Çağımızın
başarı ile sonuçlanmış ilk ulusal bağımsızlık hareketi olan Türk Bağımsızlık
Savaşı’nın Ulu Öderi Gazi Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), hiç kuşkusuz, ulusal ve
evrensel nitelikli büyük bir liderdir. Bu değerlendirmede yalnız olmadığını
için mutluyum. Çünkü; birçok otorite bu görüşü paylaşır. Örneğin; tanınmış
İngiliz tarihçi Lord Kinross, Atatürk ile ilgili kanısını şu kesin ifade ile
belirtir: “… Kemal Atatürk’ün çağımızın en büyük adamlarından biri olduğu
hakkında en ufak bir kuşkum yoktur..?”1. Türkiye ve Atatürk ile ilgili incelemeleri
ile tanınan Amerikalı bilim adamı Prof. Dr. Dankwart Rustow ise, Atatürk’ün
büyüklüğünü şöyle tanımlar: “… Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkiye Cumhuriyeti’ne
dönüşümünde Kemal’in oynadığı rol, Weber’ce (Max Weber) bir terimle, çok kez
karizmatik olarak anılan türdendir. Bir karizmatik lider, izleyicilerinin
gözünde normal insan değer ölçülerini aşan ve onların yararına mucizeler
yaratma yeteneğinde olan bir kişidir… Kemal’in büyüklüğü ülkesinin savunucusu,
Cumhuriyet’in kurucusu ve köklü reformcu, olarak, üçlü başarısında yatar…”2.
Yukarıdaki
değerlendirmelerin ortaya koyduğu doğal sonuç, Kemal Atatürk’ün üstün nitelikli
bir lider olduğudur. Çünkü; liderlik, en geniş kapsamı ile, toplumları sevk ve
idare sanatıdır.
Dünya
literatüründe yer alan liderleri simgeleyen değişik sayı ve özellikte birçok
nitelik göze çarpar. “Gerçekçilik”in de dahil bulunduğu bu nitelikler
sayesinde, liderler, “Liderlik Prensipleri” olarak bilinen kavram ve kuralları
yerinde ve zamanında kullanmasını başarırlar.
Atatürk, çok
yönlü tarihi kişiliği içinde, her şeyden önce, meslekten yetişmiş bir asker
olarak, Askerlik Sanatı’nı ve bunun en önemli unsuru olan Savaş Prensipleri’i
kavramış, yerinde ve zamanında uygulamasını bilmiş yüksek bir strateji, usta
bir taktikçi, insan gücü ve lojistik konularında büyük bir teşkilatçı olduğunu
kanıtlamış seçkin bir komutan, daha özgün bir deyişle “askeri deha sahibi” bir
önderdir. Bu görüşü vurgulamak için, hiç değilse, iki örnek vermek isterim. I.
Dünya Savaşı’nda (1914-1918) Çanakkale Muharebeleri (1915) ile ilgili olarak
bir Avustralyalı yazarın Gelibolu adlı eserinde şu dikkate değer satırları
görüyoruz: “… Çanakkale Harekatı’ın başlangıcı, Entente (İtilaf) devletleri
bakımından seferin en acı olayıdır. Çünkü; ilk çıkarma anında (25 Nisan 1915
sabahı) bölgede deha sahibi genç bir komutan (Mustafa Kemal) hazır bulunuyordu.
Bu komutan olmasaydı, Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar (ANZAK Kolordusu)
Conk Bayırı’ra pekala o sabah ele geçirebilirler ve Çanakkale Harekatı’nın
kaderini daha o zaman ve o yerde tayin edebilirlerdi…”3.
Atatürk,
askeri dehasını kısa sürede siyasal dehaya dönüştürebilen nadir liderlerden
biridir. Bu gerçeği, Lord Kinross şöyle dile getirir: “… Atatürk, her şeyden
önce, büyük bir askerdi; fakat, zamanla büyük bir devlet adamı oldu. Tarihin
bize anlattığı pek çok büyük “askerler ve büyük adamların yanında, bu iki
özelliği kendinde toplayan pek az kişi vardır ve Atatürk, bu seyrek görülür
kişilerdendir. O, büyük bir asker-devlet adamıdır. Atatürk, bir taraftan, savaş
adamı; öte yandan da, barış adamıdır. İçindeki büyük askeri deha, ulusunu
çökmekten kurtarmış ve yine, içindeki devlet adamı özelliği, hayatına ışık
saçtığı ulusunun yeniden doğuşunu sağlamıştır…”4. Bu konuda, sanırım, en
yetkili otorite, Atatürk’ün en yakın silah ve devrim arkadaşı olan rahmetli
İsmet İnönü’dür. Kendisi de seçkin bir asker ve devlet adamı olan İsmet
İnönü’ye göre, “… (Atatürk’ün) büyük vasıfları vardır. Karar sahibidir,
kararları açıktır ve bir defa karar verdikten sonra, onu uygulatmak için
kişiliği çok etkileyicidir… Bu, bir kumandan için en büyük niteliklerden
biridir. Askeri vasıfları hakikaten yüksektir. Her millette, her devirde yüksek
vasıfta kumandan sayılır… (Ama) siyasi vasıflarının daha büyük olduğu görülür.
Bu ikisi birleşince, Atatürk’ün kişiliği müstesna bir ölçüye çıkmış oluyor…”5.
Bu GİRİŞ
Bölümünü bitirirken; yazımın asıl bölümüne ışık tutabilir nitelikli bir
pasajdan yararlanmak isterim: “… Bu büyük basan, insanlarda az rastlanan
yetenek birleşimlerinin eseridir. Atatürk, milletine derin bir sevgi ile bağlı
bir vatanseverdi. Yapıcı idi, enerji dolu idi. Olaylar karşısında kendini
çabucak toparlayabilirdi. Yılmak bilmez bir irade ve direnme gücüne sahipti.
Sezgiyi ve mantığı az rastlanır bir yetenekle zihninde bütünleştirebilen bir
insandı, ülkesinin bünyesine ve halkının yaşayış şekline reform getirmek
isteyen bir idealistti. Bütün bu yapıcı ve hayat verici özellikleri arasında
bir tanesi, Churchill’de ve o çağda yetişen pek az kişide bulunur. Bu,
“gerçekçilik”tir. Atatürk’ün pratik alandaki başarılarını onun gerçekçiliğine
bağlamak gerekir… Gerçekçilikten çok uzak bir çağda yetişmiş olan Gerçekçi
Mustafa Kemal, olmayacak şeylerin peşinde koşan düşmanı, mantık ve sağduyunun
emrettiği gerçeklerle yenerek vatanını kurtardı ve güvenlik içine aldı…”6.
II.
ATATÜRK’ÜN GERÇEKÇİLİĞİ
Ünlü Alman
şair ve yazan Johann Wolfgang von Goethe. “… Deha için gerekli ilk ve son şey,
gerçeğe duyulan aşktır…” der7. Bu şair tanımlaması, hiç kuşkusuz, Atatürk’ü de
kapsamına alır. Çünkü; Atatürk, deha sahibidir ve “Gerçek, ne kadar acı olursa
olsun, olduğu gibi kabul edilmelidir” diyecek kadar, gerçeğe tutkundur.
Atatürk’ün
gerçekçiliğinde en büyük etken, hiç kuşkusuz, bütün düşünce ve davranışlarına,
her zaman, aklın, bilimin ve sağduyunun önder olmasıdır. Çünkü; Atatürk’e göre,
“Akıl ve mantığın halledemeyeceği mesele yoktur” ve “hayatta en hakiki mürşit
ilimdir”. Atatürk’ün sağduyusunu bir örnekle belirtmeyi tercih ederim. Atatürk
Çağı’nın tanınmış yazarlarından Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya adlı eserinde şu
öyküyü görüyoruz: 1920lerin başlangıç yıllarında Atatürk, sık sık İzmir’e
girmektedir, Yine böyle bir gezi sırasında, İzmir’de Kordon Boyu’nda kendisine
ayrılan evde, arkadaşları ile yaptığı fikir alışverişi ile ünlü akşam sofrası
düzenlenir. Sofra, yoldan geçenlerin görebileceği bir odadadır. Yoldan geçen
halk, pek tabii, ilgilenir ve merakla seyre başlar. Bunun üzerine Vali,
perdelerin kapatılmasını emreder. Atatürk, bu duruma müdahale ederek şöyle der:
“… Vali Bey, dışarıdaki halk, acaba bizim ne yaptığımızı sanıyor? İçki
içtiğimizden şüphesi yok. Fakat; şimdi, kadın da oynattığımızı ve kim bilir
daha neler yaptığımızı zannedecekler. İçki içmekten başka bir şey yapmadığımızı
görmeleri için perdeleri açtırınız”.
Atatürk,
bütün yaşamı boyunca, gerçeklere bağlı kalmış; onları, kafasının hayal ettiği
veya gönlünün arzuladığı gibi değil, oldukları gibi görmüştür. Her şeyin yok
olmuş gibi göründüğü bir dönemde, I. Dünya Savaşı’nı hemen izleyen o çöküntü
ortamında, Türk Bağımsızlık Savaşı’na girişmesi, başkalarının sezemediği,
gerçekçiliğine dayanır, hayalciliğe değil. Atatürk, bazı yazarların “kuzum
Mustafa, sen deli misin?” diyecek kadar kendisini hafife aldıkları o bunalımlı
dönemde, gölgelerinden bile ürkülen Büyük Devletler’in hükümetlerini değil,
kamuoylarını değerlendiriyor ve savaş yorgunu o kitlelerin, kendileri için
hayati derecede önemli bir durum olmadıkça, yerlerinden kıpırdamayacaklarını
seziyordu. Atatürk’ü müstesna kılan da, bu sezgi gücü, bu ileri görüşlülüktür.
Evet,
Atatürk, tam bir gerçekçi idi. Fakat, hemen belirtmeliyim: Kendisi, olumsuz
gerçekler karşısında asla yılgınlığa kapılmaz; aksine, iradesi daha da bilenir
ve gerçek duruma çözüm bulma yolunda en uygun ve kararlı bir tutuma yönelirdi.
Bu önemli noktayı bir örnekle aydınlatmayı yararlı görüyorum. Bağımsızlık
Savaşımızda “Direnme (yıpratma) Safhası”nı oluşturan 1921 yılında, Türk Batı
Cephesi Kuvvetleri, 8-23 Temmuz günlerinde cereyan eden Kütahya-Eskişehir
Muharebeleri sırasında, Eskişehir doğusuna çekilmek zorunda kalır. Beliren bu kritik
durum üzerine, 19 Temmuz 1921’de savaş alanına gelen Türkiye Büyük Millet
Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, durumu yakından inceledikten sonra, ordunun
Sakarya Nehri gerisine çekilmesi emrini verir. Bu, gerçekten, cüretli bir
karardır. Çünkü; esasen Kütahya-Eskişehir Muharebeleri yenilgisi ve Kütahya,
Afyon, Eskişehir gibi önemli yerleşme merkezlerinin kaybedilmesi, ülkede moral
gücü sarsmıştır. Şimdi de, Eskişehir doğusu bölgesinde Sakarya kesimine kadar
100-150 km. çekilmekle, geniş bir yurt parçası daha, bile bile düşmana
bırakılmış oluyordu. Bunun doğal sonucu olarak, ordunun ve halkın morali daha
da bozulabilirdi. Fakat; fiziksel ve ruhsal cesareti kadar, gerçekçi bir
karakter sahibi de olan Mustafa Kemal Paşa, “… askerliğin icaplarına uyalım…” demiş
ve bu cüretli karan vermiştir. Aslında bu karar, gerçekçi ve ileri görüşlü bir
komutanın, askeri dehası örneklerle kanıtlanmış bir önderin sağlam durum
muhakemesine dayanıyordu. Atamızın bu durum muhakemesindeki değerlendirme,
eminim, askerlik tarihimizde eşsiz bir örnek teşkil eder. Nitekim, Bağımsızlık
Savaşımızın hayati önemde bir dönüm noktasını oluşturan Sakarya Meydan
Muharebesi (23 Ağustos-13 Eylül)’nin basan ile sonuçlanması, Atatürk’ün
kararının doğruluğunu kanıtlar.
Olumsuz
durumlarda sükûnet ve itidalini kaybetmeyen Atatürk, zafer sırasında da kişisel
kontrolünü yitirecek bir lider değildir: çünkü, gerçekçiliği, gereğinden fazla
coşkuya kapılarak sağduyudan uzaklaşmasına engeldir. Bu hususu da bir örnekle
vurgulamak isterim. Bağımsızlık Savaşımızın “Kesin Sonuçlu Safhası”nı oluşturan
1922 yılında, 30 Ağustos Başkumandan Meydan Muharebesi’ni zaferle sonuçlandıran
Mustafa Kemal Paşa, takip harekatı sırasında (31 Ağustos-18 Eylül), Çanakkale
Boğazı kesimini tutmakta olan ve Türk Ordusu ile ciddi bir çatışmaya hiç de
istekli görünmeyen, ama durumu kurtarmaya çalışmaktan da geri kalmayan İngiliz
Kuvvetleri ile çarpışmayı göze alarak, daha sert bir tutum izleyebilirdi. Öyle
yapmadı. Sadece, boğazlar doğrultusunda ileri harekete devam ederek, gücünü göstermekle
yetindi ve ilk uzlaşma eğilimini gördüğü zaman, ordularını durdurdu. Çünkü;
asıl savaşı, Türk Bağımsızlık Savaşı’nı kazanmıştı. Amacı, artık, yeni savaşlar
peşinde koşmak değil; barışı, “ülkeye uygarlık, kalkınma ve çağdaşlaşma
sağlayacak barışı” kazanmaktı, kazandı da… Atatürk’ün bu tutumunda gerçekçi ve
caydırıcı bir strateji ve devlet adamım hakim kişiliği göze çarpar. Bu hakim
kişiliği, tanınmış İngiliz tarihçi Bemard Lewis’in şu değerlendirmesinde
belirgin şekilde görebiliriz. “… (Lozan Antlaşması ile) Türkiye, I. Dünya
Savaşı’nın yenilmiş devletleri arasında tek olarak, kendi perişanlığından ayağa
kalkmayı başardı ve galipler tarafından kendisine dikte edilen barışı
reddederek, kendi şartlarının kabulünü sağladı…. Askeri savaş kazanılmıştı.
Milliyetçiler’in siyasal programı başarılmış, uluslararası bir antlaşma ile
kabul edilmişti. Bundan sonra ne yapmalı idi? Mustafa Kemal, gerçek
büyüklüğünü, işte bu soruya verdiği cevapta göstermiştir. Bu nokta, Türk
gazeteci Falih Rıfkı Atay’ın Mustafa Kemal ile Enver Paşa arasındaki bir
karşılaştırmasında iyi belirtilmiştir: “Enver’in niteliği cüret, Mustafa
Kemal’in niteliği ise uzak görüşlülüktü. Mustafa Kemal, 1914’te, Harbiye Nazırı
olsaydı, Devlet’i I. Dünya Savaşı’na sokmazdı. 1922’de Enver Paşa İzmir’e
girmiş olsaydı, o hızla döner, Suriye ve Irak üstüne yürür, kazanılanı da
kaybederdi”. Cidden, o zaman, bir savaş kahramanını baştan çıkarabilecek birçok
çekici şey vardı… 1923’te, zaferi sırasında, bir komutanı daha çok şan ve şeref
aramaya veya bir milliyetçi liderde yeni ihtiraslar uyandırabilecek birçok
fırsat mevcuttu. O, bunların hepsini reddetti ve kahramanlar arasında pek az
görülen gerçekçilik, kendini tutabilme ve ılımlılık ile bu çeşit sarhoşça
maceralara karşı halkını uyardı…”8.
Atatürk’ün
gerçekçiliği ile ilgili olarak, bir başka İngiliz yazar da benzer görüşler
taşıyor. Ülkemizde sekiz yılı aşkın bir süre ile aramızda yaşayarak bizi
oldukça yakından tanımak fırsatını bulmuş olan gazeteci-yazar David Hotham’a
göre; “… Bütün milletlerin büyük adamları vardır; fakat. Atatürk’ün eşsiz
kişiliğine benzer bir varlığın başka bir yerde bulunduğundan kuşkuluyum. O,
ebedi Önderdir… Mustafa Kemal, I. Dünya Savaşı sonundaki karmaşık ortama tam
zamanında müdahale eden bir devdi ve Türkiye’nin alınyazısını tam anlamıyla
değiştirdi… Morali bozulmuş ve parçalanmış ülkesine bağımsızlık ve gururunu
yeniden kazandıracak şekilde, askeri yenilgiyi zafere dönüştürdü. Temelde
başarılı bir komutandı. Sonraları giriştiği bütün hareketler başarıya ulaştı.
Çünkü; ordu bütünü ile arkasında idi… (Atatürk) toprak işgal etmek veya diğer
ülkelere saldırmak gibi hiçbir girişimde bulunmadı. İstanbul’u ve Boğazları’nı
da kapsayacak şekilde Türkiye’nin yeni sınırlarını tespit ettikten sonra,
bununla yetindi. Bu bakımdan, erişilmez bir gerçekçi idi…”9.
Atatürk,
hiçbir zaman hayalci olmamış, hayal peşinde koşmamıştır. Bununla beraber;
sağlam kararlara varabilmek için, durum değerlendirmelerinde her ihtimal
üzerinde dururdu; bu da hayalen zengin olmayı gerektirir.
Ata’mız,
“hayatın gerçekleri”ne tutkundur; şu sözleri bunu kanıtlar “… Biz ilhamımızı
gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim
yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve
bir de milletler tarihinin bin bir facia ve ızdırap kaydeden yapraklarından
çıkardığımız neticelerdir…”10. Bununla beraber; burada, bir nokta üzerinde
durmalıyım. Atatürk, realist olduğu kadar, idealisttir de. Uğrunda hayatın bile
feda edilebileceği değerlerin varlığına inanır. Ulusumuzu egemenliğe ve
bağımsızlığa kavuşturan Bağımsızlık Savaşımıza girişmesi bu inançtan
kaynaklanır. O’nun idealizminin özünde medeni cesaret ve özveri önde gelen
niteliklerdir. Bu hususu bir örnekle vurgulamak isterim. Yıl 1919, Atatürk
(Mustafa Kemal Paşa olarak) Sivas’tadır. Sivas Kongresi (4-11 Eylül)nin sona
erişinden sonra, 20 Eylül’de, şehre bir Amerikan heyeti gelir; heyet başkanı,
tecrübeli bir asker olarak bilinen Tümgeneral James G. Harbord’tır; ABD Başkanı
Woodraw Wilson tarafından “Doğu Anadolu’daki durumu ve Ermenistan Sorununu
incelemek” ile görevlendirilen heyet başkanı Harbord aynı gün (20 Eylül)
Mustafa Kemal Paşa ile görüşür: “… Kemal, sıtmadan rahatsız bulunuyor ve yorgun
görünüyordu. Fakat; iki buçuk saatlik bir görüşme süresince kolaylık ve rahatlıkla
konuşarak, düşüncelerini bir mantık düzeni içinde öne sürdü… Harbord, ‘şimdi ne
yapmak niyetindesiniz?’ diye sordu. Konuşmaları sırasında; Mustafa Kemal, ince
parmakları arasında çevirdiği bir tespihle oynamakta idi. Bu anda, sinirli bir
hareketle, tespihin sicimini koparmıştı. Taneler yere düşüp dağıldı. Kemal,
taneleri teker teker topladı ve bunun, General’in sorusuna cevap olduğunu
söyledi. Böylece; memleketin dağılmış parçalarını bir araya getirmek, çeşitli
düşmanlardan temizlemek, bağımsız ve uygar bir devlet yaratmak isteğini
belirtmiş oluyordu. Harbord, ‘bu türlü bir umudun ne mantığa, ne de askeri
gerçeklere uyduğunu’ söyledi. ‘Birtakım insanların kendi canlarına kıydıklarını
biliyoruz. Şimdi de, bir milletin intiharına mı şahit olacağız?’ Mustafa Kemal,
‘söylediğiniz doğrudur, General’ dedi. ‘İçinde bulunduğumuz durumda, yapmak
istediğimiz şey, ne askerlik açısından, ne de başka bir açıdan izah edilebilir.
Fakat; her şeye rağmen yurdumuzu kurtarmak, özgür ve uygar bir Türk devleti
kurmak, insan gibi yaşayabilmek için yapacağız bunu.’ Avucu yukarıya doğru
dönük olarak, elini masanın üzerine koydu. ‘Başaramazsak’ diye devam etti, ‘bir
kuş gibi düşmanın avucunun içine düşecek ve ağır ve şerefsiz bir ölüme
katlanacak yerde konuştuğu sırada parmaklarını yavaş yavaş kapatıyordu
Atalarımızın çocukları olarak, döğüşerek ölmeyi tercih ederiz’. Önünde, yumruğu
tamamen kapanmıştı. Mustafa Kemal’in kararlılığı, yılmazlığı Harbord’u etki
altında bırakmıştı. ‘Her şeyi hesaba katmıştım, fakat bunu değil’ dedi. Sizin
yerinizde olsaydık, biz de aynı şeyi yapardık.”11.
Atatürk,
stratejinin “amaç ve araç arasında dengeli bir uyum sağlanması” kuralını
siyaset hayatında da geçerli kılmış ve gerek iç, gerek dış siyasetinde tam bir
gerçekçi olduğunu ortaya koymuştur. Bu bakımdan, Osmanlı yönetimini eleştirerek
“… iç siyasetlerini dış siyasetlerine göre düzenlemek zorunda kaldıklarını”
belirtir ve “halbuki, gerçek, bunun tersi olmalıdır; yani, dış siyaset, iç
siyasetin dayanabileceği ölçüde yürütülmelidir….” der.
Atatürk’ün
gerçekçiliğe verdiği önem, şu sözlerinde açıkça yansır: “… Milleti aklımızın
ermediği, yapmak kudret ve kabiliyetini kendimizde görmediğimiz hususlar
hakkında kandırarak geçici teveccühler elde etmeye tenezzül etmeyiz. Millete, adi
politikacılar gibi, yalancı vaatlerde bulunmaktan nefret ederiz”12.
Atatürk’ün
Gerçekçiliğinde “özeleştiri”, dikkate değer bir ölçüdedir. Bu konuda da bir
örnek vermek isterim. Çağdaşlaşma ve bunun kesin gereği olan sosyo-ekonomik
kalkınma çabaları, Atatürk’ün büyük tutkularıdır. Bu alandaki çalışmalarını
durup dinlenmeksizin sürdürür ve çalışma arkadaşlarını kesintisiz yönlendirir,
özendirir, destekler ve gerekirse zorlardı. Bu arada, Türk İnkılabım
gerçekleştirme yolundaki reform hareketlerinin akışını yakından izlemek üzere
sık sık yurt gezilerine çıkardı. Büyük Millet Meclisi Gizli Zabıtlarında
bulunan bir örneğe göre; 1930 yılındaki bir yurt gezisinde, kendi sözleri ile
“… Çankaya Köşkü’nün sıcak ve rahat koltuklarına dönüşünde” Atatürk,
çevresindekilere şu hikayeyi anlatır: “… Biz Harbiye’de (Harp Okulu) öğrenci
iken, Okul’un sobaları yanmazdı. Bütün kış titreşir dururduk. Nihayet, bir gün,
arkadaşlar, beni (ve bir iki arkadaşı) Müdür’e çıkmak için seçtiler. Müdür,
Zülüflü İsmail Paşa adında bir saray adamı idi. Müsaade aldık, huzura çıktık;
önce Padişah’a, sonra Müdür’e dualarımızı sunduk. Nihayet, maksada geldik:
Meseleyi anlatmak istedik. Fakat (ne mümkün!), müdür, daha ilk cümlelerde
kükredi, ‘ne soğuğu be nankörler. Padişah nimeti gözünüze dizinize dursun;
görmüyor musunuz? sobalar nasıl gürül gürül yanıyor. Defolun buradan!’
Gerçekten, Müdür’ün sobaları gürül gürül yanıyordu. Müdür, buram buram
terliyordu; sıcaktan göğsünü bağrını açmıştı ve zannediyordu ki, bütün okulun
sobaları da böyle yanar… Çocuklar, biz bu Çankaya köşkünde, bazen, galiba bu
Zülüflü İsmail Paşa gibi, kendimizi aldatıyoruz.” Görülüyor ki; Atatürk, tam
bir gerçekçidir, hatta klasik ölçüleri aşarak özeleştiriden çekinmeyen uygar
ruhlu bir gerçekçi. Bu bakımdan, elbette, daha da yücelir. Bununla beraber;
burada, bir noktaya hemen açıklık getirmeliyim. Atatürk, gerçekleri sadece
görmek veya sezmek ile; ya da, gerekiyorsa özeleştiride bulunmakla kalmaz;
olayları derinlemesine inceleyip her yönü ile kavrayarak, gördüğü aksaklıkları
giderici, muhtemel bozuklukları önleyici tedbirleri sorumlulara bildirir, bu
önlemlerin uygulanmasını ve sonuçlarını kontrol eder veya ettirirdi. Bu
bakımdan, tam bir “pragmatist”, diğer bir deyişle “çare bulma ve sonuca varma
adamı” idi.
III. SONUÇ
Sonuç olarak
diyebilirim ki; çok yönlü tarihi kişiliği, ulusal yaşamımıza ışık tutan
ilkeleri ve yarattığı Türk İnkılabı ile yücelen ve ulusumuzu da yücelten bir
“Atatürk Gerçeği” vardır. Bu gerçek, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın
benimsediği sözlerle, “… bütün insanlık dünyası için bir onur simgesi…”
oluşturur13.
Atatürk
Gerçeği’nin yapısında, düşünsel ve eylemsel niteliği ile “Atatürk’ün
Gerçekçiliği”nin katkısı büyüktür. Ulu Önder Atatürk, bu gerçekçi yanı ile
kendisini tanımlarken, “İki Mustafa Kemal vardır: Biri, ben, et ve kemik,
geçici Mustafa Kemal…” diyerek, onu bir kenara bırakır ve hemen devam eder;
“Öteki Mustafa Kemal, onu ben kelimesi ile ifade edemem, O, ben değil, bizdir.
O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan
aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben onların rüyasını temsil ediyorum. Benim
teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa
Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarması gereken
Mustafa Kemal odur.”14.
1 Lord
Kinross, Gerçekçi Atatürk, The British Council, Ankara, 1981, s. 8.
2 Dankwart
A. Rustow, Atatürk as Founder of a State, p. 208
3 Alan
Moorehead, Gallipoli, Hong Kong. 1975, p. 97.
4 Lord
Kinross, Gerçekçi Atatürk, The British Couııcil, Ankara, 1981, s. 8.
5 Abdi
İpekçi, İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, İstanbul, 1968, s. 35.
6 Lord
Kinross, Gerçekçi Atatürk, The British Council, 1981, s. 11.
7 Tryon
Edwards D.D., The New Dictionary of Thoughts, U.S.A., 1957, p. 230. 1988, s.
254-255.
8 Bernard
Lewis, (The Rebirth of Turkey), çeviri: Modern Türkiye’nin Doğuşu. Ankara,
9 David
Hotham, The Turks, London, 1978. p. 23, 61.
10 Utkan
Kocatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 1984, s. 189-190.
11 Lord Kinross,
(çeviri) Atatürk-Bir Milletin Yeniden doğuşu, 1972, s. 297-298.
12 Utkan
Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 1984, s. 235.
13 Turkish
National Commission for UNESCO, Atatürk, 1963, p. 215.
14 Utkan
Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 1984, s. 342.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder