları bölgeler bakımından, bir taraftan İran ve di­ğer taraftan Arap ve Bizans milletleri ile temas halinde idiler. Şüphe yok ki, temasların milletler üzerinde tesirleri görülür. Türklerin temas ettiği milletlerin o zamanki medeniyetleri ise çürüyerek dökülmeye başlamıştı. Türkler, bu milletlerin bozuk adetlerinden, fena cihetlerinden müteessir olmaktan kendilerini koruyamamışlardı. Bu hal kendilerinde karmaşık, il­mi olmayan, insanca olmayan zihniyetler meydana getirmekten uzak kal­mamıştır. İşte düşüşümüzün belli başlı sebeplerinden birini bu nokta teş­kil ediyor. Yine biliyorsunuz ki; İslam dünyasının toplumları ile Hristiyanlığa mensup topluluklar arasında, birbirini affedemeyecek derecede bir düşmanlık vardır… Bu düşmanlığın neticesidir ki; İslam dünyası, Batı’nın her yüzyıl bir şekil ve yeni renk alan ilerlemelerinden uzak kalmıştı. Çünkü; İslamlar o ilerlemelere, alçak gönüllülüğe aykırı bir gözle, nefretle bakıyorlardı; aynı zamanda, iki kitle arasında uzun asırlardır devam eden düşmanlık tesiri ile İslam dünyası, silahını bir an elinden bırakmamak mecburiyetinde bulunuyordu. İşte silahla bu uğraşma, devamlı düşmanlık hissi ile Batı’nın ilerlemelerine iltifat etmeyiş, çöküşümüzün sebep ve amillerinden diğer mühim birini teşkil eder. Bu saydığım sebeplerden başka; asıl bizim milletin, özellikle aydınlarımızın çok dikkatle, çok ehemmiyetle dikkate alacağı bir sebep vardır ve bence bu sebep, şimdiye kadar ilerlemeyişimizin, en son durumda kalışımızın – unutmayalım -memleketimizin baştan başa harap bir yer oluşunun asıl sebebidir. Çöküşümüzün bu ana sebebini şu nokta teşkil ediyor: İslam dünyası iki sınıf ayrı kuruluşlardan teşekkül eder. Biri, çoğunluğu teşkil eden halk, diğeri, azınlıkta olan aydınlar. Bozuk zihniyetli milletlerde büyük çoğunluk başka hedefe, aydın denen sınıf başka zihniyete maliktir. Bu iki sınıf arasında tam bir zıtlık, tam bir uyumsuzluk vardır. Aydınlar, asıl kitleyi ken­di hedefine sevk etmek ister; halk kitlesi ise, bu aydın sınıfa bağlı olmak istemez. O da başka bir istikamet tayinine çalışır. Aydın sınıf telkinle, aydınlatma ile çoğunluk kitlesini inandırmaya muvaffak olamayınca; başka vasıtalara sarılır. Halka hükmetmeye ve zorbalığa başlar; halka müstebitçe davranmaya kalkar. Artık, burada asıl tahlil noktasına geldik. Halkı ne birinci usul ile, ne de hükmetme ve istibdat yolu ile kendi hedefimize sürüklemeye muvaffak olamadığımızı görüyoruz; neden? Arkadaşlar, bunda muvaffak olmak için aydın sınıf ile halkın zihniyet ve hedefi arasında tabii bir uyum olmak lazımdır. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği ülküler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. Halbuki, bizde böyle mi olmuş­tur? O aydınların telkinleri milletimizin ruhunun derinliğinden alınmış ülküler midir? Şüphesiz, hayır; aydınlarımızın içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat, genellikle şu hatamız da vardır ki; inceleme ve araştır­malarımıza temel olarak çok defa kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi geleneklerimizi, kendi hususiyetlerimizi ve ihtiyaçlarımızı almayız. Aydınlarımız, belki, bütün dünyayı, bütün diğer milletleri tanır; lakin, kendimizi bilmeyiz. Aydınlarımız, milletimi en mesut millet yapayım, der. Başka milletler nasıl olmuşsa, onu da aynen öyle yapalım der. Lakin, düşünmeliyiz ki; böyle bir nazariye hiçbir devirde muvaffak olmuş değil­dir… Onun için, bu millete gideceği yolu gösterirken; dünyanın her türlü ilminden, buluşlarından, ilerlemelerinden istifade edelim; lakin, unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz. Milleti­mizin tarihini, ruhunu, geleneklerini doğru, sağlam, dürüst bir gözle görmeliyiz. İtiraf edelim ki, hala aydınlarımızın gençleri arasında halka uyum kesin değildir. Memleketi kurtarmak, için, bu iki zihniyet arasında­ki ayrılığı durdurmak, yürümeye başlamadan evvel bu iki zihniyet arasın­da uyum yaratmak lazımdır. Lakin; halka yaklaşmak ve halkla kaynaş­mak, daha çok, aydınlara düşen bir vazifedir. Gençlerimiz ve aydınlarımız ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını evvela kendi beyinlerinde iyice kararlaştırmalı, onları halk tarafından iyice hazmedilebilir ve kabul edilebilir bir hale getirmeli, onları ancak ondan sonra ortaya atmalıdır… Arka­daşlar, bizim halkımız çok temiz kalpli, çok asil ruhlu, ilerlemeye çok kabiliyetli bir halktır. Bu halk eğer bir defa muhataplarının samimiyetle kendilerine hizmet ettiklerine inanırsa; her türlü hareketi derhal kabule hazırdır. Bunun için, genç­lerin her şeyden evvel millete emniyet vermesi lazımdır. Bunun için, ülkümüzü açıkça belirtmeliyiz. Onu imanla duymalı ve onu çok sebat göstererek takip etmeliyiz. Şahsi menfaatlerimizden, hasis emellerden sıy­rılmaya ancak böyle canlı ve alevli ülkü sayesinde muvaffak olacağız… Fa­kat; bütün iyi niyetle gösterilen bütün sebata, azim ve metanete, birlik ve dayanışmaya rağmen; yine en güzel, en isabetli, en doğru zihniyetleri ve ülküleri bozmaya çalışacak insanlara tesadüf edilecektir. Öylelerine karşı bütün millet fertleri çok şiddetli karşılıkta bulunmalıdır… Zira, bu hususta bozguncu davranan insanlara göz yummak, alicenaplık göstermek terbiye eseri değil; belki, bir milletin saadetine, şerefine, namusuna göz dikmiş in­sanlara hoşgörüdür ki; hiçbir vakit hiçbir fert buna müsaade edemez. Hiç kimse buna müsaade etmek hakkına malik değildir ve siz de olmamalısı­nız. Bir milletin namuslu bir varlık, saygı değer bir mevki sahibi olması için, o milletin yalnız ilim ve fen adamlarının bulunması kafi değildir. Her ilmin, her şeyin üstünde bir niteliğe sahip olması lazımdır ki; o da, o milletin muayyen ve müspet bir karakteri bulunmasıdır… Biz, milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok gevşeklik göstermiş bir milletiz. Bu­nun zararlarını fazla faaliyetle gidermeye çalışmalıyız… Dünyanın bize say­gı göstermesini istiyorsak; evvela biz, kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı hissederek, fikirle, gerçekten tatbikle, bütün davranış ve hare­ketlerimizle gösterelim; bilelim ki, milli benliğini bulmayan milletler başka mil­letlerin avıdır…”19. Paşa, ertesi gün (21 Mart) Konya Kızılay Kadınlar Ko­lunun düzenlediği çayda, Türk kadını ile ilgili çok kapsamlı bir konuşma yapar (Özet): “…Bu son senelerin inkılap hayatında, sürekli fedakarlıklarla dolu mücadele hayatında, milleti ölümden kurtararak kurtuluşa ve istikla­le götüren azim ve faaliyet hayatında; milletin her ferdinin çalışması, gay­reti, himmeti, fedakarlığı geçmiştir. Bu arada, en çok yücelterek anılmak ve daima şükranla tekrar edilmek lazım gelen bir himmet vardır ki; o da, Anadolu kadınının göstermiş olduğu çok yüce, çok yüksek, çok kıymetli fedakarlıktır… Kadınlarımız, aslında, toplum hayatında erkeklerimizle her vakit yan yana yaşadılar. Bugün değil, eskiden beri, uzun zamanlardan beri, kadınlarımız erkeklerle başbaşa; uğraş hayatında, tarım hayatında, geçim hayatında erkeklerimizden yarım adım geri kalmayarak yürüdüler. Belki; erkeklerimiz, memleketi istila eden düşmana karşı süngüleri ile, düşmanın süngülerine göğüslerini germekle düşman karşısına çıkmışlardır. Fakat, erkeklerimizin teşkil ettiği ordunun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Memleketin varlık araçlarını hazırlayan kadınlarımız olmuş ve kadınlarımız olmaktadır. Kimse inkar edemez ki; bu harpte ve ondan evvelki harplerde milletin hayat kabiliyetini tutan hep kadınlarımızdır. Çift süren, tarlayı eken; ormandan odunu, keresteyi getiren; mahsulleri pazara götürerek paraya çeviren, aile ocaklarının dumanını tüttüren; bütün bunlarla beraber, sırtı ile, kağnısı ile, kucağındaki yavrusu ile; yağmur deme­yip, kış demeyip, sıcak demeyip cephenin mühimmatını (cephanesini) taşı­yan hep onlar, hep o yüce, o fedakar, o Tanrısal Anadolu kadınları olmuştur… (Fakat) kadınlarımızın bu kadar fedakarlığına, kadınlarımızın bu kadar hizmetine, erkeklerden hiçbir yerde geri kalmayan bu kadar beceri­lerine rağmen; düşmanlarımız ve Türk kadınının ruhunu bilmeyen basit görüşlüler, kadınlarımıza bazı iftiralarda bulunmaktadırlar. Kadınlarımızın hayatta tembelce yaşadıklarını, ilimle, kültürle münasebetli bulunmadığı­nı, medeni ve sosyal hayat ile ilgili olmadıklarını, kadınlarımızın her şey­den mahrum kaldıklarını; onların Türk erkekleri tarafından hayattan, dünyadan, insanlıktan, kazançtan uzak tutulduğunu söyleyenler vardır. Fakat, işin doğrusu böyle midir? Şüphesiz ki; Türk kadınını bu suretle görmek, Türk kadınını görmemektir… Türk kadınını yanlış görüp yanlış anlatanlar, özellikle büyük şehirlerimizde, ileri, medeni zannedilen yerler­de, bazı Türk hanımlarının dış görünüşlerine bakarak aldanıyorlar… İşte ilk düzeltilecek yanlış ve ilk ilan edilecek gerçek buradadır… Düşmanları­mız, bu görünüşteki kadınlardan aldıkları izlenimle acı hükümler veriyor ve diyorlar ki: Türkiye, medenileşmiş bir millet olamaz. Çünkü, Türkiye halkı iki parçadan meydana gelmektedir. Kadın ve erkek diye iki kısma ayrılmıştır; halbuki bir toplum, aynı gayeye bütün kadınları ve erkekleri ile beraber yürümezse; ilerlemesine ve medenileşmesine teknik bakımdan imkan ve ilim yönünden ihtimal yoktur. Düşmanlarımızı aldatan bu dış görünüş, özellikle kadınlarımızın şeklinden, giyiniş tarzlarından ve örtünme biçimlerinden doğuyor… Memleketimizin bazı yerlerinde, en zi­yade büyük şehirlerinde; giyiniş tarzımız, kıyafetimiz bizim olmaktan çık­mıştır… Ya ne olduğu bilinmeyen, çok kapalı, çok karanlık bir dış şekil gösteren bir kıyafet veyahut Avrupa’nın en serbest balolarında bile dış kı­yafet olarak gösterilemeyecek kadar açık bir giyiniş… Bizim örtünme mesele­sinde dikkate alacağımız şey, bir yandan milletin ruhunu, diğer yandan hayatın icaplarını düşünmektir… Kadınlarımızın, her millette olduğu gibi, bizim mil­letimiz için de ne kadar yüksek (derecede) ehemmiyetli olduğunu söyle­meye lüzum yoktur… Bizim milletimizde kadın, eskiden, bu ehemmiyeti gerçekten en yüce derecede kazanmıştır. Büyük atalarımız ve onların anaları; tarihin, olayların şahitliği (ile) sabittir ki; cidden yüksek faziletler göstermişlerdir… O faziletlerin en büyüğü ve en ehemmiyetlisi, kıymetli evlatlar yetiştirmeleri idi… Şunu söylemek istiyorum ki; kadınlarımızın genel vazifelerde üzerlerine düşen hisselerden başka, kendileri için en ehem­miyetli, en hayırlı, en faziletli bir vazifeleri de, iyi bir anne olmaktır. Za­man ilerledikçe, ilim geliştikçe, medeniyet dev adımları ile yürüdükçe; ha­yatın, yüzyılın bugünkü icaplarına göre evlat yetiştirmenin güçlüklerini bi­liyoruz. Anaların bugünkü evlatlarına vereceği terbiye, eski devirlerdeki gi­bi, basit değildir… Bu nedenle; kadınlarımız, hatta, erkeklerden daha çok aydın, daha çok feyizli (olgunlaşmış), daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar. Eğer, gerçekten milletin anası olmak istiyorlarsa; böyle olmalıdır­lar… Şunu ilave edeyim ki; kadınlık meselesinde görünür şekil ve kıyafet ikinci derecededir. Asıl mücadale sahası, kadınlarımız için şekilde ve kıya­fette muvaffakiyetten ziyade; asıl zafer kazanılması lazım gelen saha, ay­dınlık ile, kültürle, gerçek faziletle süslenmek ve donanmaktır…”20. Paşa, Konya’daki son konuşmasını, aynı gün (21 Mart) lisede yapar ve özellikle cahillik konusu ve aydınlara düşen görevler üzerinde durur21. Kendisi, Konya ziyareti sırasında; folklor, temsil gösterileri, vb. kültürel faaliyetler ile de ilgilenir; bu arada, duygusal inceliğini gözler önüne seren olaylar da görülür. Nitekim; kendisi ile beraber bulunmakta olan seçkin bir yaza­rın eserinde şu olayı okuyoruz: “…Konya’da iken, Kız Öğretmen Oku-lu’nda bir müsamere verildi. Kızlar, Kızılay’a ait bir piyes temsil ediyor­lar: Savaştan sakat dönen delikanlı, soylu bir duygu ile, nişanlı olduğu kı­za yüzüğü geri verirken; kız da, aynı temiz duygu ile, bunu reddeder. Bu sahne karşısında, Gazi, mendilini çıkarmış, gözlerindeki yaşları siliyor. Dumlupınar ve İzmir’den sonra, Millet Meclisi’nde Büyük Zafere ait nutkunu söylerken; muharebenin bilmem kaçıncı günü dolgun bir düşman kolordusunun, kurulan ölüm ağına doğru gaflet içinde ve kendi gözleri önünde ilerlediğini anlatıyor. İlerlediler, geldiler ve sadece bir kelime, hepsi bertaraf edildiler, dedi. Bir bertaraf (yok edilmiş) kelimesi ile bir kolordunun yok oluşunu anlatan adam, bir mektep piyesinde ağlıyor. Evet, O’nun ru­hunda baobap (Afrika ve Asya’nın sıcak bölgelerinde yetişen bir ağaç) ile menekşe ve yıldırım ile ince bir acıma duygusu beraber yaşardı…”22.
Mustafa Kemal Paşa, 23 Mart 1923 günü sabahı Konya’dan ayrılır ve aynı gün Afyon’a uğrar; doğruca Belediye’ye giderek bina önünde toplanmış olan halka bir konuşma yapar (Özet): “…Felaketlerden ancak milli benliğinize hakim olduğunuz için kurtuldunuz; gayeye doğru tek vücut bir millet halinde yürüdünüz; üzerinize çöken felaketlere tahammül gösterdiniz, sebat gösterdiniz ve ancak bu sayede muvaffak oldunuz. Bundan sonra da, hakimiyetinizi canınız gibi saklayarak; milli hakimiyetinize, namusunuza, mukaddes varlıklarınız gibi dört elle sarılarak; uyumlu çalış­malarla, bir bütün halinde, geleceğe doğru yürüyecek; bugünden daha saadetli, daha şerefli, daha refahlı günlere kavuşacağız…”23. O gün (23 Mart) Türk Ocağı’nda da bir konuşma yapmış24 ve aynı gece Belediye Meclis Üyeleri karşısında konuşmuştur (Özet): “… Bir millette güzel şeyler düşünen insanlar, olağanüstü işler yapmaya kabiliyetli kahramanlar bulu­nabilir; lakin, öyle kimseler yalnız başına hiçbir şey olamazlar; meğer ki, genel bir hissin yaratıcısı, ifadesi, temsilcisi olsunlar. Ben, milletimin fikir ve hislerini yakından kavramış olmaktan; aziz milletimde gördüğüm kabi­liyet ve ihtiyacı ifadeden başka bir şey yapmadım. Onun bu kabiliyet ve hislerini kavramakla iftihar ederim. Milletimdeki bugünkü zaferleri doğu­rabilecek niteliği görmüş olmak, bütün bahtiyarlığım işte bundan ibaret­tir… (Tarihi konulara değindikten ve Osmanlı devleti üzerinde durduktan sonra) milletimiz bu kadar sarsıntılardan sonra, yüzyılların bu kadar tah­riplerinden sonra, sonsuz yoksullluklara rağmen; yeniden uyanıklığa ka­vuşmuş, azim ve imanla yeniden ayağa kalkmış, tükenip bitmiş Osmanlı Devleti yerine yeni Türkiye Devleti halinde varlığını göstermişse; bu, mil­letimizin kendi haklarına, kendi hakimiyetine, kendi benliğine sahip olmasından; haklarından ve milli menfaatleri dışındaki emellerden kaçınarak yürümesinden husule gelmiştir. Milletimiz aynı yolda yürüdükçe, gerçekten sonsuza kadar yaşayacağına şüphemiz olmamalıdır…”25.
Mustafa Kemal Paşa, 24 Mart 1923 günü Kütahya’ya gelir ve bazı ziyaretlerden sonra, lisede bir konuşma yaparak özellikle öğretmenlere sesle­nir (Özet): “…Memleketimizi, toplumumuzu hakikat hedefine, saadet he­define ulaştırmak için, iki orduya ihtiyaç vardır. Biri, vatanın hayatını kur­taran asker ordusu; diğeri, milletin istikbalini yoğuran irfan (kültür ve eğitim) ordusu. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yüksektir, feyizlidir, muhteremdir; fakat, bu iki ordudan hangisi daha kıymetlidir, hangisi birbirine tercih edilir şüphesiz, böyle bir tercih yapılamaz; bu iki ordunun ikisi de hayatidir… Biz, iki ordudan birincisine, vatanı çiğnemeye gelen düşman karşısında kan akıtan birinci orduya, bütün dünya bilir ve bütün dünya şahit oldu ki, pek mükemmel olarak malikiz… Yalnız; işimiz, yal­nız bu orduya malik olmakla bitmiş, gayemiz, yalnız bu ordunun zaferi ile sona ermiş değildir. Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin; o zaferlerin sürekli neticeler vermesi, ancak irfan ordusu ile mümkündür. Bu ikinci ordu olmadan, birinci ordunun meyveleri yok olur. Milletimizi gerçek saadet ve selamete ulaştırmak istiyorsak ve milletimize emin ve fe­yizli bir gelecek sağlamak istiyorsak, bizi ölümden kurtaran ve hayata götüren bugünkü idare şeklimizin sonsuza kadar yaşamasını istiyorsak; bir an evvel büyük, mükemmel, aydın bir irfan ordusuna malik olmak zaruretinde bulunduğumuzu inkar edemeyiz… Bütün kuvvetimizi yalnız cep­heye ayırdığımız, bütün sağlamlığımızı cephedeki orduda toplamaya mec­bur olduğumuz müddet içinde, tabii olarak, irfan ordusu ile layıki derece­de meşgul olamazdık… Artık, bundan sonra; aynı kuvvet, aynı faaliyet, aynı himmet ile irfan ordusu için çalışacak ve birincide olduğu gibi; ikinci ordudan da emeklerimizin, faaliyetlerimizin, himmetlerimizin mesut ve muzaffer meyvelerini aynı parlaklık, aynı feyiz ve bereket ile elde edece­ğiz…. Kıymetli bir eserde: Ordunun ruhu, subaylar heyeti ve kumanda heyetidir, deniliyor. Gerçekten böyledir. Bir ordunun kıymeti, subaylar ve kumanda heyeti­nin kıymeti ile ölçülür. Öğretmenler, sizler de irfan ordusunun subayları ve kumanda heyetisiniz. Sizin ordunuzun kıymeti de, sizlerin kıymetinizle ölçülecektir…”26. Mustafa Kemal Paşa, o gece (24/25 Mart 1923) trenle Ankara’ya döner.
XIII. Parti ve Seçim Programı:
Mustafa Kemal Paşa, 25 Mart 1923 günü Ankara’ya döner, parti çalışmalarına hız verir, seçimle ilgili olarak çeşitli kesimlere beyannameler yayınlar. Paşa, bu konuyu şöyle özetler: “…Her yerde siyasi parti teşkili hakkında da halk ile uzun görüşmelerde bulundum. 7 Aralık 1922 tarihinde, Ankara basını vasıtasıyla halkçılık esasına dayalı ve Halk Fırkası (Partisi) adı ile siyasi bir parti teşkil etmek niyetimi belirterek, bu partinin nasıl bir program takip etmesi lazım geleceği hakkında bütün vatanseverlerin, ilim ve fen ile uğraşanların yardım ve katkılarına başvurmuştum. Gerek bazı kimselerden aldığım yazılı görüşlerden ve gerek halk ile fikir alışverişinden çok yararlandım. Nihayet, 8 Nisan 1923 tarihinde, görüşleri­mi Dokuz Umde (ilke) halinde tespit ettim27. İkinci Büyük Millet Meclisi­nin seçimi sırasında yayınlattığım ve ilan ettiğim bu program, partimizin teşekkülüne esas olmuştur. Bu program, bugüne kadar yaptığımız ve neti­celendirdiğimiz esaslı bütün hususları topluyordu. Bununla beraber; prog­rama konulmamış mühim ve esaslı bazı meseleler de vardı. Mesela; Cum­huriyetin ilanı, halifeliğin kaldırılması, Seriye (şeriat işleri) Vekaletinin (Ba­kanlığının) kaldırılması, medreseler ve tekkelerin kaldırılması, şapka giyil­mesi gibi. Bu meseleleri programa koyarak, vaktinden evvel, cahil ve geri­cilerin bütün milleti zehirlemeye fırsat bulmalarını uygun bulmadım. Çünkü; bu meselelerin, uygun bir zamanda, hallolunabileceğinden ve mil­letin sonuç olarak memmun olacağından kesinlikle emindim. Neşrettiğim programı, bir siyasi fırka için yetersiz, kısa bulanlar oldu. Gerçekten; Um­deler (İlkeler) adı altında bilinen programımız, itiraz edenlerin gördükleri ve bildikleri tarzda, bir kitap değildi. Fakat, esaslı ve pratik idi. Biz de; tatbiki ka­bil olmayan fikirleri, nazari birtakım ayrıntıları yaldızlayarak bir kitap yazabilir­dik. Öyle yapmadık. Milletin maddi ve manevi yenilik ve gelişmeleri yolunda, iş­lerimiz ve hareketlerimiz ile söz ve nazariyelere ön almayı tercih ettik. Bununla beraber; hakimiyet milletindir, Türkiye Büyük Millet Meclisinin dışında hiçbir makam, milli mukadderata hakim olamaz; bütün kanunların düzenlenmesinde, her nevi teşkilatta, idarenin genel olarak ayrıntılarında, genel terbiyede, iktisat işlerinde milli hakimiyet esasları içinde hareket olunacaktır; saltanatın kaldırılması değişmez düsturdur, gibi bilinmesi lazım gelen mühim noktalar ve mahkemelerin iyileş­tirileceği ve bütün kanunlarımızın hukuk biliminin icaplarına göre yeni baştan düzeltileceği ve tamamlanacağı, aşar (ürün vergisi) usulünün değiştirilmesine, milli bankaların sermayesinin artırılmasına, muhtaç olduğumuz demiryollarının inşaasına, eğitimin birleştirilmesine derhal girişileceği ve fiili askerlik hizmet müddetinin azaltılacağı memleketin imarına çalışılacağı, vb. mühim ve acele ihtiyaçlar, ilkelerin dışında kalmamıştı. Sulh hakkındaki görüşümüzün de: mali, iktisadi, idari istiklalimizi her halde temin şartı ile, sulhun iadesine çalışmak olduğunu, söyledik. Halifelik makamının umum İslama ait bir makam olabileceğine de işaret ettik. İlkeler, Halk Fırkasının kurulmasına ve çalışmasının teminine kafi geldi. Parti adına sonradan Cumhuriyet kelimesi de ilave olunarak -bilindiği gibi- Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi) olarak adlandırıldı…”28. Mus­tafa Kemal Paşa, yeni seçim bakımından, İstanbul’a özel bir önem verir. Bunu 11 Nisan 1923’te Vatan muhabirine verdiği demeçte görmek mümkündür: (Özet): “…Halk, son iki gün zarfında neşrettiğim ilkeler etrafında toplanarak, vatana bağlılığını göstermelidir. İlkelerimize sadık kal­maya azmetmiş kimseleri seçerek, kendini kurtarmaya hizmet etmelidir… İstanbul henüz kurtarılmış değildir. Kurtarılmak için dayanışmaya ihtiyaç vardır. Şimdiye kadar kazandığımız zaferleri ancak birlik ve dayanışma sa­yesinde temin ettik. Zaferlerin meyvesini toplamak için de bu yolda de­vam etmek lazımdır… Basınımızın ilkelerimizi tahlil ederek halka anlatması la­zımdır…”19.
7. BÖLÜM: BARIŞ VE CUMHURİYET
Askeri zafer yılı olan 1922’yi, siyasi zafer yılı olan 1923 izler. Böylece; Türk milleti, çoktan hak etmiş olduğu barışa ve esasen savaş sonucu fiilen gerçekleştirdiği amacına, cumhuriyet yönetimine, siyasi yönü ile de kavu­şarak, Türkiye Cumhuriyeti adı ile, uluslararasındaki seçkin yerini alır.
I. Lozan Barış Konferansı ve Antlaşması:
Kazanılmış olan askeri zafer sonucu, vatan toprakları düşman kuvvetlerinden temizlenerek; ulusal birlik çerçevesinde yurt bütünlüğü sağlandık­tan sonra, şimdi sıra, uluslararası ilişkileri düzenlemeye ve her alanda ulu­sal kalkınma atılımlarına yol açacak barışa gelmiştir. Bunun sağlanması, her şeyden önce, savaş alanlarında fiilen gerçekleştirilmiş olan Misak-ı Milli esaslarının ilgili uluslara kabul ettirilmesine bağlıdır. Türk ulusu, bu mutlu amaca, Lozan Konferansı sonucu olarak imzalanan Lozan Barış Ant­laşması ile kavuşur. Bu sonuca ulaşmak, kuşkusuz, kolay olmaz. Özellikle; Batılı ulusların yüzyıllar boyunca kökleşmiş bencil alışkanlıklarının, art düşüncelerden kaynaklanan davranışlarının yenilmesi gibi, önemli güçlüklerin aşılması gerekir.
Mustafa Kemal Paşa, Lozan Konferansına katılacak Türk Murahhas Heyetinin seçilmesi ve konferansın akışı gibi hassas konuları şöyle değerlendirir: “… Vekiller Heyeti Reisi Rauf Bey, Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey ve Sıhhiye Vekili bulunan Rıza Nur Bey, gidecek Murahhaslar Heye­tinin tabii azası gibi görülüyordu. Ben, henüz, bu hususta kesin kanaat ve kararımı tespit etmemiştim. Mudanya Konferansı son bulmuştu. İsmet Paşa ve Erkanı Harbiyeyi Umumiye Reisi (Genelkurmay Başkanı) Fevzi Paşa Bursa’da bulunuyorlardı. Kendileri ile görüşmek üzere Bursa’ya gittim… Bursa’da kaldığım günler zarfında,… İsmet Paşa’yı, Murahhas Heyet reisliği vazifesini yapıp yapamayacağını, mevcut bunca bilgilerime rağmen; bir daha tetkik ettim. Mudanya Konferansını nasıl idare ettiğini ayrıntıları ile anlamaya çalıştım. İsmet Paşa’nın kendisine tasavvurlarıma dair hiçbir kelime söylemiyordum. Nihayet, müspet olarak kararımı verdim. İsmet Paşa’nın, Murahhas Heyet Reisi olması için, daha evvel Hariciye Vekili olmasını uygun gördüm… Ankara’dan hareketimden evvel, Yusuf Kemal Bey, bana, Murahhas Heyet Reisliği vazifesini en iyi İsmet Paşa’nın yapa­bileceğini söylemişti. Yusuf Kemal Bey’den, kendisine yaptığım isteği (isti­fa ederek, İsmet Paşa’nın Murahhas Heyet reisliğine yer hazırlamasını) ye­rinde görerek, gereğine giriştiğine dair cevap aldım. İşte ondan sonra idi ki; İsmet Paşa’ya, olup bitti şeklinde, Hariciye Vekili olacağını ve ondan sonra da sulh konferansına Murahhas Heyet Reisi olarak gideceğini söyle­dim. Paşa, birdenbire hayrete kapıldı. Asker olduğundan söz ederek, özür diledi. En nihayet, teklifimi emir kabul ederek, boyun eğdi…”30. “…Lozan Konferansı genel toplantısı, 21 Kasım 1922’de vuku bulmuştur. Bu konfe­ransta, Türkiye Devletini İsmet Paşa Hazretleri temsil etti. Trabzon Me­busu Hasan Bey ve Sinop Mebusu Rıza Nur Bey, İsmet Paşa’nın reisliğindeki Murahhas Heyetini teşkil ediyordu. Murahhas Heyetimiz, Kasım 1922 başlangıcında, Lozan’a gitmek üzere, Ankara’dan ayrıldı… Bir müddet, Ankara’da, Lozan Konferansı müzakerelerini takip ettim. Müza­kereler hararetli, münakaşalı cereyan ediyordu. Türk haklarını tasdik eder müspet sonuçlar görülmüyordu. Ben, bunu, pek tabii buluyordum. Çünkü; Lozan sulh masasında söz konusu edilen meseleler, üç dört sene­lik yeni devreye ait ve münhasır kalmıyordu. Asırlık hesaplar görülüyordu. Bu kadar eski, bu kadar karışık, bu kadar kirli hesapların içinden çıkmak, elbette, o kadar basit ve kolay olmayacaktı… Yeni Türk Devletinin yerini aldığı Osmanlı Devleti, Eski Antlaşmalar (Uhud-ü Atika) namı altında bir takım kapitülasyonların kölesi idi. Hristiyan unsurlar birçok imtiyazlara ve ayrıcalıklara malik bulunuyordu. Osmanlı Devleti, Osmanlı memleketlerinde bulunan yabancılara yargılama hakkını tatbik edemezdi; Osmanlı tebaasından aldığı vergiyi yabancılardan almaktan memnu bulunuyordu. Devletin hayatını kemiren kendi dahilindeki unsarlar hakkında tedbirler almaktan men edilirdi. Osmanlı Devleti, kendisini tesis eden asıl unsurun, Türk milletinin, insanca yaşamasını temin edecek çarelere baş vurmaktan da men edilmişti; memleketi imar edemez, şömendöfer (demiryolu) yaptı­ramaz, hatta mektep yaptırmakta serbest değil idi; bu gibi hallerde, der­hal, yabancılar müdahale ederdi. Osmanlı hükümdarları ve yakınları, gösteriş ve çalım içinde hayatlarını temin için, memleket ve milletin bütün zenginlik kaynaklarını kuruttuktan başka; milletin her türlü menfaatlerini hasretmek ve devletin haysiyet ve şerefini feda eylemek suretiyle, birçok borç yapmışlardı. O kadar ki; devlet, bu borçların faizlerini ödeyemeyecek hale gelmiş, dünyanın gözünde iflas etmiş addolunmuştu. Varisi olduğu­muz Osmanlı Devletinin dünyanın gözünde hiçbir kıymeti, fazileti ve hay­siyeti kalmamıştı. Uluslararası hukuktan hariç tanınmış, adeta sahip çık­ma ve vasilik altına alınmış bir mahiyette farz olunmuştu. Maziye ait müsamahaların, hataların faili biz olmadığımız halde; esasen asırların bi­rikmiş hesapları bizden sorulmamak lazım gelirken, bu hususta da, dünya ile karşı karşıya gelmek bize düşmüştü. Millet ve memleketi hakiki istiklal ve hakimiyetine sahip kılmak için bu zorlukları ve fedakarlığı da taşımak bizim üzerimize yüklenmişti. Ben, neticenin mutlaka müspet olacağından emindim. Türk milletinin mevcudiyeti için, istiklali için, hakimiyeti için mutlaka elde etmeğe ve temine mecbur olduğu esasların dünyaca tasdik olunacağına asla şüphe etmiyordum. Çünkü; hakikatte, bu esaslar, kuvvet ve liyakat ile fiilen ve maddeten elde edilmişti. Konferans masasında talep ettiğimiz, zaten elde edilmiş olan hususların usulen ifade ve tasdikinden başka bir şey değildi. İsteklerimiz, açık ve tabii haklarımızdı. Bundan baş­ka; haklarımızı muhafaza ve temin için, kudretimiz de vardı; kuvvetimiz de kafi idi. En büyük kuvvetimiz, en güvenilir dayanağımız, milli hakimi­yetimizi idrak etmiş ve onu fiilen halkın eline vermiş ve halkın elinde tu­tabileceğimizi fiilen ispat eylemiş olduğumuzdu. İşte, bu düşünceler nede­niyle, konferansın akışını sükûnetle takip ediyor ve gösterdiği ters vaziyet­lere lüzumundan fazla ehemmiyet vermiyordum… Konferans, 4 Şubat 1923 tarihinde kesintiye uğradı. İki aya yakın bir müddet devam eden müzakerelerin özeti olmak üzere; itilaf devletleri Murahhas heyetleri, Mu­rahhas heyetimize bir sulh projesi verdiler. Bu proje, mana ve ruh itiba­riyle, istiklalimizi bozan şartları ihtiva ediyordu. Özellikle; adli, mali ve ik­tisadi maddeler, katlanılabilecek gibi değildi. Bu nedenle; bu projeyi, kesinlikle reddetmemiz zaruri idi… Her devletin murahhas heyeti memleketi­ne gittiği için, bizim murahhas heyetimiz de geldi… (Bu kesilişten sonra) Lozan Konferansı, 23 Nisan 1923’te tekrar toplandı… Türkiye Büyük Mil­let Meclisinin ikinci seçim devresi, yeni Türkiye Devletinin tarihinde me­sut bir intikal devresine tesadüf etti. Gerçekten; dört senelik istiklal müca­delemiz, milletimizin şanına layık bir sulh ile neticelenmiş bulunuyordu. 24 Temmuz 1923’te Lozan’da imza edilen muahedename (antlaşma), 24 Ağustos 1923’te Mecliste tasdik olundu… Bu antlaşma, Türk milleti aley­hine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevres Antlaşması ile tamamlandığı zannedilen büyük bir suikastın çöküşünü ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte, emsali görülmemiş bir siyasi zafer eseridir…”31.
Böyle mutlu bir sonuca ulaşılmasında; Mustafa Kemal Paşa’nın, Murahhas Heyeti Başkanını seçimindeki isabetli kararı ve kritik dönemlerin aşılmasındaki yönlendirici hakim rolü ön planda göze çarpar. Özellikle; kendisinin belirttiği gibi, “…Murahhas Heyeti Reisi İsmet Paşa ile, Vekil­ler Heyeti Reisi Rauf Bey arasında çıkan ihtilaf; İsmet Paşa’da, Rauf Bey’e karşı güvensizlik hissi başlaması; İsmet Paşa ile Vekiller Heyeti ara­sında hasıl olan görüş farkı ve gerginlik…” 32 gibi önemli güçlüklerin gide­rilmesinde; Mustafa Kemal Paşa, “… bir tarafa hak vererek diğer tarafı il­zam etmek (susturmak) sistemini tatbik etmedim…”33 der ve gerektikçe; etkili müdahaleleri ile, durumu yönlendirir. Hele; İsmet Paşa’nın, müzakereleri bitirip netice hakkında hükümetin fikrini soran telgrafına cevap verilmemesi üzerine; Mustafa Kemal Paşa’nın müdahalesi kesin olur. Pa­şa, bu durumu şöyle açıklıyor: “… Nihayet; Temmuz ortalarında, Konferans sona erdi. İsmet Paşa, sulh antlaşmasını imzadan evvel, Vekiller He­yeti Reisi Rauf Bey’e, Konferansın son bulduğunu ve meselelerin hal tar­zını bildirmiş. Rauf Bey, müspet veya menfi hiçbir cevap vermemiş. İsmet Paşa, bekleyiş içinde geçirdiği bu günlerde çok ıstırap çekmiş. Hükümetin hiçbir cevap vermeyişini, Ankara’da bir tereddüdün hüküm sürmekte ol­duğuna bağlamış… 18 Temmuz 1923 tarihinde, bana da durumu bildir­di… Şu sözlerle mütalaalarına son veriyordu: Eğer hükümet, kabul ettiği­miz şeyin kesinlikle reddinde ısrarlı ise, bunu bizim yapmaklığımıza im­kan yoktur. Düşüne düşüne benim bulduğum yol, İstanbul’daki Komiserlere bildirip, imza selahiyetini bizden almaktır. Bu halde, gerçi bizim için dünya üzerinde görülmemiş bir skandal olur. Fakat, vatanın yüksek menfaatleri şahsi düşüncelerin üstünde olduğundan; milli hükümet, kanaatini tatbik eder. Hükümetten teşekkür beklemiyoruz, işlerimizin muhasebesi, mil­lete ve tarihe emanet edilmiştir… İsmet Paşa’nın takip ettiği ve sonuçlandırdı­ğı işin ne kadar mühim olduğunu izah gerekmez… Ankara ile Lozan ara­sında, bir günde, iki günde muhabere mümkündü… İşi ikmal için, büyük ve tarihi mesuliyet altında imza kullanacak olan zatın maruz kalacağı vazi­yetin ne kadar zor olacağı düşünülür ise; İsmet Paşa’nın sıkıntı içinde ol­ması ve acı duymasını haklı görmek lazım gelir. İsmet Paşa’nın telgrafına, hemen şu cevabı verdim: 18 Temmuz 1923 tarihli telgrafnamenizi aldım. Hiç kimsede tereddüt yoktur. Kazandığınız muvaffakiyeti en sıcak ve sa­mimi İlişlerimizle tebrik etmek için, usulen, imza olunduğunun bildirilme­sini bekliyoruz kardeşim (İmza: Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal, Tarih: 19.7.1923). İsmet Paşa, bu telgra­fıma cevap verdi. İsmet Paşa’nın ıstırabının derecesini gösteren bu cevabı, aynı zamanda temizlik ve samimiyetine ve özellikle tevazuuna da kıymetli bir vesika olduğu için, aynen arz ediyorum: Her dar zamanımda Hızır gi­bi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim azabı tasavvur et. Büyük işler yap­mış ve yaptırmış adamsın. Sana bağlılığım bir kat daha artmıştır. Gözle­rinden öperim, pek sevgili kardeşim, aziz Şefim (İmza: İsmet, Tarih: 20 Temmuz 1923)”34. Lozan Barış Antlaşmasının 24 Temmuz 1923 günü im­zalanması üzerine; Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa’ya 25 Temmuz 1923 günü şu kutlama telgrafını çeker: “Millet ve Hükümetin size vermiş oldu­ğu vazifeyi basan ile tamamladınız. Memlekete bir dizi yararlı hizmetler­den ibaret olan ömrünüzü bu defa da tarihi bir başarı ile taçlandırdınız. Uzun mücadelelerden sonra vatanımızın sulh ve istiklale kavuştuğu bugünde, parlak hizmetlerden dolayı sizi, muhterem arkadaşlarımız Rıza Nur ve Hasan Beyleri ve çalışmalarınızda size yardım eden bütün Murah­has Heyeti Üyelerini teşekkürlerimle tebrik ederim”35. İsmet Paşa, aynı gün (25 Temmuz 1923), şu teşekkür telgrafı ile Mustafa Kemal Paşa’ya cevap verir: “Başkanlığınızın taltif ve tebrikleri, Murahhasları ve Murahhas Heyetinin bütün üyelerini şükran duyguları ile doyurmuştur. Murahhas arkadaşlarım ve bütün Murahhas Heyeti ile beraber, davamızın her yönde hakkıyla öncüsü olan Başkanlığınızın Türk milleti için yaptıkları tarihi büyük hizmetler arasında bulunan sulhun yapılması dolayısıyla, özel say­gılarımızı sunmakla beraber; tebrik eyler, gelecekteki mühim hizmetleri­nizde de büyük başarılara ulaşmanızı dileriz”36.
Lozan Barış Antlaşmasının imzalanması vesilesiyle; Mustafa Kemal Paşa’ya, Batı ve Doğu ülkeleri devlet adamlarından birçok tebrik telgrafı ve mektubu gönderilir. Bunlardan en dikkate değer birkaç örnek vererek, o günkü siyasi atmosferi belirtmek yararlı olacaktır. İstanbul’da Fransız Temsilcisi M. Albert Sarraut (daha sonra Fransa Başbakanı olacaktır)’nun 25 Temmuz 1923 tarihli telgrafı (Özet): “Sulhun imzası münasebeti ile, en saygılı ve samimi tebriklerimi takdim etmeme müsaade buyurunuz. Türkiye’nin geleceği hakkında en sıcak temennilerimi sunarım. Her iki memle­ketin birçok defalar modern olan dostluklarını, pek yakın olmasını arzu ettiğim bir gelecekte sağlamlaştırmalarını ve güçlendirmelerini ve bu dost­luğun Doğu’da kesin ve sarsılmaz bir barışın teminine yönelik bir ittifak ile kuvvetlendirilmesini dilerim…”37. İtalyan devlet adamı (eski Başbakan) M. Nitti’nin 2 Ağustos 1923 tarihli mektubu (Özet): “Türkiye’ye Avrupa’daki yerini yeniden temin eden ve en korkunç haksızlıkları kaldıran ve gideren Lozan Sulh Antlaşmasının imzası münasebetiyle ve bu tarihi büyük olayın başlıca yapıcısı bulunan asil kişiliğinize en sıcak ve samimi tebriklerimi arz ve takdim eylemek arzu ediyorum… Uluslararası konferanslarda, İtalya Başvekili, mebus ve yazar sıfatı ile, Türkiye’ye karşı dost­ça duygular ortaya koydum ve Türkler aleyhine istenen haksızlıkların ya­pılmasına daima muhalefet gösterdim… Eski antlaşmaların (Kapitülasyon­ların) kaldırılması bende büyük bir sevinç yarattı… Türkiye, şiddete karşı kuvvetle karşılık vermek suretiyle pek iyi hareket etti. Türkler, hak ve ada­let için mücadele ettiler ve Türk silahlarının asil kişiliğinizin azimli idaresi altında kazandığı zafer, adaletin ve yüksek fikirlerin bir göstergesidir… Türkiye’nin her türlü medeniyet şekillerine istidatlı olduğunu ve Türklerin pek namuslu ve iyi insanlar olduklarını eserlerimde iddia ve müdafaa et­tim… Türkiye, eğer askeri bir zaferden sonra içişlerini iyileştirmeye muvaf­fak olursa; bunu kendisi için en büyük bir şeref ve şan sayabilir…”38. Avustralya’dan emekli Tümgeneral Sir Charles Ryan’nin 5 Ağustos 1923 tarihli mektubu (Özet): “Türkiye’nin eski ve içten bir dostu olarak bu bir­kaç satırı yazmaya ve Türkiye’nin canlandırılmasındaki ve sevindirici ban­sın yapılmasındaki önemli payınız dolayısıyla size yürekten tebriklerimi sunmaya kalkıştım. Sizin faaliyetleriniz ve askerlerinizin muhteşem davra­nışı olmasa idi, Türkiye acınacak durumda olurdu. Şimdi Türkiye’nin dünya ülkeleri arasındaki eski ve mağrur yerini almak için emin bir yolda bulunduğuna inanıyorum…”39. İran Harbiye (Savaş İşleri) Nazırı ve Başkumandanı Rıza’nın 6 Eylül 1923 tarihli telgrafı: “Büyük Türkiye tarafın­dan yüksek şahsiyetinizin kahramanca çalışmaları ve yiğit Türk milletinin yılmaz fedakarlığı sayesinde elde ettiğiniz şerefli barıştan dolayı en samimi tebriklerimi arz eder ve yüksek şahsiyetiniz ile büyük Türk milletinin sürekli başarıları için en temiz duygu ve temennilerimi arz ederim”40.
Buna karşılık; Lozan Barış Antlaşmasının bazı İngiliz otoritelerince birbirinden çok değişik biçimde değerlendirildiği dikkati çeker. Örneğin; Lloyd George Kabinesinde bakanlık yapmış bulunan Lord Birkenhead’in Londra’da yayınlanan Evening Standart Gazetesinin 14 Ağustos 1923 tarihli sayısında çıkan bir açık mektubunda; Lozan Antlaşmasını dünya barışına bir hizmet saymak yerine, sadece İngiliz çıkarları açısından ele aldı­ğını görüyoruz: “… Bu ülkenin (İngiltere’nin) tarihinde; yenilgiye uğratıl­mış bir düşman, fatihten hiçbir zaman bu denli koşullar sağlamamıştır… Savaşı (I. Dünya Savaşı) büyük zaferle sona erdirdik; ama, şimdi her şey yitirildi. Uğrunda savaştığımız her şey teslim edildi…”41. Yetkili bir aske­rin davranışı ise, çok daha sağduyulu ve insancadır. Nitekim; Barış Ant­laşmasının Lozan’da imzalandığı 24 Temmuz günü, İstanbul’daki İngiliz İşgal Gücü Başkumandanı Tümgeneral Harrington, görmeye gittiği Türk Mevki Kumandanı Selahattin Paşa’ya şu demeçte bulunuyordu (Özet): “İngiliz ve Türk orduları arasındaki büyük geleneklerin tazelenmek üzere olduklarını düşünmekle seviniyorum. Önümüzde barışçı devrede size bir asker olarak başarı dilemeye geldim… İngiliz ve Türk ordularının, gerek düşman, gerek dost olarak, birbirlerine saygılarını sürdürdüklerini iyi bili­yoruz… Size bir bağ olarak elimi uzatmakla sevinç duyarım. Yarın ordula­rımıza yayılacak olan bu bağın uzun ve sürekli olmasını dilerim. İngiltere ve dominyonlarının (sömürgelerinin) askeri gücüne mensup olarak adilane bir savaşta hayatlarını veren birçok askerin naaşlarını Türk topraklarında bırakıyor; kendi geleneklerimize göre anılarına saygı göstereceğinizden emin olarak size emanet ediyoruz…”42.
Lozan Barış Antlaşmasının dünya kamuoyunda, özellikle Batı bilimsel çevrelerinde, etkisi derin olur. Örneğin; ünlü tarihçi Toynbee’nin şu değerlendirmesi, yeterli bir fikir verecek niteliktedir: “… Böylece; Türkiye, son on yıl içinde kaybetmek tehlikesi ile karşılaştığı Avrupa topraklarını yeniden ele geçirmiştir. Yine; böylece, Palmerston, Gladstone ve onlardan sonra gelen Avrupalı devlet adamlarının, Türkleri pıtılarını pırtılarını toplayıp Avrupa’dan sürmek hayalleri, bir kere daha suya düşmüştür… Hemen hemen her konudaki Türk milliyetçi istekleri, Lozan’da müttefikler tarafından ka­bul edilmiştir. Ve dünya, tarihte bir eşi daha olmayan bir olayla karşılaş­mıştır: yenilmiş, parçalanmış bir ulusun, bu harabe içinden ayağa kalkması ve dünyanın en büyük milletleri ile, tam eşit şartlar içinde karşı karşıya gelmesi ve Büyük Savaş’ın (I. Dünya Savaşı) bu galiplerini dize getirerek her isteğini kabul ettirmesi, şaşılacak bir şeydi… Lozan Barış Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti­ne kudret ve saygı, bağımsızlık ve güvenlik kazandırmış; büyük devletleri, uzun süreden beri kurmaya çalıştıkları ve sonunda tamamlamaya niyet et­tikleri egemenlikten yoksun bırakmıştır…”43.
II. Cumhuriyet’e Doğru:
Mustafa Kemal Paşa’nın yönlendirdiği ve yönettiği Milli Mücadale hareketinin siyasi amacının “Milli Hakimiyete dayalı kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak” olduğu artık bir Milli Sır olmaktan çıkmıştır. Nitekim; Paşa’nın 27 Eylül 1923 günü, Neue Freie Presse Gazetesi muhabirine verdiği demeçte şu dikkate değer sözlere rastlanır: “… (Muhabirin Türkiye’nin hükümet şekli ile ilgili sorusu üzerine) yeni Türkiye Anayasasının ilk maddelerini size tekrar edeceğim: Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir. Yürütme gücü ve yasama yetkisi, milletin tek temsilcisi olan Mecliste görünür ve toplanır… (Bunu) bir kelimede özetlemek mümkündür: Cumhuriyet…”44. Bu konuda daha da eskiye, 1919 yılı­na kadar gidilebileceğini gösteren tarihi bir hatıra da anımsanmaya değer. Milli Mücadelenin ilk günlerinden itibaren Paşa’nın yanında bulunmuş olan Mazhar Müfit (Kansu)’in anlattığına göre, “… Konu, memleketin sosyal bünyesine atladı. Paşa, vatanın kurtulmasından sonra Cumhuriyet ilanının şart olduğu hakkındaki görüş ve inancını bir kere daha belirttik­ten sonra: -Mazhar, not defterin yanında mı? diye sordu. -Hayır Paşam, dedim.- Zahmet olacak ama, bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel, dedi. Nerede ise sabah olacaktı. Fakat, onun yanında iken; dünya, gecesi gündüzü olmayan bir alemden ibaretti. Bu nedenle, uyku ihtiyacı da yok­tu. Hemen aşağıya indim. Not defterimi alıp geldim. O, hatıra defterime ve günü gününe her hadiseyi not edişime hem memnun olur, hem de bazan latife etmekten kendisini alıkoyamazdı. -Hafızalarımız zayfıladığı zaman, Mazhar Müfıt’in defteri çok işimize yarayacak, derdi. Defteri getirdi­ğimi görünce, sigarasını birkaç nefes üst üste çektikten sonra:- Ama, bu defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kala­cak. Bir ben, bir Süreyya, bir de sen bileceksin. Şartım bu, dedi. Süreyya da, ben de:- Buna emin olabilirsiniz Paşam, dedik. Paşa, bundan sonra, -Öyle ise, önce tarih koy! dedi. Koydum: 7/8 Temmuz 1919, sabaha karşı. Tarihi, sayfanın üstüne koyduğumu görünce:- Pekala, yaz! diyerek devam etti: -Zaferden sonra Hükümet şekli Cumhuriyet olacaktır. Bunu size daha önce de bir sualiniz münasebetiyle söylemiştim. Bu bir. İki: Padişah ve Hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır. Üç: Örtünme kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyi­lecektir. Bu anda gayri ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu, gözlerin bir takılışta birbirine çok şey anla­tan konuşuşu idi. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekin­mezdim. -Neden durakladın? deyince:- Darılma ama Paşam, sizin de ha­yalperest taraflarınız var, dedim. Gülerek: -Bunu zaman tayin eder, de­di…” 45.
1923 yılı yaz ayları ve sonrası, Ankara, iç siyaset alanında daha da artan dalgalanmalara sahne olur. Rauf (Orbay) Bey Vekiller Heyeti Reisliğinden çekilir; bu makama Ali Fethi (Okyar) Bey seçilir. Mecliste, Musta­fa Kemal Paşa’nın sözleri ile, “… Bağımsız olarak ve gizli çalışan bir hi­zip…” belirir. Meclisteki uyumsuzluklar artar. Paşa’ya göre, “… Fenalık, hükümet teşkilinin Meclis seçimi ile olmasında idi. Bu gerçeği çoktan görmüştüm”46. “… Ben, Mecliste gizli ve muhalif bir hizip keşfettikten, Meclisin çalışmalarında hislerin hakim olduğunu gördükten ve Hükümet Heyetinin çalışma düzeninin esassız birtakım sebeplerle düzensizliğe uğratılmış olduğuna kanaat getirdikten sonra; tatbiki için uygun zamanı bekle­mekte olduğum bir fikrin tatbiki anının geldiğine hükmetmiştim…”47 diye düşünen Paşa, şöyle devam eder: “… Vekiller Heyeti, Çankaya’da yanım­da toplandı (25 Ekim 1923). Gerek Vekiller Heyeti Reisi Fethi Bey’in ve gerek diğer vekillerin istifa etmeleri zamanının geldiğini ve bunun lazım olduğunu ileri sürdüm. (Bunlardan) tekrar seçilenler olursa; istifa ederek Vekiller Heyetine girmeyeceklerdir esasını da kabul ettik… (Buna göre) muhteris hizbi, hükümet teşkilinde tamamiyle serbest bırakıyoruz… Fakat, ne hükümet teşkiline ve ne de, teşkil etseler bile, memleketi idare gücünü göstereceklerine emin bulunuyoruz… Hükümet teşkiline muvaffak olamadıkları halde, hasıl olacak karmaşanın Meclisin uyanmasına yarayacağı ta­bii idi. Bunalım ve karmaşanın devamına müsaade edilemeyeceğinden; iş­te o zaman bizzat müdahale ederek, tasavvur ettiğim meseleyi ortaya at­mak suretiyle, işi esasından halledebileğimi düşünmüştüm… Vekiller He­yetinin istifası gerçekleştiği dakikadan itibaren (27 Ekim 1923), Meclis üyeleri Meclis odalarında, evlerinde grup grup toplanarak; yeni Vekiller Heyeti listeleri tertibine başladılar. Bu hal, Ekimin 28. günü geç vakte ka­dar devam etti. Hiçbir grup, bütün Meclisçe kabul edilecebilecek ve mille­tin kamuoyunca iyi karşılanacak isimleri toplayan bir aday listesi tespit edemiyordu. Gerçi; gayretli bazı gazeteciler, 28 Ekim günü erkenden, İs­tanbul’un yüzünü örten sabah sisinin ördüğü allık henüz sıyrılırken; deniz, gök yüzünden, kıyılardan akseden renklerle boyanmış, hareketsiz duruyorken; Marma­ra’nın sakin göğsünü yararak ilerleyen Boğaziçi vapuru ile Kalamış İskelesine çıkı­yor… Güzel Kalamış köşkünün mükemmel bir surette döşeli ve süslü salonuna giri­yor ve köşkte oturanın muhtelif meseleler hakkında aldığı görüşlerini, özellikle, milli hakimiyetimizi her şeye ve her şeye karşı koruyalım; öğüdünü yayımlaya­rak fikirleri aydınlatmaya hizmette ihmal göstermiyor; fakat, bu uyarı ve aydınlatmalar, Ankara’ya tesirli olamıyordu… 28 Ekim günü geç vakitte, toplantıda bulunan Parti İdare Heyeti tarafından davet olundum… Bazı vaziyetlerden anladım ki; Parti İdare Heyeti de, kabul edilebilir ve kesin bir aday listesi tertip edememektedir. İdare Heyeti Üyelerine, icap edenler ile daha çok fikir alışverişinde bulunarak; kesin bir liste tespit etmelerini tavsiye ettikten sonra, yanlarından ayrıldım. Gece olmuştu. Çankaya’ya gitmek üzere Meclis binasını terk ederken, Kemalettin Sami ve Halit Pa­şalara tesadüf ettim… Henüz kendileri ile görüşmemiştim. Benimle görüşmek için geç vakte kadar orada beklediklerini anlayınca, akşam ye­meğine gelmelerini Milli Müdafaa Vekili Kazım Paşa vasıtasıyla bildirdim. İsmet Paşa ile Kazım Paşa’ya ve Fethi Bey’e de Çankaya’ya benimle bera­ber gelmelerini söyledim. Çankaya’ya gittiğim zaman; orada, beni görmek üzere gelmiş Rize Mebusu Fuat, Afyonkarahisar Mebusu Ruşen Eşref Beylere tesadüf ettim. Onları da yemeğe alıkoydum”48.
III. Yarın Cumhuriyet ilan Edeceğiz:
“Yemek esnasında; yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz! dedim. Hazır bulu­nan arkadaşlar, derhal fikrime iştirak ettiler. Yemeği terk ettik. O dakikadan itibaren, hareket tarzı hakkında kısa bir program tespit ettim ve arka­daşları görevlendirdim… O gece birlikte bulunduğumuz arkadaşlar, erken­den ayrıldılar. Yalnız İsmet Paşa Çankaya’da misafirdi. Onunla yalnız kaldıktan sonra, bir kanun layihası taslağı hazırladık. Bu taslakta, 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa’nın devlet şeklini tespit eden… birinci madde­nin sonuna, Türkiye Devletinin Hükümet Şekli Cumhuriyettir, cümlesini ilave ettim… 29 Ekim 1923 Pazartesi günü öğleden evvel saat onda Halk Fırkası Grubu, Grup İdare Heyeti Reisi Fethi Bey’in başkanlığında toplandı. Ve­killer Heyeti seçimi müzakeresine başlandı… Müzakere yeterli görüldükten sonra, birtakım takrirler okunmuş. Bu takrirler arasında Kemalettin Sami Paşa’nın takriri kabul olunmuş. Bu takririn içindekilere göre; ben, Reis-i Umumi (Genel Başkan) sıfatı ile meselenin halline bütün heyet tarafından memur ediliyorum. Müzakerenin cereyanı esnasında, Çankaya’da evimde bulunuyordum. Kemalettin Sami Paşa’nın takririnin kabul edilmesi üzeri­ne, toplantıya davet edildim… (çözüm şeklini bulmak için istediğim) bir saat zarfında, icap eden kimseleri Meclisteki odama davet ederek; onlara, 28/29 Ekim gecesi hazırladığım kanun teklifi tasarısını gösterdim ve fikir alışverişinde bulundum. Öğleden sonra saat birbuçukta (13.30), fırka Umumi Heyeti tekrar Fethi Bey”in başkanlığında toplandı. İlk söz bende idi. Kürsüye çıktım ve şu beyanlarda bulundum (Özet): … Yüksek Heyetiniz, karşılaşılan güçlüğün halline beni memur kıldınız. Ben de… düşündüğüm şekli tespit ettim. Onu teklif edeceğim, dedikten sonra; malûm taslağı okutmak üzere katip beylerden birine uzatarak, kürsüyü terk ettim… Münakaşa başladı… (Münakaşaların sonuna doğru) Abdurrahman Şeref Bey merhumun konuşması arasında şu sözler vardı: Hükümet şekille­rinin sayılmasına lüzum yok. Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir; dedikten sonra, kime sorarsanız sorunuz; bu, Cumhuriyettir. Doğan çocuğun adıdır. Ama; bu ad, bazılarına hoş gelmezmiş, varsın gelmesin “49.
IV. Tasasın Cumhuriyet:
“Meselenin ehemmiyeti ortadadır. Müzakere devam etsin” diye yükselen itiraza rağmen; müzakerenin yeterliliği kabul olundu… Ondan sonra, teklifimin hepsi ve daha sonra da, maddeler birer birer okunarak müzake­re ve kabul edildi… Saat öğleden sonra altı (18.00) idi… Nihayet; (Mecliste) Reislik makamında bulunan İsmet Bey, Meclise şu bilgiyi verdi: Ana­yasa Encümeni, Anayasanın acele olarak ve derhal müzakeresini teklif ediyor. Kabul sesleri üzerine, mazbata okundu. Teklife göre, müzakere edildi. Nihayet; kanun, birçok hatiplerin Yaşasın Cumhuriyet sesleriyle alkış­lanan hitabeleri ile kabul edildi”50.
V. Mustafa Kemal Paşa Cumhurbaşkanı:
“Ondan sonra, Cumhurbaşkanlığı seçimi için, Meclisin oyuna müra­caat olundu. Toplanan oyların neticesini, Reislik makamında bulunan İs­met Bey, Umumi Heyete şu suretle bildirdi: Türkiye Cumhuriyeti Başkanlığı için yapılan seçim oylamasına yüzellisekiz kişi iştirak eylemiş ve Cumhurbaşkanlığına yüzellisekiz üye oybirliği ile Ankara Mebusu Gazi Mustafa Kemal Paşa Haz­retlerini seçmişlerdir”51. Bunun üzerine; Mustafa Kemal Paşa şu konuşmayı yapar (Özet): “… Tarihi bir hatıranın canlandırılması için, müsaade eder­seniz, (Zabıt Ceridelerine geçen) görüşlerimi burada da aynen tekrar ede­yim: … Muhterem arkadaşlar, mühim ve dünya çapında olağanüstü olay­lar karşısında; saygı değer milletimizin gerçek uyanıklığına kıymetli bir belge olan Anayasamızın bazı maddelerini açıklamak için, özel encümen tarafından Yüksek Heyetinize teklif olunan Kanun Layihasının kabulü münasebetiyle; Türkiye Devletinin zaten dünyaca bilinen, bilinmesi lazım gelen mahiyeti, uluslararası bilinen adı ile anıldı. Bunun tabii gereği ol­mak üzere; bugüne kadar doğrudan doğruya Meclisin başında bulundurduğunuz arkadaşınıza yaptırdığınız vazifeyi, Cumhurbaşkanı adı ile yine aynı arkadaşınıza, bu mütevazı arkadaşınıza veriyorsunuz. Bu münasebet­le; şimdiye kadar hakkımda gösterdiğiniz sevgi ve samimiyet ve itimadı bir defa (daha) göstermekle, yüksek kadirbilirliğinizi ispat etmiş oluyorsunuz… Efendiler, yüzyıllardan beri Doğu’da mağdur ve mazlum olan milletimiz, Türk Milleti, gerçekte bezdiği huylardan soyulmuş sayılıyordu. Son sene­lerde milletimizin fiilen gösterdiği kabiliyet, istidat, idrak, kendi hakkında kötü zanda bulunanların ne kadar gafil ve ne kadar tetkikten uzak, göste­riş sever insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Milletimiz haiz olduğu va­sıflar ve liyakatlarını, hükümetin yeni ismi ile, medeniyet dünyasına daha çok kolaylıkla göstermeye muvaffak olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti, dünyada işgal ettiği mevkie layık olduğunu eserleri ile ispat edecektir. Arkadaşlar, bu yüksek müesseseyi vücuda getiren Türk milletinin son dört sene zarfında kazandığı zafer, bundan sonra da, birkaç misli olmak üzere varlığını gösterecektir. Ben, kavuştuğum bu emniyet ve itimada layık olmak için, pek mühim gördüğüm bir noktadaki ihtiyacı arz etmek mecburiyetinde­yim. O ihtiyaç, Yüksek Heyetinizin şahsım hakkındaki teveccüh ve itima­dının ve yardımının devamıdır… Daima, Muhterem Arkadaşlarımın elleri­ne çok samimi ve sıkı bir surette yapışarak, onların şahıslarından kendimi bir an bile çekingen görmeyerek çalışacağım. Milletin teveccühünü daima dayanış noktası sayarak, hep beraber ileriye gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır”52.

1 yorum:

  1. kim okur lan bunu da millet yorum yazsın oha yhani....

    YanıtlaSil